AÇIK YARA PART I

4651 Kelimeler
10.BÖLÜM AÇIK YARA 19 TEMMUZ 2005 Yazmaya 'Sevgili Mektup' diye başlamak yerine 'Sevgisini Yitirmek Üzere Olan Mektup' olarak değiştirsem iyi olacaktı. Çünkü sevgini yitirmek üzereyim anne. Ramak kaldı. Git gide inanıcım sönüyordu. Biliyor musun anne? Bugün benim onuncu yaş günüm... Pastamı seninle kesmeyişimin onuncu yılı. Dilek dilemediğin onuncu yılım... Mum üflemeyişimin onuncu yılı. Burada kutladığım doğum günleri sensiz çekilmiyor anne. Belkıs Müdire bana küçüklüğümü anlattığı zaman ne dikkatimi çekmişti, biliyor musun anne? Ta o zaman bile huysuzlaşırmışım, doğum günümün pasta mumunu bile üflemezmişim. Yoksun yine! 'İyi ki doğdun Nefes güzelim.' diyecek ne annem var yanımda ne de babam. Saçlarımdan öpecek ve hediye bekleyecek ailem olmayışı kalbimde derin bir mezarın açılmasına neden oluyor. Sanki kalbimde iki mezarın ağırlığını taşıyorum. Sessizliğim mezar olmuş, ruhum ise toprağa kavuşmuş gibi... Üzerine çiçek koyan yok. Sulayan yok. Canlandıran yok. Korkuyorum, çok korkuyorum anne. Biliyorum, bir gün buraya geleceksin. 'Bir sebebim vardı.' diyeceksin. Alacaksınız beni yanınıza. O günü dört gözle bekliyorum. Birkaç hafta önce Belkıs Müdire başka şehre gitmek zorunda kaldı ve yerine acımasız, gaddar, merhameti olmayan bir Müdür geldi. Daha ilk görüşte anlamıştım bize zarar vereceğinden. Anlamıştım anne, biz kurban o ise iblis olacağını. Burası güven kokardı, huzur kokardı. Şimdi ise korku kokuyor, ölüm kokuyor anne. Güne huzurlu uyanan ben şimdi huzursuzla uyanıyorum. Her an bir yerlerden ölüm çıkacakmış gibi, Azrail canımı alacakmış gibi hissediyorum. Normal mi bu anne? Normal mi? Kurtaracaksın bunu biliyorum. İnancım tam. Bir gün beni bu hapishaneden kurtaracaksın. Sana olan inancımı kırma... 25 EKİM 2005 'Sevgisini Yitirmek Üzere Olan Mektup' İlk satırım sevgisini yitirdi bile. Son satırıma kaldı tüm inancım. Son noktayı koymadan önce seninle karşılaşmak dileğiyle anne... Umarım o son noktaya kadar yanımda olursun. Akşam vaktiydi. Hepimiz uyumak zorundaydık ama benim hiç uyku yoktu. Gözlerim bir cin gibi tavana dalmış. Herkes uyudu ama ben uyumadım, çünkü yine seni bekliyorum anne. Kapı sessizce aralandı. Hemen battaniyenin altına korkuyla saklandım. Gözlerim bu sefer korkuyla kapanmış, gitmesini bekliyor. Nefesimi bile tutmak zorundaydım yoksa bana yine zarar verebilirdi. Hışırtılar çoğaldı, çığlıklar odanın içinde yankılandı ama birileri sanki yastıkla boğuyormuş gibi çığlık sesi geliyordu. Bakamadım anne. Bakamadım. Bakarsam sıra bana da geleceğinden çok korktum. Kızların çığlıkları bana da geçecek diye çok korktum. Kulaklarımı kapattım. Ağlamamak için dudağımı sürekli kanattım. Ağzımdan akan kanlar yastığa damlıyordu. Her çığlıkta kulaklarımı daha derin kapatıyordum. Kızların sesi kesildi. Sessiz atılan adımlar gitti. Oda bir mezarlık gibi ölü korktu. Ölmüşler anne! Kafamı kaldıramadığım o gece, gün ışığıyla açtığım zaman oda bir değil birkaç tane ceset kokuyordu. Çığlığım tüm odayı sardı. Gördüklerim beni korkutmakla kalmadığı gibi kalbimin bir süre atmayışıyla sunuldu. Anne, oda ceset kokuyordu. Bir ölüm değil birkaç ölüme şahit oldum o gece. O gece katliamdı, mezardı anne. Üzerine toprak atılmayan bir mezarlıktı. Kızlar yataklarında cansız yatıyordu. ANNE! BEN İLK DEFA ÖLÜMLERE ŞAHİT OLDUM VE O GÜN BANA GÜN DOĞMADI. O gün hiçbir şey olmamış gibi yataklardaki cesetler taşındı. Ben sindiğim yerde dondum, kalkamadım. Gözlerim yataklara kilitlenip kaldı. Bu... Bu travmadan daha fazlasıydı anne. Bu... Bu tanımı daha bulanmayan bir psikolojik terim gibi bir şeydi. Anne! Üstüm başım ceset kokuyor. Ne kadar banyo edip temizlensem de o koku üzerimden gitmiyor. GİTMİYOR ANNE! (8 MAYIS 2006 BOLU- ÇOCUK YETİŞTİRME YURDU) Müdür odasının önünde duran ve kapıya vurmaya çekinen küçük Nefes, elindeki mektupları düşürmemeye çalışıyordu. O mektuplar onun en değerli hazinesiydi. Her bir mektubunda annesine olan özlemini yansıtmıştı. Ulaşmayacağını bile bile usanmadan, bıkmadan her gün yazıyordu. Kendini cesaretlendirmeye çalıştı. Yapmalıydı, kapıyı vurup 'gir' demesini beklemeliydi. O küçük korkak kızı bir kenara atıp cesur olmalıydı. Küçük narin eli kapıya gitti ve iki kez vurdu. Nazikçe 'gir' demesini beklerken tam tersini iddia eden öfkeli bir ses duymuştu. "Ne var lan?" Küçük kız korkuyla titredi. Küçük dudakları korkuyla büzüldü ama pes etmedi. Korkak adımlar eşliğinde kapıyı var gücüyle araladı ve gözleri canavar kadar korkutucu bakışları buldu. Müdür yine küçük kızı görünce kaşlarını öfkeyle çatmıştı. Bıkmıştı, bu küçük kızın boş umut dolu isteklerinden. Elinde gördüğü mektupla olmayan ailesine yazdığını anlamıştı. "Yine mi lan fare!" diye bıkmışçasına kükrerken, küçük kız bakışlarını korkuyla kaçırmıştı. Ondan önceki Müdire kat be kat daha merhametliydi. Küçük kıza resmen tozpembeyi yaşatıyordu ama sonra tahini çıkan Müdireyle cehennemi aratmayacak bir hayat yaşamaya başlamıştı. "Şey..." dedi tir tir titr+emek üzereyken. "Yok, mektup falan! Çık şu kafadan! Ailen yok senin, anladın mı yok! Onlar yok, onlar seni bir çöp gibi bırakıp kaçtı. Yazma! Benim tepemi de arttırma fare! Anlıyor musun beni? Seni sevselerdi buraya bırakırlar mıydı?" Müdür'ün acımasızca söylediği sözlerle gözlerine yağmur düşmüştü. Ellerinde sıkı sıkıya tutuğu son mektupları bağrına öyle bir bastırıyordu ki vücudunun bir yeriymiş gibiydi. "Bir sebepleri vardır? Benim iyiliğim için buraya bırakmışlardır? Öyle bir sebep-" "KES!" diye kükredi Müdür. Gözlerindeki ateş küçük kızı epey korkutmuştu. Bağırdığı an elindekiler yere düşerken yerinde zıplamıştı. Küçük masum gözleri kocaman açılırken yanına kadar ulaştı. Küçük kız dibinde biten Müdür'le kalbi korkuyla hızlanırken saçlarında bir sızı hissetti. Canavarın büyük elleri gibi saçlarında elleri geziyordu. Korku dolu bir çığlık attı. Yağmurlar yanaklarına dökülürken "Bıktım lan senden! Her gün ama her gün bu kapı senin mektupların yüzünden açılıyor! Sabrım taşmak üzere anlıyor musun beni fare? Seni şuracıkta öldürürüm kimse de bir şey yapamaz! Canını seviyorsan sabrımı taşırma küçük fare ve ayakaltında da çok dolanma." der demez yere düşen mektupları gözlerinin içine baka baka binlerce parçaya ayırdı. Küçük kız onun için değerli olan mektupların yırtışını gördükçe hıçkırıkları artıyordu. Her bir kelimesini özenle yazdığı mektuplar okunmayacak hâle geldi. Canı öyle yanıyordu ki küçük kalbi birazdan atmayı kesecek gibiydi. "Şimdi? Al o parça parça olan kâğıtlarını ve odana git! Yerde tek bir kâğıt parçası görmeyeceğim, duydun mu beni!" Küçük kız, onu duymuyordu. Gözleri yırtılan mektuplarındaydı. Ailesine ulaştırmak için can attığı satırlar yanmıştı. Kül olmuştu. Saçlarında yeniden bu sefer daha acı bir sızı hissederken, Müdür; küçük kızı yere fırlatmış ve tek tek kâğıt parçalarını toplamasını acı bir şekilde göstermişti. Küçük kız, akıttığı yaşları kâğıtlara bulaşırken o an kendine uzun bir nutuk çekmişti. 'Öyle bir sebeple karşıma çıksınlar ki affedeyim. Öyle bir sebeple karşıma çıksınlar ki affedemeyecek yanım buz tutsun karşılarında. Öfkem, kinim hep taze dursun. Bir gram bile onlara karşı öfkem dinmesin.' Günlerden 8 Mayıs. O gün anneler gününde annesinden ilk defa nefret etti. O gün anneler günü ve küçük Nefes, mektubun ilk satırından son noktasına kadar öfkesini dile getirdi. 8 MAYIS 2006 Bugün, senin gelmeyeceğine tüm kalben inandım. Ben ilk kez senin gelmeyeceğine inandım. Diğer tüm mektuplar gibi sana olan sevgimi, inancımı satırlara yazıp da kendimi artık kandırmayacağım! Bu mektup bir gün eline geçerce eğer... Bil ki; ben çoktan kurtulacağım buradan. Karşıma çıkma cesaretinde bulunduğun an tek karşılaşacağın yüz, öfke dolu bir yüz olacak. SENDEN NEFRET EDSİYORUM ANNE! Gelmedin... Beni canavarın elinden kurtarmaya gelmedin! Ve ben artık eski ben değilim. Aldılar benden benliğimi. Yok, ettiler tüm gülüşümü, kahkahalarımı söndürdüler. Solan bir çiçeğe, ölmek üzere olan bir ruha döndüm. 'Bedenim' demedim 'ruhum' dedim. Benim ruhumu öldürdüler. Benim sana olan inancımı öldürdüler. Benim sana olan sevgimi öldürdüler. Küçücük bir çocuğun ruhunu emdiler. SENDEN NEFRET EDİYORUM ANNE! Bugün anneler günü değil artık. Bugün senin bendeki ölüşün... Bugün benim inanıcımın yok oluşu... Bugün sana olan öfkemin ilk başlangıcı. Ben yine mektup yazacağım gitmeyeceğini bilerek. Ama her satırında sana olan öfkemi dile getireceğim. İlk satırdan son satırına kadar öfkemi kusacağım... Hoşça kal anne. Ben zaten o gün ölmüşüm sadece bedenim hayattaymış. O gün yaşananlar dün gibi aklımda kazılı. Her bir salisesi acı çekerek geçirdim o geceyi. Yine inanmıştım sana. Geleceğine ümit etmiştim. Ama artık inanmıyorum. Meğerse boşa kürek çekiyormuşum anne... Ayrılık bazen haddinden fazla can yakar. Bu bir bitiş ayrılığı değildir. Bu bir başlangıcı getiren ayrılıktır. Canın yanacak, acı çekeceksin hem de iliklerine kadar. Unutmak isteyeceksin. Unutmak istedikçe daha da acı çekeceksin. Kalbin bu acıya katlamayacak belki de. Kendini herkese, her şeye kapatacaksın. Yanında kalabalıklar oluşacak, sen o kalabalıkların arasında yalnız hissedeceksin. Seni kaldırmaya çalışacaklar. Düşmene asla müsaade etmeyecekler ama sen öyle bir düşmek istiyorsun ki her adımında seni engelleyecekler. Düşmek istiyorsun. Sonsuza kadar düşüp bir daha da kalkmak istememek. Bir yerden sonra yorulacaksın. Tak edecek canına. Boğulacaksın. Yalnızlıktan sıkılacaksın, etrafında insanlar olmasını isteyeceksin. Seni kaldıranlar, kalkmak istediğinde yanında bulunmayacaklar. Çünkü sen bazı şeyler için geç kalmış olacaksın... Hem de çok geç. Gözleri karşısındaki duvara kilitlenip kalmıştı. Ne tepki veriyordu ne de bakışlarını o duvardan çekmek biliyordu. Üç gün geçmişti o acının üzerinden. Üç gün boyunca sessizdi, ağzı bıçak açmıyordu. Nefes aldığından bile şüpheliydi artık. Koridorda ayak dibinden kim bilir kaç doktor, kaç hasta geçti; kaç çığlık duydu hatırlamıyordu. Doktorlar kaç kez sakinleştirici iğne vurmuştu kaç kez krizi önlemişti bu üç günde de sayamayacak kadar raddeye gelmişlerdi. Üç gün geçmişti. Koskoca üç gün... Cenazeye bile katılmadı. Yerinden hiçbir kuvvet onu kaldıramamıştı. Son çare olarak tüm işini, gücünü bırakan Nefes, yanında durmasıyla dizginlemişti az da olsa krizlerini. Hastalar, doktorlar yanlarından geçerken kramp giren dizini kendine doğru çekti. Kollarını, kırdığı dizinin üstüne yaslarken uykusuzluktan gözleri kıpkırmızı olmuştu. Kilitlenerek kaldığı o duvardan bir saniye olsun bakışlarını çekmezken bu durumdan artık rahatsız olan Nefes, Doğan'ın bu hallerine el atmasının gerektiğini düşünüyordu. Sabrının son kırıntısı da az önce biterken tam karşısına dikilerek doğruldu. Sırf kendine zarar vermesin diye Arasta'nın gelmesini bile ertelemişti. Sırf kendine zarar vermesin diye bir saniye bile yanından ayrılamamıştı. Doğan, duvarı bedeniyle kapatan Nefes'e ağır bir edayla bakarken en az Nefes'in bakışları kadar donuktu. Nefes tam gözlerinin içine baktı. "Kalk!" diye sertçe gürleyerek emir vermek zorunda kalınca karşısındaki bedenin tepkisizliğiyle sabrı tükenmişti. Tüm işini, gücünü bırakmış üç gündür sadece Doğan'ın o soğuk yerden kalkmasını bekliyordu. Diğerlerini zar zor yollamış kendisi ise burada kalmıştı. Doğan cevap bile vermedi. Konuşacak takati bile kalmamıştı. Onun için küçük bir kayıp değildi. Onun için öyle bir kayıptı ki... Yaşamını elinden alınmış gibiydi. Hayattaki tek ailesini de kaybetmişti. "KALK! HASTA OLACAKSIN!" Nefes koridorda öyle bir bağırdı ki ses telleri hiç bu kadar desibeli tatmamıştı. "Sana. Kalk. Dedim. Kalk!" İfadesi sertleşti çenesi kasıldı ama yine de bir tepki alamadı. "İYİ!" diye umursamazca çıkıştı. "Kal orada! Perişan et kendini, durma! Hatta öldür kendini. Acın son bulsun! Hadi, ne bekliyorsun? Yapsana, öldürsene kendini!" sustu. Tüm hastane ayaklanmış da tartışan ikiliye odaklanmış gibiydi. Kaşlarını çatmış öfkeyle derin nefes alıp veriyordu. Elleri rastgele iki yanda savuruyordu. Gözü öfkeden parlamıştı. "Çok mu istiyorsun ölmek? İyi öl. Ama bunu da unutma. Kendini mahvederek, üç gün boyunca o kıçını betondan kaldırmayarak hiçbir şey eskiye dönmeyecek! Annen geri dönmeyecek aksine daha çok üzülecek. O öldü diye hayat durmaz, anladın mı beni! Durmaz. En azından senin annenle elinde anıların var. Onlara sahip çıkmak varken kendini en kolay yolu seçip de o anıları beş para etmez dünyada bırakamazsın! Duydun mu beni?" Nefes almadan tek bir hamlede sözlerini dile getiren Nefes gözlerine öfkeyle baktı. Bedeni öfkeyle tir tir titredi. Kahveler hâlâ tepki vermiyordu. Boş bir ifadeyle mavilere bakıyordu. Kafasında her ne geçiyorsa anlamak zordu. Nefes ilk kez nasıl baktığını anlayamadı. O gün, parkta bile gözlerinden geçenleri anlamışken şimdiyse hiçbir şey anlamıyordu o bakışlarda. Doğan bir hışımla ayaklandı. Duydukları epey germişti kendisini. Gövdesi kaskatı olurken gözlerini sakinleşmek adına yumdu. Canı yanıyordu. Canı yandıkça yakmak, kül etmek istiyordu. Dilindeki zehri atmak istiyordu. Saldırmak, kırmak istiyordu her can yanışında. "Neden buradasın Nefes? Neden yanımdasın? Çıkarın ne bu adamdan? 27 yıl boyunca hapis yatan adamdan ne bekliyor olabilirsin de, konu anneme geldiği an yanımda bitiyorsun? Evet!" diye kükredi. Sesi koridorda yankı yapmıştı. Buz gibi olan bakışları bu sefer yanardağ kadar alev alevdi. Gerçekten merak ettiği konulardan biriydi. 'Neden, konu anneye gelince hassas bir çocuk gibi davranıyordu? Bu kadar derin ne yaşadı da yaralı kalmıştı?' düşünmeden edemiyordu. "Ölmek istiyorum! Duydun, sorduğun sorunun cevabı buysa evet ölmek istiyorum. Bu seni ne kadar tatmin eder bilmiyorum. Sen belki de bu acıyı tatmamış olabilirsin, o yüzden bu kadar güçlü duruyor da olabilirsin. Ama anneni kaybetseydin. Ki inşallah bu acıyı tatmazsın. O zaman dünyanın en güçsüz insanı olurdun. Çünkü evladı güçlü gösteren annedir. Sevgisidir." "Bitti mi?" en soğuk ses tonuyla telaffuz ettiği an kendi bedeninin de donduğunu hissetti. "Üç gün boyunca kusamadığın öfkeni, acını atabildin mi? Dudaklarına kilit vurduğun sessizlik bitti mi?" "Bitmedi! Bitmez öyle kolay kolay! Ama dinlemem diyorsan çıkış yönü sağ tarafta." bakışlarını ondan kaçırdığı gibi eliyle 'acil çıkış' yazan tarafı gösterdi. "Burada durmanız bile hataydı Nefes Hanım. Herhangi biriyim ben. Önünüzden gelip geçen bir kişi gibi önemsiz, değersiz biri... Siz her insana bu kadar tolerans tanırsanız tepenize çıkar, başa çıkması zor olur. Kızınız evde merak etmiştir sizi. Üç gün boyunca yanımda durup ilgilendiğiniz için de... Eyvallah ama kendinizi bir başkası için, hele ki tanımadığınız bir adam için yormayın." son sözlerini bitirdiğinde tekrardan köşesine çekilirken Nefes tek kelime etmemiş sadece karşı tarafın savunma yapışını izleyip durmuştu. Kendisini hiç çekinmeden kovarcasına çıkışı işaret ederken saygınlığını korumaya devam ediyordu. Acı çekiyordu, can yakmak istediğini görebiliyordu. Buna rağmen gitmemişti. Tüm öfkesini yakarak kurutacaksa sesini dahi çıkarmadan dinleyebilirdi. Hâlâ gitmediğini fark eden Doğan 'Daha ne yapabilirim?' diye düşünmeden edemedi. 'Bu kadın pes etmek nedir, bilmez miydi?' "Ne istiyorsunuz?" diye yenilgiyle sordu Doğan. "Yanmak mı istiyorsunuz Nefes Hanım? Benim acı çekişim sizi küle çevirir ama. Siz bunu göz göre göre bilmezlikten mi gelmek istiyorsunuz? Tamam." duraksadı. Ve belki de kül etmek için ateşe gerek yoktu. Bir bakışıyla, bir sözüyle küle çevirebilirdi canının yakışını. "Tamam, madem kül olmak istiyorsunuz? Bunu zevkle yaparım. Hiç kimseye önem göstermiyoruz, varsa yoksa o gizli işleriniz. Varsa yoksa o kibriniz. Kimseye değer verdiğiniz yok. Kızınıza bile değer verdiğinizi düşünmüyorum. Varsa yoksa siz. Sadece kendiniz. Alper sizden büyük olmasına rağmen size karşı çıkmıyor. Değer veriyor, seviyor. Sizin için endişe ediyor ama sizin umurunuzda değil!" Nefes bu sözler karşısında burukça dudak kıvırdı. Kızmıyordu, azarlamıyordu. Sadece dinliyordu. Canını yakıyor muydu? Belki evet belki hayır... "Daha ağır sözlerin varsa zamanım bol, dinlerim." Nefes'in ters psikoloji uygulaması karşısında allak bullak olurken bu tepkisizliği beklemediği aşikârdı. Gözlerinde bir gram olsun acı yoktu. Yutkunamadı. Ona yukardan bakan kadına daha can acıtıcı şeyler söylemek istiyordu ama bu bile Doğan için fazlaydı. "Tepkisizliğim de var, onu unutmamak lazım. Her an donuk gibiyim. Kimseye yakınlık göstermem. Bencillik bile vardır ha, belki de? Ne dersin Doğan, var mıdır?" Doğan yerine kendisi sözleri tamamladığında daha da dehşet içine girdi. Bencillik? Hayır! Her ne telaffuz ederse etsin bencil diyemezdi. Değildi, biliyordu. Sadece öfkesini kusmak istiyordu. Tek istediği buydu. "Var, var öyle baktığına göre var. Aslında haklı olabilirsin. Ben bencil insanım. Kimseye acımam, evet evet öyleyim." dudakları alayla iki yana kıvrılmayı sürdürürken aralarındaki gerginliği bir telefon sesi böldü. Nefes cebinden telefonu çıkarırken gözlerini, gözlerinden ayırmadan aramayı cevapladı. "Evet?" derken sesi buz gibiydi. "Neredesin sen Nefes! Kapına geldim önüme bin ton koruman çıktı. Hele ki biri canımı o kadar sıkıyor ki belindeki silahı alıp onu vurmak istiyorum. Ahhhhhhhh!" Nefes duyduğu tanıdık sesle anlık gözlerini yumdu. Telefonun diğer tarafından gelen sesle Nefes sessiz kalmaya devam etti. "O sesinin ayarına dikkat edin hanım! Ve belimdeki silahı almaya cesaret ettiğiniz an..." "Ee! Ne yaparsın? Vurur musun beni! Hadi, vur!" "Arasta!" diye sıkkınca bağıran Nefes'le karşı taraf sessizliğe büründü. Alper'in sesinde şaşkınlık belirdi. "Ne! Arasta bu mu? Yani Arasta Hanım! Ama..." "Evet bebeğim! Ben Arasta! Nefes'in, Azerbaycan'daki arkadaşı, dostu Arasta. Ve sen de Alper olmalısın." dedi Arasta kendinden emin bir sesle. "Geliyorum." diyerek son noktayı koydu ve telefonu kapattı. Ayaklanan Doğan'a bakmadan içindeki öfkeyi bastırmaya çalışarak yanından ayrıldı. İşte şimdi acısıyla baş başa kalan Doğan, vicdanın sesini kısabilecek miydi, muammaydı. Nefes evin önünde duran Alper'le birlikte Arasta'yı fark edince yanına ağır adımlarla ilerledi. Arasta, Nefes'i fark eder etmez kollarını boynuna sararken "Türkiye'ye geliyorum ve senin karşılamanı beklerken bu ukalayla karşılaşıyorum, ah!" diye sitemle yakındı. Nefes hissizce dikilmeye devam ettiğinde kollarını en iyi dostuna dolamamıştı bile. Arasta bu tepkiyi beklemiyor olacak ki Nefes'ten ayrıldı ve gözlerinin içine şüpheyle baktı. Bir şeyler olduğunu sezmişti. "Nefes sen iyi misin?" sorusuna sessiz kalan Nefes boğaz temizleyip yüzüne sahte bir gülümseme bahşetti. Onun için zordu ama karşısındaki dostuna bir şeyler çaktırmak da istemiyordu. "İyiyim, bebeğim." dedi kısık çıkan bir tonla. "Biraz yorgunum sadece." yorgundu gerçekten de. Hem de çok yorgun. Arasta bu 'İyiyim.' deyişine nedense inanmadı. Gözlerine daha çok kuşkuyla baktı ve kaşlarını havalandırdı. "Emin misin? Pek öyle gözükmüyor-" "Nefes yenge 'iyiyim' dediyse iyidir." aralarına giren Alper ukala bir ifadeyle yanlarına ulaştı. Arasta, Alper'in sesini duyduğu an öfkeyle hırladı. "Sana mı soruyorum ben! Kardeşime soruyorum!" "Senin kardeşinse benim de yengem." "Tamam." dedi Nefes usanmışçasına. "Yine başlamayın! İçeriye geçelim." dedikten hemen sonra Alper'e doğru döndü. "Doğan hâlâ orada." Alper ne demek istediğini anlayarak başıyla onayladı. "Tamam yenge. Ben gidip getiririm." "Doğan? Şu bana bahsettiğin kişi mi?" meraklı bir ifadeyle soran Arasta'yla beraber içeriye geçti Nefes. "Evet." "Vovv! Desene bir eniş-" "Arasta kes sesini!" diye onu kızgınca susturdu. Salona geçerlerken Arasta hâlâ soru sormaya devam ediyordu. "Bana yarın demiştin Nefes? Ben de ona göre program yaptım ve sonra ne oldu inanamazsın, ah!" Nefes hiç merak etmese de kardeşini kırmamak adına merak ediyormuşçasına davrandı. "Ne oldu Arasta? Yine ne oldu da başını belaya soktun?" "Aşk olsun! Başımı belaya sokmadım bu sefer. Uçaktan iner inmez gazetecilere yakalandım." bu Nefes'in ilgini çekmiş olacaktı kulak kesildi. Kaşlarını çattığı an ciddiye bürünürken Arasta derin bir iç çekmişti. "Ne demek 'Gazetecilere yakalandım?' Ne dediler? Ne sordular, sen ne dedin?" "Nefes, nefes al." art arda sorularla beyni çalkalandı. Yüzünü buruşturduğunda ise rahat bir şekilde koltuğa yaslandı. "Onunla ile ilgili soru soracak oldular ama ellerine bundan daha güzel haber verince rahat bıraktılar. Ah bebeğim... Ben bu sıkılmalara gelemiyorum sen nasıl dayanacaksın öyle merak ediyorum ki?" dudak büküşüyle Nefes daha da sabırsızlandı. "Ne söyledin?" o sırada yanlarına gelen Yıldız Sultan'la konuşmalarını kestiler. "Hoş geldiniz efendim. Bir şey içer miydiniz?" gözleri Nefes ve Arasta'nın arasında dolanırken, Nefes'ten önce Arasta konuştu. "Cappuccino varsa alabilir miyim?" Yıldız Sultan'ın suratı yabancı kelimeyle buruşurken "Ay buyur?" demişti anlamayarak. Nefes bu duruma güler gibi olsa da eski yüz ifadesine döndü. "Yıldız Sultan sen bize iki tane sade Türk kahvesi yap zahmet olmazsa." Nefes'i başıyla onaylayan Yıldız Sultan'la, Arasta homurdandı. "Bari biri şekerli olsun! Sade sevmem." "Peki, efendim." der demez mutfağa yöneldi. "Yeşim Bergin'in rezaletini ve Karahan Dibek'in yasal olmayan illegal işlerini çıtlatmış olabilirim." Nefes'in yüzü az da olsa bu haberlerle içten bir şekilde gülümsedi. Çok ünlü olmasalar da vardı onların bir ünleri. "İyi oldu bu, iyi iyi." "Tabii ki de iyi olacak! Ben söyledim, yoksa hiç haberleri olmazdı." göğsünü kabartarak bir özgüvenle söylerken gözlerinin içi zaferle parıldadı. "Arasta abla!" içeriye koşarak giriş yapan Aden, Arasta'yı görür görmez coşkuyla boynuna sarıldı. Arasta da bu sarılışa karşılık gösterirken "Aden bebeğim!" diye nida patlattı. "Aşk olsun ama! Geldiğini niye haber etmiyor musun anne?" Nefes'e karşı çocukça hesap sorarken kaşları çatılıydı. Başı, göğsüne yaslanmıştı. "Senin ödevlerin bitti mi?" diye sorunca anında yanıtı ortaya attı. "Tabii ki de! Çok kolaydı hemencecik bitti. Bu hocalar niye bu kadar basit sorular verir ki? Zor diyorlar ama bence kendileri yapamadıkları için zor diyorlar." kıkırdayan Aden'le, Nefes kızını kınadı. "Aden! Öğretmenin o senin." "Bana ne? Hepsi aptallar işte!" "Ahhahhah bebeğim ya! Hiç güleceğim yoktu, o minik yanaklarını ısırmaz mıyım ben şimdi." der demez dudaklarını yanaklarına hizalayarak ısırmaya başladı. Aden, dişlerinden kurtulmak adına garip hareketlerde bulunurken bir yandan da söyleniyordu. "Benim yanaklarımdan ne istiyorsunuz ya! Yediniz bitirdiniz!" Kahveler sessizce önlerdeki sehpaya bırakırken üçlüye sıcak bir tebessüm yollayarak yanlarından ayrılmıştı Yıldız Sultan. "Durun kızlar kahveleri dökeceksiniz." Nefes, ikisine de durmasını söylerken Arasta, Aden'i ısırmayı anında bıraktı. Arasta'nın kucağından suratsız bir edayla inen Aden "Ben gidiyorum ya!" diyerek koşarcasına bahçeye çıkmıştı. Aden'in arkasından bakmayı keserek kahvesinden yudumladı. Nefes'in ifadesinde geçen duyguyu yine görünce bu kuşkudan daha fazlası olmuştu. "Ne oldu sana böyle Nefes? Yüzünden düşen bin parça." Nefes anında kendine çekim düzen vererek keskince itiraz etti. "Yok, öyle bir şeyim ya. Sadece yorgunum üç gündür." "Ay bebeğim ya. Bir de ben geldim. Haklısın." mahcupça dudak bükerken Nefes öfkeyle gözlerini kıstı. "Saçma sapan konuşma! Ne demek 'Bir de ben geldim.' Geldin ve iyi ki de geldin. Otellerde mi sürünecektin? Sence ben buna izin verir miyim?" "Cık vermezsin. Kafamı kırarsın hatta." "Kırarım!" dedi yorgunca. Gözleri bayılma eşiğine gelmek üzereydi. "Yol yorgunuyum bebeğim. Uyusam ben bir iki saat olur mu?" maksadı uyumak değildi aslında. Yorgunca kendisine bakan gözleri de uyutmak amacındaydı. Nefes elindeki fincanı sehpanın üzerine koyup doğruldu. Arasta da ayaklanınca yukarıya çıkmışlardı. "Ben de bir duş alsam iyi olur. Sen de al istersen?" diye esneyerek sorarken "Olur." cevabını aldı. Yukarıdaki misafir odasını gösterince içeriye girdi Arasta. Ardından Nefes de kendi odasına ilerlerken düşünceleri bir bir iflasa çekilmiş gibi beyninden yok olmuşlardı. Bugünkü olaydan sonra kabuğunu yine kırmamış yine tepkisiz karşılamıştı. Doğan'ın o sözler için pişman olacağını biliyordu ama bu değildir ki Nefes'te bir yaranın kapanma söz konusu olsun. Yaraları açıktı ve hiç de kapanmaya niyeti yoktu. Çünkü kapatmak istedikçe daha ağır darbeler alıyordu. En iyisinin açık olmasıydı. En azından gelen geçen vururken ikinci yaraya sebep olmuyordu. ? "Ortalıkta böyle gezip de ne yapmaya çalışıyorsunuz siz!" "Ne varmış halimde?" "Ne yok desek daha iyi olurdu?" yüzünü buruşturarak küçümsercesine söylenen Alper, karşısındaki yarı giyinmiş Arasta'ya bakmamaya özen gösteriyordu. Sinirlendiği boynundaki damarların daha çok ortaya çıkmasıyla belli oluyordu. Arasta burun kıvırarak ellerini gövdesinde birleştirdi. Giydiği topuklu ayakkabıları sert bir şekilde zemine bastırırken "Benim giyinişimden size ne Alper bey? Ayrıca bana bakmaktan çekinmezseniz üzerim giyinik olduğunu görürdünüz?" dedi kınayan bir ifadeyle. "Çekinmek mi?" derken yüz ifadesi daha da ekşidi. "Üstünüzde bir şey olmadığı için bakamıyorumdur, belki de ARASTA HANIM?" "Ya sabır!" diye sinirle homurdandı. "Eteğim ve bluzum size göre ne anlam ifade ediyor bilmiyorum ama benim için giyinik biri olarak anlam ifade ediyor?" kaşlarını sinirle çatmış Azerice saydırmamak için zor duruyordu. Yetişeceği yere geç kalacağı için de apayrı bir sinir vardı üzerinde. "Sorun da bu ya! Kısa olması!" "Yani?" dedi 'ne olmuş' dercesine. "Sorun, kısalığı işte!" sonunda kendine hâkim olamayarak bakışlarını gözlerine çevirmiş ve öfkeyle çıkışmıştı. "Ben? Oradan bakılınca bunu umursayacak biri olarak mı görünüyorum ha bebeğim? Kime ne, kısalığından? Bana yakışanı giyerim, bitti. Bunun için kimseden izin almam!" "Eğer ki siz bana emanet edilmişseniz, karışırım! Gece gece böyle dışarıya çıkıp da bana adam dövdürtmeyin Arasta Hanım!" "Sikt*r git!" ağzından çıkana engel olamayınca sakinleşmek adına derin nefesler aldı. Siniri hâlâ taptazeyken ağzından çıkanlara engel olamadı. "Adam varsa dövülecek onu ben hallederim bay kasıntı herif! Elimde var ayağım da. Kimse bana karışamaz." "İyi!" diye gürledi salonun ortasında. "İyi!" diye karşılık verdi Arasta ve salondan ayrıldı. Arkasından ne gibi pimi çekilmiş bomba bıraktığını bilmeden. "Aptal herif! Sevdiğini söylesen ölürsün, değil mi? İllaki saklayacaksın, neden? Beyefendimiz âşık olduğunu kabullenemiyor! Karışma o zaman bana ya, giydiklerimden sana ne ya?" sesindeki öfke büyüdü. Yolda ilerlemeye devam ederken tırnaklarını yemeyi ihmal etmiyordu. Odaya geçip uyuduğunda daha öğlendi kalktığında ise akşam on bir olmuştu ve biraz kafa dağıtmak adına ve Ankara'yı özlediğinden hava almak istemişti. Gece gece nereye gideceğini de bilmiyordu. Ortaya bir laf atmıştı ve öyle kalakalmıştı. "Bar olmaz! Karoke kafeye mi gitsem? Ah, bileğim!" önüne çıkan büyük taşı fark etmeyerek çarptığında bileğini acıttı. Acıyla inlerken bir elini bileğine götürdü. "Oldu ya valla oldu! İlk günden yine kendimi yaralamayı başardım. Allah kahretsin seni Alper! Kahretsin ya, of!" Bir anda bir bedenin kucağında taşınırken çığlık attı. Ellerini rastgele yüzüne savururken kurtulmaya çalışıyordu. "Seni sapık! Hemen bırak beni!" "Sapık mı?" diye bir nida duyunca bu sesin tanıdık geldiğini fark etti. Anında vurmayı keserek yüzüne bakarken dudakları şaşkınlıkla aralandı. "Alper?" "Biri sana sataştı mı ha? Kim, o? Söylesene Arasta, söyle de beyninin pekmezini akıtayım?" "Ha, ne?" "Peşinde biri mi vardı Arasta? O yüzden mi koşup ayağını burktun? Kim o, söyle?" Bir kez daha hayrete düşmüşçesine dudaklarından bir "Ha?" çıkarken, onu beklemiyordu. "Arasta?" "Bağırma be!" sonunda kendine gelen Arasta, kucağından inmeyi başardı ama ayağının üstüne basamayarak bir kez daha acıyla bağırırken, Alper tekrardan kucağına aldı. İflah olmaz bakışlarını burktuğu bileğine çevirip yeniden gözlerine çevirirken "Ah, Arasta!" diye serzenişte bulundu. "Sen niye geldin? Adam dövmek daha çok mu cazip geldi?" "Evet Arasta. Adam dövmek daha çok cazip geldi gözüme. Dedim, Arasta'nın elleri ayakları yorulmasın ben yorulayım." ardından bakışları burkulan bileğine gitti. Hafif dudak kıvırırken "Görüyorum ki kendini epey yormuşsun? Bana kalmamış." "Sen neden geldin? Ve araban yok?" dikkatini çeken şey arabayla gelmemiş olmasıydı. "Arabam yok çünkü... Koştum." "Ne?" diye bağırdığında Alper kulaklarını tiz çığlığıyla kapatmak istedi. "O kadar yolu koştun mu, bebeğim?" inanmakta güçlük çekiyordu. "Arasta? Herkese 'bebeğim' demekten vazgeç." dişleri arasından tıslarcasına uyarırken gözlerinin içine keskince bakıyordu. "Neden? Sana özel dememi mi istiyorsun yoksa?" alayla dudağını kıvırırken dudağın kenarı hafif gülümser gibi oldu. "Evet!" ani gelen itirafla sessizleşirken gözleri bu itirafı beklemiyor gibi kocaman oldu. Belindeki elleri sıklaştı ve derin bir nefes aldı. "Ah, üzgünüm bebeğim." üzülmüş bir ifade yüzüne taktı. "Herkese diyeceğim ve sen buna karışmayacaksın?" göğsünün üzerine parmaklarını vurdurturken başını hafif yana eğdi. O sırada bileğinin acısı geçtiğini hissedince kucağından onun yerinde buz kesilmesiyle indi. Üstünü silkeledikten sonra Alper'i arkasında bırakarak yoluna devam etti. Bileğinin üzerine zorlanarak bassa da çok acısı yoktu. Onu çok özlemişti ama kendisine bir adım atmadıkça bir adım atmayacaktı. Azerbaycan'a gitme sebebi de belki de buydu. Onu ne kadar az görürse o kadar az acı çekecekti. Bir yandan da acı çeken ve söyledikleriyle bin pişman olan biri daha vardı. Doğan... Bütün öfkesi omuzlarına yüklenmiş gibiydi ve tüm kuvvetini öne çıkartarak etrafındaki eşyalara zarar veriyordu. Öfke nöbeti geçiriyor gibiydi. Öfkesine hâkim olamıyordu. Söylediği sözleri kendine yediremiyordu. Saatin gece yarısının geçtiğinin farkındaydı ama bu umurunda olmamıştı. Hastanedeyken yanına gelen Alper'i kovmaktan beter etmişti. Kendini eve atar atmaz da kapıdan başlamıştı sinirini çıkarmaya. Kendi bedenini taşımakta güçlük çekerken kendini bir anda yere fırlattı. Salonunda her yer darmadağın olmasına rağmen kırılan bir şeylerin üzerine oturmaktan çekinmemişti. Seğirilen yüzü sertleşirken sıkça nefes alıp veriyordu. Doğan kelimelere yenilmişti iki uyduruk kelimeler sarf ettiği için acısını görememişti. Nefes'in yüreğine ise kelimeler cam gibi batmıştı. Fakat bunu yine saklamış yine acısını gölgelemişti. Bir yıkılış bütün enkazları yerle bir etmişti. 'Yıkıldım' dememeli bir insan. Daha beterini yaşamadığı halde 'yıkıldım' dememeli bir insan... Yıkıldığını gizlemeliydi duygular. Saklamalıydı acı çekişlerini. Açık bir yara bırakmamalıydı ne yüreğinde ne de ruhunda. Yoksa gelir en acımasız kelimeleri yaka yaka batırırdı açık olan bir yaraya. Gözler susmalıydı bu durumda. Kulaklar sağır olmalıydı. Yürekler ise görmemeliydi sarf eden kötülükleri. Gün ağarsa da çöktüğü yerden kalkmadı. Güç ve korkunun yanında öfkesini de dizginlemeliydi. ? Ne demek oluyor bu Serçe? Ha, ne demek onun yardımını almak, Serçe! O adam senin hayatını mahvetmedi mi, o g*t herif canını yaktığı halde ondan yardım almak ne demek? Ben neciyim lan burada? Neciyim ha, söylesene Serçe? Evleneceğin adam değil miyim? O abine gitmek yerine bana niye gelmedin ha, niye? Benden mi çekindin Serçe'm? Bütün varlığım, yolum seninken neden o adamdan borç istedin? Cezaevinde değil mi ha o abin olacak şeref yoksunu? Nasıl çıktı, onda bir kuruş para bile yok! Asıl bunu aklım almıyor!" nefes almadan tek bir hamlede söylerken boğazı kurumuştu. Öfkesi ellerine geçerken arkasındaki duvara yumruk atmamak için zor duruyordu. "Çıkmış işte ben de bilmiyorum! Ama borç kısmına gelecek olursak senin sandığın gibi param kalmadığı için almadım onu! Beni bir kerecik dinlesen..." Günlerden açık yara günüydü. Bu durumdan Okan da nasiplenmiş gibi gözüküyordu. Başını olumsuzca iki yana salladı. Serçe hıçkırıklarını daha çok yükseltti. Ağlaması dinmezken sevdiği adama konuyu açıklamaya çalıştı. Velakin Okan dinleyecek gibi değildi. "Ne dinleyeceğim seni Serçe! Beni nasıl bir duruma soktuğuna farkında mısın? Cezaevine bin bir güçlükle tıktığımız abinden borç para almak ne demek? Ne demek SERÇE?" "Zorundaydım!" takati kalmamışçasına bağırdı. Okan'ın gür sesini kendi sesiyle bastırırken ellerinin titreyişi arttı. "Ben ondan borç para almak için para almadım. Bunu sana şimdi açıklayamam, anlıyor musun beni Okan? Bunu sana şimdi anlatırsam benden nefret bile etmezsin." "Sikt*rme borcundan! Sikti*rme bana abi yavşağını! Sikt*rme işte lan bana onun belasını!" öfkeyle saçını çekiştirdi. Gözlerindeki yangın alevleniyordu. Onun gururunu kıran para değildi. Biliyordu çünkü. Okan'ın kendisine yediremediği şey ona eziyet eden, dayak atan abisiyle iletişime geçmiş olmasıydı. "Nefret mi?" dercesine yüzünü ekşitti ardından. "Senden nefret bile etmeyecek hale gelecekmişim? Güldürme beni Serçe? Neden senden nefret bile etmeyecek hale geleyim ki?" idrak etmekte güçlük çekti. "Anlat Serçe'm? Bu denli ne oldu da benden değil de ondan medet umacak hale geldin? Tehdit mi etti seni? Yoksa... Yoksa?" dile getiremedi. 'Yoksa seni dövmeye mi kalktı?' diyemedi. Serçe hemen itiraz etti. "Hayır, hayır! Bir daha bana dokunmasına asla izin verir miyim Okan?" "Bana gelmen gerekirdi Serçe. Bana gelip 'Böyle böyle bir durum söz konusu var Okan.' demeliydin." konuyu değiştirdi. Yoksa o abiyi bulup öldürecekti. Kafası bir hayli çorba olmuştu. Neye cevap vereceğini şaşırmıştı. Serçe, Okan'a yaklaşmaya çalıştığı an Okan eliyle gelmesini durdurdu. Gözlerinin içine kırgınlıkla bakarken mutfağın içinde bağırışların tüm ev halkına gitmesini umursamadı. "Okan!" acıyla fısıldarken yüzüne bakmayışı onun canını fena halde yakmıştı. Okan öfkeyle soluk alıp verdi. "Ben gitsem iyi olacak. Kalbini kırmak en son isteyeceğim şey bile değil." mutfağı terk eden Okan'ın arkasından yere çökerek ağlamaya devam ederken salonda Okan'ı yakalayan Arasta olmuştu.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE