Mutfaktan yayılan nefis yumurta kokusu günün doğduğunun habercisiydi. Annem sabah namazından sonra pek uyumaz evin içinde ben uyanana kadar döner durur bazen de kuran okurdu. Ona her zaman bu vakte kadar beklememesi gerektiğini kahvaltısını yapmasını tembihlesemde o beni hiç dinlemez uyanma saatime yakın hazırlar ve illaki benimle otururdu o sofraya. Üzerimdeki battaniyeden sıyrılıp ayaklarımı yere sarkıttım. Yan tarafta Gülsüm teyzelerin bahçesi vardı. Bahçede bir kümesi, içinde ise baş belası horozları. Duvarın tepesine çıkıp bana özel bağırıyordu sanki her sabah. Mahmurluğum üstümde, horoza söylenerek yüz ekşitirken yavaşça kalkıp gerinmiştim. Boynumu sağa sola oynattıktan sonra ayaklarımı sürüye sürüye odadan çıktım. Odamın hemen karşı çaprazında mutfak, mutfağın yanında oturduğumuz salon, salonun karşısında yani benim odamın yanında ise annemin odası vardı. Hepsini birleştiren küçük koridorun sonunda ise tuvalet, banyo. Yüzümü yıkamak için lavoboya girmiştim. İşim fazla uzun sürmedi. Kafamı doğrultup aynaya baktığımda saçlarımın kirlendigini fark ettim. Suyu ılıtıp kafamı altına uzattım. Birkaç dakika köpükledikten sonra durulayıp havluyu sararak mutfağa annemin yanına girdim.
"Günaydın sultanım."
Ona arkadan sıkıca sarılmıştım. Bana vermeyi esirgemediği tebessümlerinden sunarken aynı şekilde karşılık vermişti. Saçlarını iyice kurut, sonra kafan ağrıyor diye beni tembihledi. Yanağından öpmüştüm onu. Bu yaşa geldim hâlâ bir şeyler tembih ederdi. Onun gözünde beş yaşındaki çocuktan farklı değildim. Büyüdüğümü söylediğimde sen hâlâ benim küçük Yiğit'imsin diyerek severdi. Kahvaltı çoktan hazırdı. Sıcak yumurtada sofrada yerini alınca beraber kahvaltımızı yapmaya başlamıştık. Ağzıma aldığım zeytinin çekirdeğini çıkardıktan sonra çayımı yudumladım. Üç beş bir şey daha attım ağzıma. Doymuştum artık. Vakit kaybetmeden iş aramaya başlasam iyi olurdu. Alelacele sofradan kalkınca annem merakla sordu.
"Nereye oğlum erkenden? Kahvaltını bitirmedin."
Elimdeki çayı kafama son kez dikip masaya bıraktım. Annemin başına küçük bir öpücük kondurmuştum. İş arayacağımı söyleyip haa diyerek cebimdeki paranın yüz lirasını ona uzatıp "unutmadan şunu vereyim annem." dedim. "Evin ihtiyaçlarını alırsın. Üç yüzde ben de var. Ev sahibine götüreyim de biraz daha idare etsin."
"Nereden buldun oğlum bu parayı?"
"Ya sen ne yapacaksın düşünme bunları, borç aldım. Hadi Allah ısmarladık."
"Dikkat et kendine, iş bulamazsan da canını sıkma."
Arkamdan beni tembihler kalmıştı. Can sıkma demesi kolaydı ama insanın elinde değildi. Evden çıkmadan önce içimden iş bulma ümidi ile dualar ederek ayrılmıştım. Yol boyunca gözüm iş ilanlarında olmuş, gördüklerime girip bazılarına da kendim şansımı deneyerek sormuştum. Hiçbir yerde bana verebilecekleri bir iş yoktu. Bu nasıl bir bahtsızlıktır! Saatler ilerledikçe umudum azalıyor, suratım asılıyordu. Bugün de iş bulamazsam durumumuz giderek zora girecekti. Öğleye daha birkaç saat olunca üç-beş dükkana daha bakmıştım fakat yoktu, yoktu, yoktu! Koskoca şehir sanki bana kepenklerini kapatmıştı. Hiç anlamayacağım işleri bile öğrenirim yeter ki bulayım umuduyla sokaklarda dolaşmıştım ama çoğu tecrübe ya da diploma istiyordu ve bende ikisi de yoktu.
Epeyce dolandıktan sonra ayak tabanımın isyan eder gibi zonkladığını hissedip, rotamın yönünü değiştirerek ilerideki; benden yaşlı görünen, dile gelse üzerinde çiziklerden, harf yaralarından şikayetçi olacak gibi duran eski banka ilerledim. Oturduğum zaman vücudum bir oh çekmişti. Kahverengi derisi soyulmuş gibi yer yer kalkan bu bankın, gıcırdayan tahtasına sırtımı yaslayıp etrafa bakındım. İnsanlar, kuşlar cıvıl cıvıldı. Hayat bu kadar zevkli miydi? Nereden buluyordu bu neşeyi millet? Tek derdi olan ben olamazdım ya! Biraz kıskanmıştım sanki. Bu işsizlik beni çok bunaltmıştı. Saçma sapan şeylere kendi içimde güceniyordum. İsmini bile bilmediğim bu insanların neden haberi vardı oysa?
Kafamı arkama attığımda tepemde duran meşe ağacının esintide sallanan yapraklarını fark ettim. Bir süre dallarına konan kuşları izlerken 'acaba o da tepesine binen bu kuşlar yüzünden isyan ediyor mudur?' diye düşündüm. Dışarıdan pek şikayetçi görünmeyince, kuşlar dallarına üşüşmüştü. Ağaç ile aramdaki benzerlik buydu sanırım. Sesim çıkmadıkça beni yıkılmaz sanıp omuzlarıma taşıyamacağım dertler yüklüyorlardı. Ama suçlu insanlar mıydı bilmiyorum. Çünkü ne yaşıyorsam kaderden olduğuna inanmıştım hep. İnsanlar sadece yardımcı olmuştu kadere. Bir yere yetişecek gibi aceleyle dallardan ayrılan kuşlar dikkatimi dağıtınca seyredecek başka şeylere odaklanmak isteyip kafamı önüme indirdim.
Çocuk kahkahaları etrafı sarmıştı. Onlar başka bir dünyada yaşıyordu. Onları seyrederken ağır ağır kırpıyordum göz kapaklarımı. Bakışlarım bir sağa bir sola etraflarında koşuyordu. Derin nemli bir hava çektim ciğerlerime. Kendi çocukluğumu anımsadım. Zor olsa bile güzel bir çocukluğum olmuştu. En azından tek derdim futbol maçı yapmaktı o zamanlar. Şimdilerde düşününce annemin hâline daha çok üzülmüştüm. Babam çok küçükken ölmüştü. Ben top peşinde koşarken annem beni büyütmek için ne cefalar çekiyordu kim bilir? Yetişkin olmak ne zor işmiş? Geçim sıkıntısı, elalem derdi, osuydu busuydu yaşlanıyor insan. Yıllar acımıyor, yaşının rakamlarına bakmadan saçlarına kar serpiyordu. Aman! Geçip gitmişti yıllar, öyle ya da böyle. Şimdi bunları düşünüp zaten olmayan moralimi daha da çok sıfırlamak istemiyordum. Şu yavrucakların önümde koşuşturmalarını izlemek beni eski güzel günlerime götürünce kafam dağılmıştı biraz. Onları izlerken küçük insanların büyük insanlara öğreteceği çok şey olduğunu düşünüyordum. En basitinden gülebilmeyi mesela. Ben sanki bunu uzun zaman önce unutmuştum. Oysa ne güzeldi gülmek. Karşımdaki miniklerin yüzlerinde oluşan bu sevimli gülümsemelere imrenmiştim. Şimdi yeniden çocuk olmak vardı. Ah!
Bedenim biraz daha oturmak istese de, yavaşça kalkıp ağır ağır ilerlemeye başladım. Boynum biraz önde yürüyordum. Attığım her dalgın adımda iki parke taşı geride kalıyordu. Gergin vücudum kendini salmış; kollarım, bir sandalın küreklerini çekiyor gibi sallanıyordu. Yolu benden daha iyi bilen ayaklarım bazen sağa, bazen sola dönüp, beni şehrin kalabalığından uzaklaştırarak, ait olduğum dinginliğe götürüyordu. Hafiften tenime değen rüzgar saçlarımı dağıtmıştı. Sol elimi kafama doğru uzatıp, parmaklarımı açarak, alnıma düşen bir tutam saçı geriye attım. Benzgince sessiz bir puflama yürüdüğüm yola dağılırken, karşıdan gelen kavruk tenli, kısa, kel adam rahatsız edici dik bakışıyla yanımdan bir rüzgar gibi hızla geçip gitmişti. Moralimin bozukluğu gün gibi ortada olduğu için suratımın asıklığı fark edilir derecedeydi. Sanırım adamın, ben de ki dikkatini çeken de buydu. Alnımdan indirdiğim elimi bu kez de yüzüme götürüp gözümün altındaki o çizgiyi karşıdım. Hafif dolgun yanaklarım sanki içine çökmüş gibiydi. Acıkmıştım biraz. Fakat ne gariptir ki canım bir şey yemek istemiyordu. Bu yüzden guruldayan karnımın sesine nisbet yapar gibi umursamadan yürümeye devam etmiştim. Atılan her adımda eve yaklaşıyor, işsiz olduğum gerçeği örümcek ağı gibi beynimi daha çok sarıyor ve bu da beni buhrana sokuyordu. Ama çok düşünsem de az düşünsem de nasipten öteye geçemeyeceğimi biliyordum aslında.
Mahalleye yaklaşınca içimi bir kasvet kapladı. Ellerimi cebime soktum. Eve bugün de işsiz bir evlat olarak dönüyordum. Annem yine yüzüme bakıp canın sağolsun dercesine tebessüm edecek ama içten içe geçim sıkıntısını dertlenecekti. Beni karşısına alıp yine aşina olduğum şu sözleri tatlı dilinden dökecekti:
"Kara gün kararıp kalmaz oğul, elbet her gecenin bir sabahı vardır. Dertler misafirdir. Sen hiç ömürlük misafir gördün mü? Bir gün olur, bir hafta olur, bir ay olur. Hadi bir sene olsun. Sen bir sene yatıya kalan misafir gördün mü kahve gözlüm? Dertler de gönlün, ruhun misafiridir. Elbet kalkıp gider. Sabret oğul. Sabrın sonu selamettir."
Ne zaman bu sözleri hatırlasam içim bir süreliğine genişliyordu. Sabret Yiğit, sabır güzel bir teslimiyetti. Elbet eriyecekti dağlarında karlar. O güneş seni de ısıtacaktı. Gönle yerleşen dertler misafirdi. Her gecenin bir sabahı vardı. İnsan yaşadıkça her şey adına bir umut vardı. Gün ufuktan tekrar doğduğunda umutlarda yeniden yeşerir nasılsa. Kendi kendimi teskin ettiğim sözlere farkında olmaksızın gülümsediğimi hissettim. Hayatıma yön veriyordu bu cümleler. Beni ele geçiren tüm kötü huylu düşüncelerim su gibi akıp gitmişti. En azından her şeye rağmen hâlâ gülümseyebilmeyi unutmamışım. Bunu fark ettiğime sevinmiştim.
Kısa adımlarla uzun bir yürüyüş sonrası mahalleye çoktan ulaşmıştım. Çavuşların Ahmet'in kahvehanesinin önünden geçerken, dışında tavla oynayan Hüseyin dayı ve Mustafa emmiye selam vereyim diye yüzümü camdan tarafa doğru çevirip el kaldırınca içeride oturan ev sahibimiz Fatih amcayı görmüştüm. Kira için Özbek'ten aldığım borç parayı, hazır onu yakalamışken versem iyi olacaktı. Hem de durumu arz edip bizi biraz daha idare etmesini rica edecektim. Kapıya yanaştığımda kulağıma gelen taş sesleri sohbetlerini bastırırken ara ara gülenleri de duymuştum. Burnuma türül türül yeni demlenmiş çayın kokusu da dolmuştu. İnsanların yüzünde asılı sıcak bir tebessüm vardı. İçeri girip tüm samimiyetimle gülümsedim.
"Selamın aleyküm."
Yüzü dönük sırtlar da boynunu benden tarafa doğru kırıp, kimi önden kimi arkadan giderek selamımı almışlardı.
"Oo hoş geldin Yiğit. Gel sana bir çay ısmarlayayım."
Kafamı sağıma kalan masaya çevirdim. Elimi kalbimin üzerine götürüp iki kez vurdum. "Sağ ol Yaşar abi, içmiş gibi oldum."
Orta sonda oturan Fatih amcaya doğru ilerlerken arkama kalan masalardan birinden 'hangi rüzgar attı seni buraya bugün Yiğit'im? Nerden gelin böyle?' diye biri sormuştu. Durup o tarafa baktım. Seyit amcaydı bu. Evi bizim evin biraz aşağısına kalıyordu. Komşuyduk. Oldukça fazla kilosu yüzünden sık sık hastaneye kaldırıldı. Doktor hareket et, çokça yürü dedi diye fırsat buldukça bu bahaneye sığınarak evden kaçıp buraya gelirdi. Şerife teyze kendi kendine kızadursun, umursamazdı. İyi insandı. Severdi beni, ben de onu severdim. Yorgunca dudaklarım yukarı kıvrıldı. Düşük göz kapaklarım gülümseyince kapanmış gibi kısılmıştı. Kenarında oluşan çizgiler bazen kendimi yaşlı gibi hissetmeme sebep olsada çoğu kez takmıyordum.
"İş baktım Seyit amca. Fazla gezmişim. Yorulunca: dedim şu Ahmet'in çayını bir içeyim."
"Gel çaylar benden olsun."
"Sağ olasın. Şuraya oturacam." diye elimle ev sahibinin masasını gösterdim. Sarkmış yüzünde ince dudakları aşağı düştü. Gözlerini açarak yana kaydırdı. Bana döndürdüğü avcunu kalsın dercesine sallarken, kaşlarını da dikleştirmişti. İkisinin arası üç beş aydır limoniydi. Birinin oğlu diğerinin de kızı birbirlerini sevip kaçtıkları için o vay efendim senin oğlun benim kızı kandırdı diğeri yok efendim senin kızın benim oğlanı ayarttı diye diye düşman olmuşlardı. Çocuksu tavrı yine beni gülümsetmişti. Yanında oturan Ali ustada lafa karıştı.
"Ee, iş buldun mu ya?"
"Yok be usta." Kendimi alaya aldığımı bildiren küçük bir tebessüm yayıldı yüzüme.
"Ya ben çok yeteneksizim ya da millet kafayı yemiş. Uçmuş. Eskiden beğenmediğimiz işlere bile şimdi diploma ister olmuşlar. Allah seni inandırsın, fare gibi girmedigim delik, çalmadığım kapı kalmadı ama yok."
"Sıkma canını." diye son harfi vurgulayarak uzattı. "Bulursun."
"Koca şehir yeminli gibi bana iş vermemeye ama bulurum elbet." deyip esasen burada olma nedenime doğru yürüdüm. Bakışları masanın koyu yeşil renginde bir başına kaybolurken, dirsekleri de aynı masanın üzerinde bir batağa batmış gibi kıpırdamadan havada asılı halde duruyordu. İki eliyle de tuttuğu hardal rengi kehribar tesbihi saat yönünde çekerken 'müsade var mı Fatih amca?' diye sordum. Kafasını kaldırmadan eliyle solundaki sandalyeyi gösterdi. Dışa doğru çektiğim kırmızı kumaş kaplı sandalyeye oturdum.
"Hayırdır, canın sıkkın gibi."
Kafasını gömdüğü tesbihten kaldırıp yüzüme baktı. Arkama kalan çay ocağına bakışlarını çevirip elini kaldırdı. Yüksek sesle Ahmet dedi. "Buraya iki çay salla."
"Tamamdır Fatih dayı, geliyor hemen!"
Ben orada yokmuşum gibi gözlerini yine önüne devirmişti. Düşünceliydi fakat düşünceleri pusluydu. O pus bakışlarına inmişti, belliydi. Gergin olduğunu alnında uzanan çizgilerden fark etmiştim. Hayatın normal akışında daha şen şakrak bir insandı. Can sıktığı bir şey vardı ama neydi?
"Fatih amca?"
"Niye burada olduğunu biliyom Yiğit. Ama inan bana zorda kalmasam size gelip de çıkın demezdim. Bizim hayırsız dükkanı batıralı düze çıkmaya çalışıyoz, sen de biliyorsun. Oradan gelen kirayla hem geçinip hem borç harç ödeyecez diye uğraşıyoz. Birkaç aydır da kira gelmeyince haliyle sıkıştık. Benim alacaklar da benim kapıya dayandı."
"Ben seni çok iyi anlıyorum Fatih amca da biz de nereye gideriz? Ha deyince ev bulmak kolay mı? İş bile bulamadım daha." Sandalyeden yavaşça kalkar gibi öne eğilip arka cebimden parayı çıkarıp önüne koydum.
"Şimdilik bunla idare etsen olmaz mı?"
Dört parmağının arasına sıkıştırdığı tesbihli elini alnında sürüdü. Kafasının arkasına dolandırıp masaya koydu. Puslu düşüncelerini yoğunlaştırmıştım. Mavi yüzlüklere bakarken dudakları birbirinden hafifçe ayrıldı. Bir şey söylemek değildi niyetleri. Bezgince bir soluk, açık bulduğu ilk kapıdan aceleyle kaçan bir esir gibi hızla çıkmıştı.
"Kaç yüzük var burada?" diyerek bana döndü.
"Üç." dedim bir çırpıda. Kaçan soluğu bulmuş gibi bu defa derince bir nefes aldı.
"Bir an önce iş bulsan iyi olacak Yiğit."
"Bulacağım Fatih amca, merak etme."
Gergin yüzünde inanmış bir ifadeyle kısa bir tebessümde bulundu. Bugün duyduğum onlarca olumsuz cümle beni dibe çekerken şu kısacık sohbet arşa çıkarmıştı. İçime su serpildi. Mutluluğum yüzümde genişlerken istemsiz de olsa gülüyordum. En azından bir işi halletmiş olarak dönecektim eve. Bakışlarımı kahvenin içinde gezdirirken tepemden çelik çaycı tepsisi önüme doğru inmişti. Masaya bırakılan iki demli çayı karşılıklı içerken başka konulardan sohbet açmıştık. Muhabbetin verdiği sıcaklık keyfimi bir derece gibi yükseltiyordu. Ahşap ıstakalara şak şak diye vurulan taşlardan çıkan sesler dinleyici olunca biraz rahatsız etse de aldırış etmiyordum.
"Taş çaldın İsmail." dedi biri. Gür saçları vardı.
"Devam et, taş falan çalmadım."
Adam biraz daha kızarak ciddileşti. "Gözümle gördüm la, siyah beşi aldın." dedi. Oyuna hile karışınca tadı kaçmıştı.
"Benim siyah beşe ihtiyacım mı var? Al, al bak." diye ıstakayı çevirip göstermişti.
Karşımda çıkan taş çalma mevzusunu izlerken selamün aleyküm diyerek içeri giren yabancı bir ses işitmiştim.