11. BÖLÜM
İNFAZ
~İntihar eden bir ruha, ne geri çevirirdi de intihar etmekten vazgeçerdi?~
İnfaz hükmü verilen bir aşkta ne arardı ki bir insan? Yıllar önce başlayan bir aşk, terk edildiğinde yine ilk günkü gibi mi olurdu yoksa o aşk intihar mı ederdi? Küllenen bir aşk... Yeniden alevlenemezdi.
Bir yangın bir aşk. Yanar, kül olur, canlanmaz. Bir kül, her ne kadar ateşe değerse değsin intihardan kaçamazdı. Bu belki de külün intihar infazıydı.
Bir adam yıllar evvel bir kadına âşıktı. Yalnızlığı o kadındı. Kalbinin kül olması o kadın yüzündendi. Terk etmişti, sebebini anlamadığı bir şeyden ötürü terk edilmişti. Ve o günden sonra kalbi o kadın için intihar etmişti. Kalbine bir infaz verdi. Küller yeniden alev alev olsa bile aşkı yeniden canlanır mıydı?
Deponun içinde atılan çığlıklar çoğalırken Yiğit susması için bir kez daha yüzüne darbe fırlatmıştı. Her yeri gibi dövmekten beter ettiği adam da kan revan içinde kalırken öfkesini yumruklarından çıkarmaya yemin etmiş gibiydi.
Sandalyeye kelepçe misali bağlanan adam acı içinde inlemeye devam ederken çığlıklarında boğulma eşiğine gelmişti. Baygın bakan ve yalvarır gibi olan gözleri celladına dönerken durması için yalvarıyordu.
Yiğit'in en sadık adamı Salih, Yiğit'in yanına ulaşırken az buçuk yüzüne doğru eğildi. "Abi sen yoruldun. İstersen ben devam edeyim?" diye teklifte bulunurken burnundan soluyan Yiğit, burun kemerini sertçe sıktı.
Bir cevap bekleyen Salih tereddütle alev alev olan gözlerine bakarken Yiğit anında itiraz da bulundu. Sert ve soğuk çıkan sesi depoda yankılandı. "Hayır Salih! Bu adam ancak benim dilimden anlar." dilinden anlama şekli ise yumruk atışlarıydı.
"Madem Baybars Bey bu cürette bulundu. Ben kesmeliyim cezasını." kurbanına av gibi keskince odaklanırken, Baybars ne yaptığından habersiz gibi Yiğit'e bakıyordu. Anlamıyordu. Ne yapmıştı da bu şeytanın gazabına uğramıştı?
Baybars az çok bu adamın namını duymuştu. Camiada herkes ondan korkardı. Bu işlere girdiğinde 24 yaşındaydı. Kimse ne sebepten ötürü girdiğini de bilmiyordu.
Salih el mecbur geri çekildi. Yiğit yumruklarını hazırlarken, Baybars dudaklarını güçlükle araladı. "Ne yaptığımı bile bilmiyorum. Öfkenizi kazanacak ne yapmış olabilirim ki? Bir hatam mı oldu size karşı? Bir kusur mu işledim, telafi edebilir-" yüzüne yediği kaçıncı darbesiyle cümlesi kesildi.
"Ne yaptığını bilmiyorsun?" dedi Yiğit korkutucu bir sesle. "Nefes Güneş desem? Kafanda canlanma olur mu, bilemedim şimdi?" Yiğit'in dedikleriyle yutkunamadı. Gözleri kocaman olurken kalbi yerinden çıkacak gibiydi.
"Siz onu..." diyemeden sözü kesildi.
"Kim olduğunu hatırladın demek?" dedi sert çenesini ovalarken. Sesi buz gibiydi. "Hatırladığına göre anlat bakalım?"
"Neyi?" şaşkınlığı büyüdü. Nefes Güneş'le aralarındaki bağlantıyı çözmeye çalıştı. 'O kadın gibi biri Yiğit'le ne ilgisi olabilirdi ki?' diye düşündü. Dudaklarına damlayan kanları silmeye çalıştı. Ağzının tadı değişirken yere doğru tükürdü. Hâlâ cevap alamadığını fark eden Baybars keskin bakışlarının radarından kaçmaya çalıştı. Bu adamın bakışlarından kim korkmazdı ki...
"Restoranda kurduğunuz pusuda neden onu hedef aldın?"
Kanının çekildiğini hissetti. Bedeni buz gibi olmuştu. "Beni Türkiye'den sınır dışı etmede yardım ettiği için." korka korka söyledikleriyle dilini yutmak istedi. Depoda bir kırılma sesi yankılandı. Sabrı git gide tükeniyordu.
Baybars, elinin çıt gibi kırılmasıyla acıyla çığlık attı. Solukları bile acıydı.
"Ve sen de bu yüzden infaz etmeye kalkıştın?"
"Evet!" diye bağırdı acıyla. Kaçışı yoktu. İtiraf etmeliydi. Yoksa canından olacaktı.
Kulağına doğru eğildi. Bir katilin ses tonu kadar ürkütücüydü. "Nefes sana zehir verip ardından panzehri vermesi hiç iyi olmamış o zaman. Nefes'ten kurtulmuş olabilirsin ama benden kurtuluşun olmayacak!" der demez Baybars'ı korkusuyla baş başa bırakıp depodan ayrıldı. Salih arkasından hızına yetişmeye çalışıyordu.
"Abi ne yapacaksın?" diye tereddüt edercesine sorarken çoktan evin içine girmişlerdi. Yiğit durdu. Yiğit'in durmasıyla Salih de durdu. Yiğit arkasına döndüğü gibi keskin gözleri Salih'i buldu. "Onun yaptığını." dedi şeytani bir sırıtışla.
"Güçlü bir zehirle..." demeye devam etti.
"Abi peki ne zaman karşısına çıkmayı düşünüyorsun?" uzun zamandır merak ettiği soruyu dile getirirken hiçbir hareketini kaçırmamaya özen gösterir gibiydi.
Yiğit uzun zamandır rahat bir nefes alamadığı gibi yeniden nefes almaya çalışsa da istediğini elde edemiyordu. Bir astım hastasıymış gibi zorlukla nefes alıyordu. Ve Yiğit'in astım ilacı yoktu. 27 yıl boyunca aldığı nefesler kesik kesikti.
"Annesine duyduğu öfkeyi yenene kadar." sessizce fısıldadı. İmkânsız olduğunu bile bile dilek dilermişçesine fısıldadı.
"Ya yenmezse?" dedi Salih, 'bir imkânı yok gibi' der gibi.
"Yenmezse..." durdu. Elleri yumruk haline döndü. Göğsü inip kalktı. "O zaman da ben devreye gireceğim."
Küller canlanmadı. Aşkın intiharıyla beraber yenilme duygusu göğsünde bir infaza neden oldu. Yenecekti. Yenmesini sağlamak zorundaydı. O kadar yıl bu yenilgiyle savaşıyordu. Öfke duygusunu içinden yok etmek zorundaydı.
Kendi odasına doğru ilerlemeye başlarken Salih'i arkasında bıraktı. Üstüne yapışan mavi gömleği kan içinde kalırken bir çırpıda çıkarmış ve odanın bir köşesine fırlatmıştı. Dolabına doğru ağır ağır ilerlerken gözüne takılan bir gömlek yüreğindeki enkazı yeniden canlandırdı. Eli o gömleği bulurken almaya korkar gibiydi. Bakışlarından geçen duyguyla beraber nefes alış verişleri küle dönüşürken aklını çelen anıyla beraber Sevgi'nin cıvıl cıvıl sesi zihnine ulaştı.
"Yiğitttt!" öyle bir Yiğit deyişi vardı ki, Yiğit'in içi gidiyordu her 'Yiğit' deyişinde. "Bak sana mavi bir gömlek aldım!"
"Dolabım senin aldığın mavi gömleklerle doldu Nazende. Ara mı versen biraz ha?" Yiğit'in sesinde muziplik akıyordu. Eline aldığı yeni mavi gömlekle karısının dibine yaklaşırken bir elini bel boşluğuna yaslamıştı.
"Olmaz! Sana çok yakışıyor ve sen her gömleği giymiyorsun biliyorum." sesindeki aşk yüzüne de yansımıştı. Kollarını boynundan çektiği gibi Yiğit'in üzerindeki kazağı çıkardı. Yiğit ne yaptığını anlamasa da sevdiğine yardımcı olurken Sevgi yeni aldığı gömleği üzerine giydirdi. Gömleğinin her bir düğmesini özenle iliklerken yanaklarına her düğme ilikleyişiyle öpücük konduruyordu Yiğit.
"Rahat dur seni bal ayısı!" duyduğu komik hitapla kaşlarını sahte kızgınlıkla çattı. "Bal ayısı mı? Sevgi'm, oradan bakınca bal ayısına mı benziyorum?"
Sevgi hafifçe Yiğit'ten uzaklaştı ve elini oyunbaz bir edayla çenesine götürdü. Gözlerini bir an olsun onunkilerinden çekmezken "Aslında tosbağa da benziyorsun?" derken bir çocuk gibi kıkırdamıştı. Yiğit canını acıtmayacak bir şekilde Sevgi'yi, kendiyle duvar arasına sıkıştırırken "Görürsün sen şimdi bal ayıyı, tosbağayı!" diyerek dudaklarını dudaklarıyla mühürlemişti.
Hatırladığı anıyla dolabın kapağını sertçe kapattı. Çıkan ses dışarıya kadar yükselirken bahçedeki korumalar refleksle başlarını yukarıdaki odanın penceresine doğru kaldırmışlardı. Yiğit alnını dolabın kapağına yasladı. Aldığı nefesler ciğerlerine dolmazken bir elini yumruk yaparak dolaba durmadan geçirdi. Yumduğu gözlerini açmak bilmezken daha ne kadar acı çekecekti bilmiyordu.
Yıllardır karısını arıyordu. O günden beridir ne adına dair iz ne de yaşadığına dair bir iz bulabilmişti. Kendini öyle bir gizlemiş gibiydi ki... Yer yarılmış içine girmiş sözünün tanımıydı. Beklemekten asla yorulmazdı ama beklerken de kaybettiyse işte o zaman beklemenin çaresizliğini iliklerine kadar yaşayacaktı.
Koskoca 27 yıl dile getirmek kolay değildi. Yaşamını yitirmişçesine, mutluluğu bitmişçesine ölmek için can atıyordu. Velakin Azrail bir türlü canına uğramıyordu. Sevmek bambaşkaydı. Beklemek ise çaresizlik acısıydı.
Alnını dolabın kapağına yaslamayı kesti. Dolabı tekrar açtı ve 27 yıl önceki gömleği eline aldı. Bedenine uyacak mıydı bilmiyordu ama her baktığında acı çekmektense giyerken onun yaşadığına inanma umudu olması daha makuldü. Üzerine mavi gömleği giydi. İlk günkü gibi bedenine tam gelirken yüzünde buruk bir tebessüm oluştu.
Yiğit'in tebessümünü bozan çat diye açılan kapı oldu. Bakışları sertçe kapıya dönerken karşısında Salih'i görmeyi beklemiyordu.
"Abi!" diye panikle bağırdı. "Mekânı basan polisler..." konuşamadı. Söylemekte güçlük çekiyordu. "Senin odandaki her şeye el koymuşlar. İçlerinden biri mekânı ateşe verebilirmiş."
Yiğit'in alnı karıştı. O mekân sıradan mekân değildi. Anıları ve hatıraları vardı o mekânda. Kim cüret edebilirdi böyle bir şeye bilmiyordu. Eğer öğrenirse de yer üstünde yer oynayacaktı.
?
"Nefes! Nefes! Beni neye bulaştırdın böyle? Dışarıya adım attığım an gazeteciler tepemde bitiyor. Ay sıkıldım, bunaldım bu durumdan! Ne zaman özgürleşeceğim ya! Bir de burası karmakarışık. Kimse hiçbir halt yapmamış gibi. Önümde tonla dosya var ve hepsi de okunması ve imzalanması gerekiyor! Nefes beni dinliyor musun sen?" telefonda bağıran Arasta'yla beraber Nefes yerinde sıçrarken ilk başta nerede olduğunu idrak edemedi. Ardından yatağında olduğunu algılayınca telefonu saliselik kulağından çekip ekranın üstündeki saatte baktı.
Gecenin ikisinde aramış ve Nefes de uykuyla uyanık arasında telefonu cevaplamıştı. Velakin ne Arasta'yı dinliyordu ne de tam olarak uyanabilmişti. Telefonu kulağına doğru yaslamış ve uyumaya devam etmişti. Arasta bir kez daha "Nefes!" diye kükrerken gözleri tamamıyla açıldı. Telefon anında kulağını bulurken "Efendim?" diye cevapladı.
"Nefes!" bir kez daha tahammülsüz bir edayla bağırırken Nefes de aynı karşılıkla bağırdı. "Efendim!"
"Sen beni dinliyor musun?"
"Dinliyorum."
"Ne dedim peki en son?" kızgınca söylenirken Nefes ne dediğini hatırlamaya çalışıyordu. "Alper diyordun en son." konudan uzak bir şey söylerken Arasta'nın sesi öfkeli çıktı.
"Alper mi? O ne alaka bebeğim? Ben ondan mı BAHSEDİYORUM NEFES?" sinirleri iyice gerilirken Nefes yataktan kalkmaya zorlandı.
"Ya neyden bahsediyorsun Arasta?"
Arasta derin bir sabır çekti. "UYU NEFES UYU! ANCA UYU! TÜM İŞİ ÜZERİME YIKTIN, UYU! KAPAT YA, KAPAT!"
"Bağıramadan konuşamaz mısın Arasta? Gecenin ikisinde uykumdan ediyorsun, sabahta bana saydırabilirdin, değil mi?"
"Hayret!" sesinde şaşkınlık vardı. "Saydırdığımı duymuşsun ama diğerlerini duymamışsın, pes!"
"Arasta uyuyacağım." dedi yorgunluk akan sesiyle. "Sabah konuşa-" sözünü kesen telefonun kapama sesi oldu. Nefes fazla kafasına takmadan yastığına sarılırken uykusu bölünmüştü oflayarak yataktan doğrulurken odasından çıkarak mutfağa ilerledi. Gözleri yarı açık bir şekilde yürümeye devam ederken etrafın karanlık olmasını umursamıyordu.
Su içmek için dolabın kapağını aralarken bir yandan da söylenmeyi ihmal etmiyordu. "Uykumu kaçırdı pislik iyi mi? Arasta elbet buraya geleceksin öç almaz mıyım ben!"
Su dolu şişeyi dolaptan çıkarıp tezgâhın üzerine koydu. Üst dolaplara uzanarak bardağı alırken arkasında bir karartı belirdi. Hızla arkasına dönerken sessizlikten başka bir şey bulamadı. Kuruntuyu üzerinden atmaya çalışarak bardağa suyu doldurdu.
"Kim bu saatte uyanık olur ki benden başka? Boş boşa kuruntu yapıyorum. Zaten sağ olsun Arasta Hanım yeterince kulağımın dibindeymiş gibi bağırıp, söylendi." suyu dudaklarına doğru tam götürmek üzereyken tam karşısında bir karartı daha gördü. Suyu olduğu gibi oraya doğru püskürürken bardağı da tam karşısındaki karartıya atacakken bileğinden hızla tutuldu ve bir bedene doğru kendini yaslı bulurken bu sefer diğer hamlesine odaklanmıştı.
Karanlıkta seçemediği bedenin gözlerine bakışlarını çevirirken iki bileğinden sıkı sıkıya tutulmuştu. Gördüğü kahve gözlerle afallama yaşarken aniden eski tepkisiz haline dönüp ellerinden kurtuldu. Tanıdık bedenden hızla uzaklaşırken "Ne arıyorsun burada?" diye sertçe çıkıştı.
Doğan yutkunduktan sonra ne diyeceğini unutmuş gibiydi. Hâlâ karanlıkta duruyorlardı. Nefes alış verişlerinden başka bir ses çıkmıyordu mutfakta.
"Bir şey mi oldu?" dedi bu sefer de kuşkuyla. Kaşlarını şüpheyle yukarıya kaldırırken cevap bekler gibi bir hâl vardı üstünde. Sessiz kalmayı tercih etti. Ne diyebilirdi ki zaten. Her şey üst üste geliyordu ve bunu kaldırmakta zorlanıyordu.
Annesinin kaybından sonra boşluğa düşmüştü ve kendisini toparlamakta zorlanıyordu. "Tamam." dedi Nefes başını hafif öne eğerek sallarken "Geldin? Peki, neden ses çıkartmıyor musun? Ya karşına ben değil de korumalardan biri çıksaydı, ne olacaktı? Silahı alnına dayarlardı. Hoş bu saatte evime böyle sessiz girebildiysen korumaları bir elden geçirmem gerektiğini aklıma yazsam iyi olur." dedi buz gibi bir sesle.
"Korumalar dışarda yoklar zaten." deyişiyle Nefes'in bakışları değişti. Şaşkınlık ve öfkeyle yüzüne doğru bakınırken elleri yumruk halini aldı.
"Ne demek yoklar?" sertçe bağırdı. Mutfaktan çıkıp bahçeye geçecekken kolundan tutularak geriye çekildi. Geriye çekilirken bileğini tutan ele bakışları döndü. Bir süre tepkisizce o ele dikkatle bakarken burnundan solumak üzereydi. "Bırakacak mısın?"
"Benimle konuşmayı kabul edersen, bırakırım." dedi kesin bir dille.
"Bu saatte? Konuşacağız?" dedi Nefes dediklerini tekrar ederek.
"Evet."
"Neden?" dedi meraksızca. "Sabahı bekleyemedin mi?"
"Daha fazla bekleyemem. Senin de uyanık olman şansıma oldu."
"Gecenin köründe evime gizlice giriyorsun ve benim uyanmamı bekliyorsun?" dediklerine kendisi bile inanamıyordu.
"Aynen öyle."
"Doğan?" dedi iflah olmazcasına. "Beni rahat bırak!" dedi kelimelerinin üzerine bastırarak. Gözlerindeki duygunun ardında başka bir his daha mevcuttu. Fakat o hissi gizlemeye yemin etmiş gibi öne çıkarmamayı seçmişti.
Doğan'ın gözlerine bakarak konuşurken, gözlerine yansıyan duyguyu fark etti. İstek vardı o bakışlarda. Rica vardı. Konuşmak istediğine dair bir his vardı. Sabahı bekleyemeyen adam gecenin köründe eve gelmeyi tercih etmişti.
"Bahçe güzel." dedi inadına. "Orada konuşabiliriz."
Nefes 'peki' dercesine başını iki yana doğru salladı. Elleriyle bahçeyi yönlendirirken önden Doğan çıkmıştı. Arkasından Nefes de isteksizce çıkarken büyük hamağın olduğu ağaca doğru ilerlediler. "Konuş. Ne konuşacaksan?" sesinde birçokça alaycılık barındırıyordu.
"Ben..."
"Evet, sen!" her an sözünü bölecek gibi gözlerine dikkatle baktı.
"Bu kadar hassas bir konu olduğunu bilmiyordum." dedi Uygar'dan öğrendikleriyle daha da pişman olurken.
"Hangi konudan bahsediyorsun?" kuşkuyla gözlerini kısarken tahmin ettiği şeyin üzerine siyah bir kalın kalemle geçmek ister gibiydi. "Bana söylediklerin hakkındansa onun için özür dilediğini sanmıştım?"
"Kabul etmedin." dedi teyit etmek istercesine. "O benim kabul edip etmemem sorunum. Sen özrünü diledin mi, diledin bitti." keskin bir şekilde kestirip atmak istiyordu. Donuklaşan ifadesi Doğan'ı daha çok gerilmesine neden olurken kendinden izinsiz hareket etmek istedi ve yaptı da.
Nefes'i kendiyle beraber hamağa doğru düşürürken onun savunmasız halinden yakalamak istiyordu. Öbür türlüsü ikisine de eziyet olacaktı. Nefes, Doğan'ın yaptığı hareketle afallarken, Doğan belinden sımsıkı tutuyordu.
"Kabul edene kadar böyleyiz."
"Ne!" diye çığırken bir yandan da kurtulmaya çalışıyordu. İlk defa bir adamın kollarından kurtulamamanın öfkesi vardı üstünde. Doğan, çırpınışlarını izledikçe muzipçe dudak kıvırıyordu. O sert kabuğunu kırıp içine sızmak istiyordu. Ruhuna ulaşıp o yaralarına yar olma niyetinde değildi ama yaralarına da merhem olmak istemek elinde değildi.
"Özrümü ciddiye alıp kabul edecek misin?" diye tekrar ederken bel oyuğundaki eli sıklaştı. Nefes huysuzca kaşlarını çattı.
"Doğan beni kızdırma!"
"Sen zaten şuan da kızgınsın. Seni bırakmam için bir neden değil ayrıca."
"DOĞAN!" dedi bu sefer yüksek sesli bir şekilde.
"Efendim?" adeta sinirleriyle oynayıp eğleniyordu.
"Bir çocuk gibi davranmayı kes ve beni bırak."
"Ben zaten bir çocuğum." dedi başını keyifle hamağın baş tarafına yaslarken.
"Belli!" dedi kinaye dolu bir sesle. "Yoksa beni karşıma alamazdın."
"Karşımda değilsin zaten. Kucağımdasın." Nefes'in gözleri büyüdü. Öfkesi bir volkan kadar yükselirken hiçbir hareketi ondan kurtarmaya yetmiyordu. Kendini bir anlık güçsüz biri olarak hissetti.
"Böyle davranarak sadece öfkemi kazanırsın. İster misin sana da zehir içireyim?"
Doğan munzurca dudak kıvırdı. Düşünürmüş gibi kaşlarını aşağıya indirdi. Gözlerini de kısarken dudağını alayla araladı. "Neyli?" Nefes ilk başta ciddi olmadığını sandı. Ancak yüzüne odaklanarak baktığında ciddileştiğini farkına vardı. Yüz kavisleri sertleşirken göğsüne sert bir darbe fırlattı.
Doğan acıyan göğsüyle inlerken elleri gevşer gibi oldu ama son dakika da tekrardan ellerini sıklaştırırken Nefes kafeste kuş misali tutsak kalmıştı yine.
"Kabul mu?" dedi bu sefer de ciddileşerek. Nefes yüzündeki bıçak darbesini inceledi. Kurtuluşu olmadığını anlayınca bir diğer plana geçti. "Yüzündeki bıçak izini anlatırsan belki?" diye şart koşarken Doğan'ın bedeni kaskatı kesildi.
Gecenin ikisinde sırf özrünü kabul etmesi için evine sızarken onunla bu kadar yakın olacaklarını hiç hesaba katamamıştı. Bir anda kendinden geçmiş gibi çok farklı davranırken buldu kendini. Onun yakınlığıyla bir anda çocuk gibi davranırken ne zamandır dip dibe olduklarını idrak edememişti.
"Yoksa daha çok uykusuz kalırsın." derken uykusuz kalan gözlerini işaret etti. "Gözaltların çok çirkinleşmiş, hele ki son öğrendiğin şeylerle daha çok uykusuz kalmış gibisin? Bugün de uykusuz kalırsan baygınlık geçirmen an meselesi." tespit yapmakta kendine güvenerek açıklarken bel oyuğundaki eller tamamen gevşedi.
Nefes bir hızla hamaktan doğrulurken Doğan da oturur hale gelmişti. Ellerini önünde birleştirirken durgunlaştı bir anda. Nefes'e Uygar'ın adı geçmeden nasıl anlatacağını düşündü. Onu tanıdığı şimdi açıklamamalıydı. En azından bunu Uygar abisi için saklamalıydı.
12 MART 2019
Koğuşun tuvaletinde her zaman ki gibi kavga çıkarken içlerinden biri kavgayı başlatan, kendisine dayı denilmesini isteyen adamı durdurmaya çalışa da dayının yumruğundan kendisi de nasiplenmişti.
"Sen kimsin lan! Beni gardiyana ispiyonlamanın cezasını nedir, öğrenemedin mi hâlâ!"
Doğan derin bir soluk bıraktı. Korkusunu gizlemek zorundaydı. Buraya yeniden gireli dört yıl olmuştu ve görmediği eziyet, yemediği dayak kalmamıştı. Kendi halinde haksızlığa tahammül edemediği için dayı denilen adamı ispiyonlamış ve iki gün boyunca hücre cezası almasına sebep olmuştu. Yanağının ucunda keskin soğuk metalin varlığıyla hareket etmekte zorlanırken öfkeyle harlanmış bakışlardan kaçmaya çalışıyordu.
Soğuk metal yanağına daha bastırıldı. Hafif çizikler oluşmasıyla kan akarken dayının anlık dikkati başka yere kaymıştı. O sırada savunmasız halinden faydalanan Doğan bıçağın namlusundan hızla kurtularak tuvaletin diğer ucuna kaçtı.
Dayı bir hışımla elinden kurtulan Doğan'ı ararken bir korkuyla tuvaletin diğer köşesinde titrediğini fark edince yüzüne sinsi bir gülüş bahşetti. Diğer mahkûmlar dayıyı engelleyemiyordu bir delikanlı haricinde.
"İspiyonlanın cezası ağırdır çömez. Burada sağ kalman bile mucizeyken bana kafa tutman..." başını alayla iki yana salladı. Elindeki bıçağı rastgele sallayıp dururken bir ani refleksle Doğan'ın kulağını teğet geçecek bir şekilde duvara sapladı. Çıkan sesle gözlerini sımsıkı yumarken kurtuluşun bir duaya kaldığını biliyordu.
Buraya geldiğinden beri öyle savunmasızdı ki... On sekizinden önceki tutsaklığı bu tutsaklığın yanında az acımasız kalırdı. Hayatının güzelliğini daha tadamadan yeniden mahkûm olurken bu mahkûmluğun acımasızlığıyla kalakalmıştı.
"Ben kimseyi ispiyonlamadım!" sesini bulmuşçasına her bir kelimenin altını çizerek bastırılırken korkaklığı bir kenara atmak zorundaydı. "Buraya uyuşturucu sokuşunu görmezden gelemezdim. Ne yapacaktın o maddeyle? Kendin mi içecektin, bize mi yoksa satacak mıydın?"
Dayının gözleri seğirdi. Bu çocuğun ona diklenerek ahkâm kesmesine uyuz oluyordu. "Dilin var mıydı senin ya?" alayla dudak kıvırırken yanına ağır adımlarla git gide yaklaşıyordu. Doğan duvardan çekildi. Bir delikanlının yapacağıyla tam karşısında dikildi. Üzerine bir deli cesareti gelmiş gibiydi.
"Benim vardı da senin var mı bilemedim. Daha çok elinin icraatını gördüm de." mahkûmlar, Doğan'ın alaycı tonuyla söyledikleriyle gözlerini kocaman açarken bir hayli dehşet içinde Doğan'ı izliyorlardı.
Dayı güldü. Dayı kahkaha attı. Daha çok attı. Doğan boş boş yüzüne baktı. Delirdiğini biliyordu da bu kadarını beklemiyordu. Ardından dayı duvara fırlattığı bıçağı eline aldığı gibi Doğan'ın yanağına bastırdı. Doğan bu sefer korkuyla değil cesurca bakıyordu.
Dayı, gözlerini sanki şeytana teslim etmiş gibiydi. Ruhu zaten şeytandayken gözleri de onda olmasaydı çok ironi olurdu. Bıçak yanağını daha da sevmiş gibi daha da derine girdi. O sırada koğuşun kapısı gürültüyle açıldı. Birkaç saniye geçtikten sonra tuvaletin kapısı açıldı.
İçeriye giren kişiyle tüm gözler gelene dönerken Doğan hemen Uygar'ın yanına geçmiş elini de kanayan yanağına bastırmıştı. Uygar'ın sert bakışları ilk başta dayıyı ardından mahkûmları daha sonra da yanağı kesik olan Doğan'ı buldu. O anda ne olduğunu kavrayan Uygar, dayının üzerine atlarken bıçak elinden düşmüş, tuvaletin bir köşesine kaymıştı.
Dayının boğazını sıkan Uygar keskin bakılarını dayıya çevirdi. Öfkesi anında ortaya belirlenirken daha çok sıktı. Dayı acıyla inlerken kulağına doğru fısıldadı. "Bu çocuğa dokunan ellerini kırarım, demedim mi ben daha evvel önce Ahmet! Demedim mi lan!"
Ahmet, Uygar'ın karşısında bir korkak gibi titredi. Doğan'ın hissettiklerini bu sefer de Ahmet yaşarken kendine yediremiyordu. "Bu çocuk benim himayemde. Kılığına bir çizik dahi gelsin senden bilirim! Daha iki gün önce hücre cezası almış biri olarak akıllanmak bilmez misin, sen?"
Ahmet bir kez daha acıyla inledi. Uygar sertçe başını Doğan'ın kanayan yanağına doğru çevirdi. Özellikle kanayan yanağına bakmasını isterken gözleriyle yanağını işaret etti. "O yaptığın bıçak izi yanağında hasar kalacak. Bir ömür onunla yaşama zorunluğu bıraktın. Şimdi aynısını sana yapsam kim, ne diyebilir? Ya da daha acısını yaşatsam sana kim durdurabilir? Hiç kimse!" dedikten hemen sonra sesini alçalttı. Kimsenin duymamasına özen göstererek konuşmaya devam etti.
"O uyuşturucularının kaynağını bir tanıdıkla öğrendim. Oraya operasyon yapılması an meselesi. Yerinde olsam bıçak raconuyla uğraşmam sevkiyat yapılan mekânı değiştirirdim." blöf yapıyordu. Aslında sevkiyat yapılan mekânı bulamamıştı. Ahmet'i kendi elleriyle tuzağına çekiyordu ve gözlerinde gördüğü şaşkınlıkla başardığını da anlamıştı.
Konuşması son bulan Doğan derin bir iç çekti. Kuruyan dudaklarını ıslatırken başını arkaya atmıştı. Nefes sözünü kesmeden her bir noktasını dahi unutmamaya çalışarak dinlemişti. Kendisi de hamağın içinde oturmuş Doğan'ın anlatmasından önce kendilerine sıcak birer içecek hazırlamıştı. Bahçedeki sessizlikle mezar sessizliği aynıydı.
Nefes bir ipucu bulabilme umuduyla parçaları birleştirmeye çalışsa da zihni bir yerden sonra iflas etmiş düşünmeyi bırakmıştı. Uygar'a ait tek bir kelime geçmezse bile aslında Doğan'ın söylediği isimle, Uygar'ın aynı kişi olmasına ihtimal vermişti içten içe.
"Hayatım sanki bu bıçak izine bağlıymış gibi." dedi yüzünü buruştururken. Sanki pamuk ipliği yanağındaki bıçak izine bağlıymış gibi. "Görenler çok tuhaf bir şeymiş gibi bakıyor. Anlamıyorum. Sıradan bir bıçak izi işte! Ne gibi tuhaflığı, özelliği olabilir ki?"
Nefes, Doğan'ı duymazlıktan geliyordu. Aklı başka yerdeydi. Düşündüğün şeyin ihtimali bir anda yükselirken yüzünde içten bir tebessüm oluştu.
Doğan başını kapkaranlık olan gökyüzüne çevirdi. Ellerini başının altına koyarken bakışları Nefes'i buldu. İçten bir şekilde kendi kendine tebessüm ettiğini fark edince ilk defa görmenin şokunu yaşıyordu. Bu büyüyü bozmak istemese de bozdu. "Nefes."
Nefes'in tebessümü anında solarken kendine geldi. Bakışları tepkisiz haline dönerken Doğan'a doğru döndü. Elindeki soğumuş bardağı kenara bıraktı ve kendisi de hamağa doğru yaslandı. Bakışlarını gökyüzüne çevirirken birçok yıldız ikisine de güldü.
"Zakkum'un 'Gökyüzünde' adlı şarkısında bir sözü 'Eskiye dalıyor gözüm dalmasın da ne yapsın.
Bugün günlerden o gün sanki döndün ayaktasın.' sana ne anlam ifade ediyor?" konudan bağımsız bir şey sorarken Doğan kahvelerini kıstı.
Biraz düşündü. Ne anlam ifade ettiği aslında apaçık ortadaydı. "Kaybettiğin birini hatırlatıyor insana. Bu kayıp ölümle bitmiyor, hayatta olmasına rağmen kaybedebiliyorsun. Seninki hangisi?" diye sorunca niye sorduğunu az çok fark etmişti. Kendisinde kayıp verdiğini ama bunu dile getirmekte gizler gibi bir hali vardı.
Nefes cevap vermedi. Verecek bir cevabı var mıydı onu da bilmiyordu. Uygar'ı gerçekten kaybetmiş de olabilirdi, kaybetmemiş de.
"Belki." üstü açık bir cevap verirken bakışlarını Doğan'a döndürmedi. "Kayıp vermek kadar insanı yaralayan bir şey yok bu hayatta."
"Bekleyiş de var. Neyi beklediğini bile bilmediğin bir bekleyiş."
Nefes hamaktan doğruldu. Donuk bakışları yana kayarken Doğan da doğruldu. Gözlerine 'ne oldu' der gibi bakarken "Özrünü kabul ettim. Artık vicdan azabı çekmene gerek yok. Pişmanlıkta. Sabah erken gelmene gerek yok bu arada. Dokuzdan sonra da gelsen olur." der demez ayaklandı. Doğan, Nefes'e rica eder gibi değil de istekle bakarken burada olmasını gözleriyle anlatmaya çalıştı.
Nefes bakışlarındaki isteği anlasa da anlamazlıktan geldi. "Nefes?" dudaklarımda adım ilk çıktığında bir yabancıdan ibareydim.
"Erken kalkmam gerek. Arasta sabahın köründe arayacaktır yine. Aden'i de okula bırakmam gerek. Uyusam iyi olacak." açıklama değil de yapması gerekenleri söylerken kolundan tutuldu ve hamağa tekrar oturtturuldu. İkidir kolundan tutulup oturtturmasına sinirle karşılık verirken bir kez daha doğrulmaya çalıştı.
"Doğan! Şansını epey bu gece zorladın!" diye uyarıda bulunurken tahammülü git gide azalıyordu.
"Biraz daha zorlayacağım öyleyse. Uykunun olmadığını biliyorum. Sabaha kadar uyumazsın da. Mis gibi havada hamakta uzanmanın tadını çıkarmanın vakti bence. Eminim ki uzun zamandır bu hamak buradadır ve hiç bunun tadını çıkarmamışsındır?"
Nefes'in kaşları 'emin misin' der gibi havaya kalktı. Yazını bu hamakta geçirdiğini biliyordu. "Bu kadar emin konuşma." dedi soğuk bir sesle. "Hamağın hakkını fazlasıyla veririm."
"Öyleyse bugün de çıkart." dedi ve kolundan daha güçlü şekilde tutup tam oturmasını sağladı.
"Hatırlat bacağına bir el ateş sıkayım!"
"Olur, hatırlatırım." yüzünde kocaman gülümsemeye neden oldu en son.
?
"İşte öyle. Dışarısı sandığımdan daha kötü bir yermiş. Hayatının ilk çelmesini yediğimde 19 yaşıma girmek üzereydim. Garip değil mi? Bir tutsaklıktan kurtuluyorsun ardından bir diğerine yakalanıyorsun. İnsan özgürken de tutsakmış..." diye yıldızlara bakarak mırıldanırken hamağa daha çok yayıldı. Hemen yanı başına uzanan Nefes de sessizce Doğan'ı dinlerken söylediklerine hak veriyordu.
"En garibi de budur ya. Öldüm der durur, yine de yaşarsın." Mevlana'dan alıntı yaparken Doğan'ı istemsizce bir gülme tuttu. Başını hafif yana kaydırıp bedenini de yan yaparken kolu dik bir şekilde hamakla başı arasına yaslı durmuştu.
"Ne gülüyorsun? Komik mi?" terslercesine kaşlarını çatarak kızarken Doğan bir kez daha sırıttı.
"Garip." diye fısıldadı. Nefes kaşlarını daha çok çattı. "Tam kelime bu galiba?"
"Ne dediğini anlamıyorum. Çıldırtacak mısın beni?" Nefes de yan dönerken aralarında az bir mesafe vardı.
"Garip, seni bir kelimeyle anlatırsak... Garip kelimesi olurdu. Garip kelimesinin karşıtı gibisin." gözlerinden geçen hissin tanımı tanımsız gibiydi.
"Garip?" diye tekrarladı. Gülecek gibi oldu. Dudağı yana doğru kıvrılırken gülmekten kendini son anda kurtardı. "Garip miyim ben?" yıldızların ışığı üzerine yansımı gibiydi.
"Çok!" dercesine harfleri uzattı. "Bakıyorum bazen, donuk. Bazense sert mesafeli. Bazense bir arkadaş kadar yakın. Bazense korumacı bir anne."
Saat epey ilerlemiş sabah sularına yaklaşmıştı ama bu umurlarında değildi. Öyle bir koyu sohbete dalmışlardı ki güneşin doğuşunu görmeyecek kadar birbirlerine dalıp kalmışlardı.
"Hepsinden karışık olunca garip mi oluyormuşum?" hafif alayla sorarken Doğan gözlerini yumup açarak cevapladı. Ardından sırt üstü dönerken Nefes hâlâ pozisyonunu bozmamıştı.
"Farklı olmak istemez misin?" dedi Doğan merakla.
"Farklı olmak istediğimi düşündüren ne?"
"Hiçbir şey."
"O zaman?" dedi Nefes derin nefes bırakırken.
"Seni farklı kılan herkes gibi göründüğünü sanman. İşte bu seni farklı kılabilir."
"Herkes, herkes gibidir zaten." Doğan yine güldü. Konuştukları konunun saçmalığına kanaat vererek kahkaha atmaya devam ederken "Herkes, herkes gibi midir sence?" diye sordu.
"Tamam, bu alakasız oldu." yenilgiyi kabul ederek onaylarken "Kahveden mi?" diye bir başka soru sorarken Doğan ilk başta anlamadı. Ardından neyden bahsettiğini idrak edince muzipçe göz kırptı. "Kafa yaptığı doğrudur."
"Bizim şimdi kafamız mı güzel?"
"Öyle galiba." derken bu sefer ikisi de gülümsedi.
"O gün?" dedi Nefes nikâh günü kastederken. "Gerçekten dans teklifini kabul etseydim, dans edebilecek miydin?" dans edebileceğine ummuyordu nedense.
"Ederdim." dedi hiç vakit kaybetmeden. "Ama kabul etmedin, şansına küs." dedi yarı alayla karışık şakayla. O gün gerçekten dans etselerdi eli, ayağı birbirine dolanacak gibi üstünde kaygı vardı.
"Bir gün sözüm olsun, o zaman?" gözlerinin içine umut doğacakmışçasına bakarken Doğan, Nefes'in bugün farklı bir yanını görmüştü.
"Gerçekten sözünü tutmanı bir gün istesem tutacak mısın?" ümitle yüzüne bakıyordu. Sanki gerçekten sözünü tutmasını ister gibiydi.
"Ben her sözümü tuttum. Bunu da tutarım." dedi iddialı bir sesle. İnfazın eşiğindeyken de sözünü tutabilecek miydi, bundan şüphesi vardı. Kalbinin infazı yakındır. Ve o gün geldiğinde ise saklayacak bir hissi olmayacaktı.
"Eyvallah." dedi. Ardından bakışlarını gökyüzüne çevirdi. "Gökyüzünü izlemeyi o kadar hayal etmiştim ki... Hayal etmek bile imkânsızmış gibi. Birkaç ay dışarda kaldım ama hiç gökyüzüne bakmayı cesaret edemedim." sustu. Boğazına takılan yumruyu yutmak işkence gibi geliyordu. "Bugün galiba milat. O cesareti kırıp gökyüzüne bakmam bir milat gibi."
"Sen şimdi türkü de söylemişsindir." dedi boğukça.
"Ne alaka?" diye kaşlarını çatarak sordu.
"Ne alaka deme. Tamam, dört duvar arası ama orada hiç gökyüzü yokmuş gibi davranmasan mı?"
Doğan göz devirip homurdandı. "Gökyüzünde nefes alamıyordum. Sanki yarım bir şeyler var gibiydi. Nefes almamamın tek sebebi gökyüzünü izlemek değildi. Nefes alabileceğim bir neden olmayışıydı." nefesini tuttu. İma ettiği şeyi Nefes anlamadı. "Nasıl yani?" diye sordu anlamayarak.
Cevap vermedi. Susmayı tercih etti. Uzun bir süre de aralarındaki sessizlik bozulmadı. "Gökyüzüne baktığında ne görürsün? Ay ve yıldızlar değil mi? Ya onlar yerine başka bir şey görüyorsan? Gerçek anlamda nefes alabileceğin bir huzur varsa o gökyüzünde?" Nefes kelime oyunundan çıkardığı sonuçla gökyüzüne baktı. "Sevdiklerimiz." dedi kendi kendine fısıldarken. 'Uygar.'
Gözleri kapanmak gibi olurken esnedi. Gözleri kayacak gibi olurken yummamak için çaba sarf ediyordu. Güneş yavaş yavaş doğmaya devam ederken gözleri uykuya direnemedi ve kapandı.
İlerleyen saatlerde uykunun verdiği yenilgiyle kolları arkası dönük olan Doğan'ın belini buldu. Ardından Doğan da Nefes'e doğru dönerken onun kolları da başının altını bulmuştu. Uykunun yorgunuyla ne yaptığını kavrayamamıştı ve bu sefer kendisine temas eden bedene sarılıp kalmıştı.
Doğan'ın yüzü Nefes'in sarı saçlarının arasına karışırken kollarını da kollarının üstüne koyarak ellerini sarmalamıştı.
İntihar sizce sadece fiziksel bir sebeple mi olurdu yoksa bunun ruhsal olarak intiharı da olabilir miydi?
Birden fazla infaz...
Ve birden fazla intihar etmek isteyen kalpler vardı. İntihar ve infaz ruhunu da tutsaklığa mahkûm ederdi. Şimdi söyleyin özgürlük mü, tutsak olan kalpler mi?