"Benim babam..." kuru bir sesle konuşurken hafifçe gözlerimi aralayarak doğrudan baktığımda, sesimi duyan iki kişi başını bana çevirmişti. "... değil misin?" dememle birlikte bir anlığına duraksayan babam hızla yanıma gelerek kısa bir muayenenin ardından masanın üzerindeki dosyayı açarak bir şeyler yazmaya başlamıştı.
"Liam..." diyen Andrew adındaki siyahi adam babamın omzuna elini koyduktan sonra hafif bir sesle konuşmaya devam etmişti. "Her ne olursa olsun, sana baba diyen bir çocuğa bunu yapamazsın. Onu görmezden gelme ve onunla konuş. " dedikten sonra derin bir nefes alarak odadan ayrılmıştı. Babam ise sıkıntılı bir şekilde kapıya bir süre baktıktan sonra derin bir nefes vererek sedyede bacaklarımın yanındaki boşluğa oturmuş ve dik dik yüzüme bakmıştı.
"Evet." dedi. "Senin annen Maria ama ben senin baban değilim."
"Bu yüzden mi benden nefret ediyorsun?" diye sordum yavaş hareketlerle sedyede oturma pozisyonuna gelerek sırtımı arkamdaki sedyenin başlığına yaslayarak. Babamın yüz ifadesi ise çarpıtılmış gibi ne söyleyeceğini bilemez bir hale gelmişti. Derin bir nefes verdikten sonra başını önüne çevirerek odanın diğer köşesindeki duvara dümdüz bakmaya başlayarak konuşmasına devam etmişti.
"Nefret mi emin değilim." derken duraksamış ve kendini çözümlemeye çalışırcasına sıkıntılı bir nefes almıştı. "Maria'yı gerçekten seviyordum ama beni aldattığını öğrenince ondan gerçekten nefret ettim, ve ne zaman seni görsem, bu aldatılmışlık hissini yeniden ve yeniden hissettim. Seni görünce hep öfkelendim, çünkü annen asla beni aldattığından bahsetmedi ve sürekli bana yalan söyleyerek beni aldatmaya devam etti." dedikten sonra gözlerini yeniden bana çevirmişti. "Çok küçüksün, bunu anlayamazsın tamam mı. Nasıl hissettirdiğini bilmiyorsun." dedikten sonra kaşlarını çatarak başını ellerine bakacak şekilde eğmişti. "Yanıyormuşum gibi hissediyordum, ve onun yalanları buz gibi olmasına rağmen içimdeki yangını daha körüklüyordu sanki. Canımı çok fazla yaktı."
"O zaman sen sinirli değildin." diye başımı hafifçe yana eğerek konuştuğumda babam başını bana kaldırarak anlamayan bir yüz ifadesiyle bana bakmıştı. "Sadece annemin sana yalan söylemesi seni çok üzdü. Beni görünce de annemin yalanlarını hatırladığın için çok üzüldün ama bunu belli etmek istemedin. Annemin yalanlarını cezalandırmak istedin." dedikten sonra dizlerimin üzerinde yürüyerek babamın yanına geldim ve elimi omzuna koyarak yüzüne baktım. "Sen sadece çok üzgünsün. Eğer mutlu olacaksan, beni cezalandırmaya devam edebilirsin." dememle birlikte yutkunmuş ve dudaklarını birbirine bastırarak bir süre yüzüme baktıktan sonra gözlerinin dolmaya başladığını fark etmiştim. O sırada babam başını küçük omzuma yaslayarak "Senden nefret ediyorum, senden nefret ediyorum, nefret ediyorum..." diye titreyen bir sesle mırıldanmaya başlamıştı. Kollarımla babamın başına sarılarak elimle saçlarını okşamaya başlamış, aynı zamanda da onu sakinleştirmek adına hafif bir sesle konuşmaya başlamıştım.
"Benden nefret etsen de, sen benin babam olmaya devam edeceksin. Sırf kanım başkasına ait diye seni sevmeyi bırakamam ki ben."
●●●
Gardrobumdaki kıyafetlerden hangisini seçeceğimi düşünürken bir yandan da oyun odasına geri dönebileceğim için heyecanlanıyordum. Pekala... Oyun odasına gitmek için birazcık -6 saat(?!)- gecikmiş olabilirdim, ama bu, oyun odasına gitmeyeceğim anlamına gelmiyordu. Ayrıca bir haftayı aşkın bir süredir onlardan en ufak bir haber bile almamıştım ve istemsizce bu iyileşme süreci boyunca neler yaptıklarını çok merak ediyordum. Benim için oldukça endişelenmiş olmalılardı. Döndüğümde nasıl tepki vereceklerdi acaba?
Üzerime kolumdaki iğne izlerini kapatması için kırmızı bir sweat giydikten sonra altıma da siyah bir eşofman altı giyerek ayakkabılarımı giymeye çalışırken kapımın tıklatıldığını duymuş ve gir komutunu vererek ayağa kalkmıştım. O sırada kapıda beliren babamla birlikte bir süre duraksamama bir şekilde bakışlarımı ona dikmeme sebep olmuştu.
"Sekiz gündür arkadaşlarını görmedin, senin için endişelenmiş olmalılar." diye düz bir şekilde konuştuktan sonra başını başka bir yöne çevirerek elindeki siyah kutuyu bana uzatmıştı. "Çikolata..." diye mırıldandı. "Arkadaşlarınla yemen için..." dediğinde hayatımda ilk defa babamın benim için bir şey yapmasının şokunu birkaç saniye üzerimden atamasam da hemen ona koşup boynuna sıkıca sarılmış ve keyifle gülmüştüm.
"Sen dünyanın en en en iyi babasısın!" diye coşkuyla konuşarak geri çekilerek babamın elindeki kutuyu almış ve babamın yüzüne gülümseyerek bakmıştım. "Teşekkür ederim!"
"Öhöm... Şey." diyerek dudaklarına yerleşmek üzere olan ama bir türlü kendini gösteremeyen tebessümün ortaya çıkmasını engelleyen babam "İyi eğlenceler." diyerek odadan ayrılmıştı.
Bu kesinlikle mükemmel! Babamın beni sevdiğinden artık kesin olarak emindim. Sadece minik jestlerimle bu sevgiyi ortaya çıkarmam gerekiyordu ve işin zor kısmı bana düşüyordu ama babamdan "baba-kız ilişkisi" adına ilk adımı almıştım ve mesafenin gerisini tamamlamak benim için sorun değildi. Bunca çaba, tek bir amaç uğrunaydı ve yakında normal bir aile olabileceğimizi hissedebiliyordum.
Derin bir nefes alarak odamdan ayrılmış ve oyun odasına doğru hızlı adımlarla ilerlemeye başlamıştım. Elimden gelse koşa koşa giderdim ancak sekiz gündür yataktan kalkmamak vücudumu tembelleştirmiş olmalı ki çok çabuk yorulmaya başlamıştım. Tabi bunun sebebi kullandığım ilaçlar da olabilirdi... Her neyse..
Oyun odasının kapısını dikkatli bir şekilde açınca, oldukça sessiz bir ortamla ve karşılaşmayı hiç beklemediğim bir manzarayla karşılaşmıştım. Oyun odasındaki tekli koltuklardan birinin üzerinde benim hastanede çekilmiş bir profil resmimin büyütülmüş ve çerçevelenmiş bir halini koymuşlardı ve koltuğun tamamı çeşit çeşit çiçeklerle donatılmıştı. Koltuk, bir duvar kenarında olmasına rağmen tüm çocuklar koltuğun etrafını çevreleyecek şekilde yere oturmuş dua ediyorlardı. Ayrıca arada ağlayan birkaç yüze de tanıklık etmemiş değildim.
Bu çocuklar arasındaki tek eksik Aras'tı ve o da odanın diğer ucundaki bir köşede dizlerini kendine çekerek oturmuş ve başını da kolları arasına gömmüş bir şekilde duruyordu. Tek hareketi, nefes aldıkça inip kalkan sırtıydı ve o hareketi bile kesik kesikti.
Sanırım o da ağlıyordu...
Arkamdan kapıyı yavaş ve sessizce kapatarak fotoğrafım karşısında ellerini önlerinde birleştirerek dua eden çocuklara bakmaya başlamıştım merakla.
"Bizi gökyüzünden izliyorsan eğer biz çok iyiyiz, bizim için endişelenmene gerek yok." diye ağlamaktan titreyen sesiyle konuşan kişi Melany'ydi. "Cennette, bizim sana getirdiğimiz çiçekler gibi çiçek yetiştir ve yattığın yerde huzur içinde uyu. Aklın burada kalmasın, hep mutlu ol..." derken yeniden sessiz hıçkırıklarla ağlamaya başlamıştı.
"Ağlama, biz de yaşlanıp ölünce onu yeniden görebileceğiz." diyerek Melany'nin sırtını sıvazlayarak onu teselli etmeye çalışan kişi Martin'di ancak teselli etmeye çalışmasına rağmen o da ağlıyordu. O sırada Melany Martin'e sarılarak sesli bir şekilde ağlamaya başlamasıyla birlikte yüzümde anlamsız bir ifadeyle olan biteni izlemeye başlamıştım ve hala burada ne olduğunu anlayamıyordum. Bu bir tür oyun muydu, yoksa onlar gerçekten ciddi miydi?
"Ben... İtiraf ediyorum.. Çok geç olduğunu biliyorum ama geçen ay boya kalemini izinsiz kullandığım için çok pişmanım. Özür dilerim.." diyerek ağlayan kişi bu sefer Rachael olmuştu.
"Be-ben de çizdiği resimlerin çirkin olduğunu söylemiştim" diyen kişi, sarı saçları ve kahve gözleriyle birlikte Helen olmuştu. "Neden öyle dediğimi bilmiyorum, sadece onu çok kıskanmıştım. Çok özür dilerim!"
...
Hepsi teker teker itiraflarını ve bana karşı yaptıkları pişmanlıklarını teker teker konuşurken sessizce arkalarında durarak sırıtmış ve ellerini belime koyarak konuşmaya başlamıştım.
"Çok mu pişmansınız?" dememle birlikte bazıları sesimi duymalarıyla duraksasa da çoğunluk gözyaşları içinde başını sallayarak ve koltuğun üzerideki resmime bakarak beni onaylamıştı. "Bir daha yapacak mısınız?"
"Hayır yapmayacağız." diyen bazı sesler gelse de duraksayanlardan birkaç tanesi başını arkaya çevirerek bana bakmıştı. O sırada bana dönen Rachael çığlık atarak "Hayalet!" diye bağırmış ve odanın başka bir köşesine kaçmıştı. Diğerleri de buna katılırken yerde şaşkın bakışlarla bana bakan sadece kişi vardı. Bunlar da Melany, Martin, Enes ve Helen'den oluşuyordu. O sırada omzuma dokunan bir el hissetmemle birlikte arkama doğru dönünce görüş alanıma giren kişi, kırmızı gözlerinden gözyaşları süzülen ve minik burnuyla tombik dudakları kıpkırmızı olan Aras'tan başkası değildi. Eliyle, sanki benim gerçek olduğumdan emin olmak istercesine yanağıma dokunduktan sonra dudaklarını birbiri üzerine bastırarak ince bir çizgi haline getirmiş olsa da ağlamasını engelleyememişti. Gözyaşları hızla dökülürken bir anda bana sarılmıştı. Ardından Martin, Melany, Helen... Hepsi hızlıca üzerime çullanır gibi atlarken geniş çaplı bir kucaklaşma akımının ortasında kalmıştım.
Ah... Çikolatalarım eziliyordu!