1.BÖLÜM #2025TR_Aşk Nöbeti#
Yıllardır hayalini kurduğum o an, tam önümde gerçekleşiyordu. Beton zeminde, sıralanmış askerlerin arasında, sessizce duruyordum. İçimde fırtınalar kopuyordu ama sessiz kalmalıydım; çünkü bu an bizim anımızdı.. bu vatan uğruna canlarını vereceklerin anıydı.
Omuzlarımdaki yılların yükü ve yetimhanede geçen yalnız geceler, bir anda aklıma geldi. Buraya gelene kadar ne zorluklar atlattım, neler yaşadım… Ailem olmadan büyümek… Ama şimdi ileride oturan gözlerini bize dikmiş tüm ailelerin gururla baktığı, umutla beklediği teğmen bendim. Kalbim, içimde büyüyen o onurla dolup taşıyordu.
Tören alanındaki sessizliği, ay yıldızlı üniformalarını gururla taşıyan askerlerin ağır adımları böldü. Her biri kararlı, her biri dimdik… Hepsi birer kahraman… Onlara baktıkça kendi ailemi düşündüm. Keşke burada olsalardı, gurur duyabilselerdi benimle. O an gözlerim doldu. Gözlerimi hızla silerken, yutkundum. Bu gurur, benim sessiz intikamımdı hayata karşı.
İçeriden gelen ağır adım sesleri yankılanmaya devam ettiğinde tören alanındaki çıt çıkmayan sessizlik adım seslerinin coşkusuyla yankı buldu. Zaman bir anlığına durdu. O birkaç adım, belki de bir ömür gibi geldi. Sırtlarında ay yıldızlı üniformalarıyla ilerleyen tim, kara bereyle dizilmişti. Yüzlerinde kararlılık vardı, bakışlarında ise dağ gibi bir gurur. Her biri omuz omuza, aynı ritimde yürüyordu. İnci gibi dizilmişlerdi. Sanki tek bir ruh gibi ilerliyorlardı. Onlara bakan her göz, bir daha başka bir yere bakamazdı.
Bir anne vardı izleyenlerin arasında. Belli etmiyordu ama ağlamamak için dişlerini sıktığı belliydi. Bir baba, oğlunun gururuna göğsünü gere gere bakarken, içten içe geçmişteki hatalarını tartıyordu belki de. Ve bir kadın…Belkide sevdiğini bekliyordu orada… Kalbi, adını her andığında titreyen o adamı izliyordu. Ama bu hikâyenin başrolü ben değildim. Başrol bizdik. Hepimizdik... Bizler, vatan toprağına canını adayanların mirasını taşıyorduk. Her birimiz birer "Gölge" idi. Sessiz ama derin bir iz bırakan…
Yemin töreni başladığında havadaki enerji değişti. Bir fırtına gibi esti komutanın sesi:
“Bu yemin, yalnızca bir söz değil; bir hayattır. Geri dönüşü olmayan bir yoldur. Ve bu yolun adı: Vatan.”
O an gözlerim doldu. Ama ağlamadım. Ağlasaydım, içimde biriken bütün duygular taşar, bu kutsal anı dağıtırdı. Bora, timin en önündeydi. Dimdik durmuş, gözünü kırpmadan ilerliyordu. Onu tanıyan biri için bile şimdi başkaydı. Eskiden sıcacık gülüşüyle kahve ısmarlayan sevgilim gitmişti. Yerine, artık bir savaşçı gelmişti. Bir komando… Bir vatan evladı…
“İşte bu yüzden seviyorum seni. Varlığın, bu ülkeye nefes kadar kıymetli…”
Adım anons edildiğinde kalbim bir anda hızlandı. “Yüsra Aydın…” Ses, hem gerçek hem rüya gibiydi kulağımda. Diplomamı almak için ilerlediğimde, gözlerimi kalabalıktan alamadım. O an, yılların tüm yükü ve yalnızlığı, o küçük yeşil gözlerimin içindeki ışıkla yerini tarifsiz bir mutluluğa bıraktı. Gözlerim doldu, ama gururla dimdik durdum. Bu, benim anım, benim zaferimdi.
“Beni ben yapan tüm acılara, yalnızlıklara, hayallerime teşekkür ederim. İşte şimdi, gerçek aileme kavuşuyorum. Bu vatanın bir parçası olarak…”
Tören sona erdiğinde herkes büyük bir heyecanla ailesine koşuyordu. Kucaklaşmalar, kahkahalar, gözyaşları... Her birinin teninde, sesinde, kalbinde ait olma duygusunun sıcaklığı vardı.
Ben ise... sadece orada duruyordum.
Ayaklarım sanki yere çivilenmişti. Elimde sımsıkı tuttuğum diplomamla, gözlerim yaşla dolu, başımı kaldırmadan öylece bekliyordum. Bir teğmenin, annesinin boynuna sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlayışını izledim.
Güzel bir anıydı. Ama bana uzaktı.
Kimsem yoktu.
Sarılacak kimsem…
Gözlerimin içine gururla bakacak bir çift göz yoktu bu kalabalığın içinde.
O an omuzlarım çöktü. İçimden geçen “Keşke…”yle birlikte kendimi bırakmak üzereydim ki, arkamdan biri sessizce yaklaştı ve sıcacık bir kucaklayışla beni kendine çekti.
Şaşkınlıkla arkamı döndüm.
Yosun gözlerim dolmuş, dudaklarım titriyordu.
Zor da olsa bir tebessümle sordum:
“Beni birine mi benzettiniz teyze?”
Kadının gözleri yaşlıydı ama gülümsedi. Başını hafifçe iki yana salladı.
“Yok kızım… Ama sende bizim evladımız gibisin. Belli ki ailen gelemedi. Biz senin de aileniz. Sarılmak istersen buradayız.”
Kırıldım. Tam kalbimin ortasından kırıldım o an.
Ve o sıcaklık…
Yıllardır beklediğim bir kucaktı belki de.
Dayanamadım.
Omuzlarım titreyerek ağlamaya başladım.
Sarsıla sarsıla, bastırmaya çalıştığım her duygu döküldü gözyaşıyla.
O kadına sımsıkı sarıldım. Sanki annemmiş gibi.
Sanki çocukken kaybettiğim o hissi yeniden bulmuşum gibi...
Başımı kaldırdığımda, kadının yanında bir asker duruyordu.
Yüzünde gururlu ama yumuşak bir ifade…
Omzundaki yıldızlar, benden rütbece üstün olduğunu hemen belli ediyordu.
Elini uzattı, gülümsedi:
“Üsteğmen Mete Kurt.”
Elimi başıma götürüp selam verdim.
“Teğmen Yüsra Aydın, komutanım.”
Tam o anda, kadının sesi araya girdi:
“Hadi oğlum, çok sıcak, ben daraldım. Gölge bir yere geçip oturalım.”
O sırada belimde başka bir elin ağırlığını hissettim.
Refleksle başımı çevirdim.
Bora.
Gözleri merakla, hatta biraz kıskançlıkla bana kilitlenmişti.
Söyleyecek bir şey arıyordu ama bulamıyordu sanki.
Elimle teyzeyi göstererek kısaca açıkladım:
“Mete Üsteğmen’in annesiymiş.”
Bora kadının elini saygıyla öptü, Mete’ye selam verdi, sonra yüzünü tekrar bana çevirdi.
Gözlerinde huzursuz bir kıvılcım vardı.
“Hadi sevgilim, gitmemiz gerekiyor,” dedi kısa ve net bir tonla.
Henüz ne olduğunu anlayamadan kolumdan tutup beni oradan uzaklaştırdı.
“Ne yapıyorsun Bora? Ne oluyor?” diye sordum öfkeyle.
Bora'nın yüzü gerilmişti. Sesini alçaltmaya çalışsa da belli ki sinirliydi:
“Asıl sen söyle bana ne olduğunu. Ne alaka Mete’nin annesiyle bu kadar samimiyet?”
İnanamadım. İçimdeki taşlar birer birer düşmeye başladı.
“Saçmalama Bora!”
Sesim yükseldi.
“Sen törenin başından beri neredeydin? Yalnız kalmamı umursamadın bile! Şimdi gelip hesap mı soruyorsun?”
“Annemlerleydim, biliyorsun...”
Sesi yumuşaktı, ama içinde ezilip kalan bir mahcubiyetin izleri vardı. Gözlerini kaçırmıyordu ama bakışlarının ardına saklanan kelimeler vardı sanki. Gözlerimi ona diktim, sesimi olabildiğince sabit tutmaya çalıştım.
“Hani birlikte gidecektik? Bu sefer beni tanıştıracaktın...”
Cümlem havada asılı kaldı. O an, omuzları bir anda dikleşti. Gözlerinde tanıdık olmayan bir sertlik belirdi. Duygularını bastırdığı, ama artık taşıyamadığı her halinden belliydi. Elini ensesine götürdü, diğer eli beline sıkıca bastırılmıştı. Derin bir iç çekti.
“Konuşmamız lazım, Yüsra...”
Sanki omuzlarına görünmez bir ağırlık çökmüştü, kelimeleri boğazına takılıyor gibiydi.
“Dinliyorum,” dedim, sesi titrese de sakin kalmaya çalışan bir kadın gibi. İçimse, kıyamet yeri...
“Ailem... biliyorsun... köklü bir aile. Çevresi geniş.”
İşte o anda gözlerim dolmaya başladı.
Konu açıktı.
Zengin oğlan - kimsesiz kız hikâyesi.
Evet, fakirdim... ama asıl eksiklik cebimde değil, hayatımdaydı.
Ailem...
Ben daha küçücükken trafik kazasında giden annemle babamdan sonra, beni kimse istememişti. Ne bir teyze, ne bir dayı, ne de uzaktan bir akraba... Hep yetim kalmıştım.
Devletin bana verdiği tek kimlik, TSK çatısı altında bir yerdi.
Ve Bora...
Hayatımda yer açmakta en çok zorlandığım kişiydi. Kaç kere 'istemiyorum' desem de, peşimden hiç vazgeçmeden koşmuş, 'Seni istiyorum' demişti. Ve bir gün ben de ona koşmaya başlamıştım. Kalbimi, korkularımı aşkla örmüştüm.
Ama bu hikâyenin de klasik bir sonu vardı demek ki.
Aşk, bazen bir yemin kadar güçlü, bazen bir soyadı kadar çaresizdi.
“Ailem... başka biriyle nişanlanmamı istiyor.”
O an zaman durdu.
Sesler kesildi.
Kalabalık sessizliğe gömüldü.
Cümlesi göğsüme saplanan bir kurşun gibiydi. Nefes alamadım. Gözlerimden süzülen yaşa engel olamadım.
“Peki...”
Sadece bu kadar diyebildim.Oysa içimde binlerce cümle çırpınıyordu.
Arkamı döndüm.
Adımlarım bilinçsizce hızlandı. Yatakhanenin yolunu tutarken tek elimle diplomama sarılmıştım.
O diploma...
Bana kalan son şeydi.
Onun dışında hiç kimsem yoktu artık.
Arkamdan sesi yükseldi:
“Seni bırakmayacağım, Yüsra!”
Duymadım.Duymamış gibi yaptım.
Ranzama ulaştım. Kendimi yatağa bıraktım. Boşluk… yalnızlık… ağır bir örtü gibi üzerime serildi.
Herkes ailesiyle vedalaşıyor, eşyalarını toplayıp sevdiklerine doğru gidiyordu.
Ben ise...
Koca koğuşta tek başıma kalakalmıştım.
Bir haftalık boşluğumuz vardı. Görev yerimiz belli olana kadar... Ama benim gidecek bir evim, sığınacak bir kucağım, arkamda duracak bir ailem yoktu.
Bora tekrar aradı. Gelmek istedi. Ama onu durdurdum.
“Önce ailenle konuş,” dedim.
“Beni değil, onları ikna etmelisin.”
Ama düşüncemin arasına koyduğu mesafeyi daha da derinleştirdiğini görememiştim o an.
Kalbim, kırık dökük bir eve dönmüştü.
Kimse kapısını çalmıyordu.
Bir hafta sonra, beklenen o kâğıt geldi.
Görev yerim: Hakkâri.
Görevim: Destek subayı.
Bora merkezde kalacaktı, eğitmen olarak. Onunki sabitti.
Ama benim yolum dağlara, sessizliğe ve belki de hiç dönmeyeceğim bir hayata gidiyordu.
Gittiğim ilk görev yerinde sabahlar, ilk günlerde heyecanla geçsede zamanla tıpkı kalbim gibi kuruydu; gecelerse düşüncelerim kadar keskin ve soğuk…
Hakkâri'nin sınırında, dağların koynuna gizlenmiş küçük bir karakolda, nöbet sırası beklerken zaman, kendi yasasına göre akıyordu. Geceler uzuyordu… Umutlar kısalıyordu.
Sırtımda ilk yardım çantası, belimde silah, üzerimde üniforma vardı. Ama asıl yük, yüreğimdeydi.
Kalbimde taşıdığım şey neydi bilmiyorum. Özlem miydi, sitem miydi, yoksa çoktan unuttuğu bir sevgiliye dair hâlâ umudunu kesemeyen bir hayal miydi?
Bora.
Ne zaman arayacaktı? Bir ‘Nasılsın?’ demesi bile yetmeyecek miydi bana?
Günler geçtikçe sesini duyamamak, beni içten içe eritiyordu. Görevde olduğumuzu biliyordum, ikimiz de askerdik. Ama duvarlar sadece betonla örülmezdi. Suskunluk da bir duvardı ve o duvar, kalbimin tam ortasına çekiliyordu.
Telefonla yapılan birkaç kısa konuşma… Soğuk, resmi… İçine sığan tek şey emir cümleleri olan, ruhsuz ses kayıtları gibi…
Ama ben o telefonu bazen biraz daha açık bırakıyordum.
Sırf onun birliğinden bir ses duyarım diye.
“Kartal 1, anlaşıldı.”
İşte bu kadardı.
Ama benim için her şeydi.
O sesin sahibini sevmiştim.
Ama o ses, zamanla bana yabancılaştı.
Ve ben yavaş yavaş daha çok yalnızlaştım.
Hiçbir emir, suskun bir kadının içindeki çığlığı susturamazdı.
Ve hiçbir yemin, hayal kırıklığına uğramış bir kalbi avutamazdı.Yetimhanede büyüyen bir kızın kalbini yeşertip çiçek açtırdıktan sonra onu soldurmak da bir kul hakkıydı ama o, bunu fark edemeyecek kadar kendi dünyasında yaşıyordu.
Soğuk gecede düşüncelerimle başbaşa kalmıştım... Sessizlik, yine uğuldayan dağları bastırmıştı.
O beklenmeyen anons geldiğinde kalbim göğsümden fırlayacak gibi oldu.
“Sınır hattında kaçak geçiş tespit edildi. Tim hazırlansın.”
Destek subayı bendim.
Hiç düşünmeden hazırlandım.
Üzerime gecenin karanlığı, içime görev ciddiyeti çöktü.
Gözümde gece görüş dürbünü, kulaklarım tetikte, ama zihnim... hâlâ onunla doluydu.
Ne yapıyordu şimdi? Uyuyor muydu? Yoksa gerçekten ailesini dinleyip o kızla nişanlanmış mıydı?..
Arazi sessizdi. Tuhaf sessiz.
Ayak seslerimiz bile yankılanmıyordu.
Sanki karanlığın içinde birileri nefesimizi dinliyor, kalbimizin ritmini çözmeye çalışıyordu.
Sessizce ilerlerken bir şey dikkatimi çekti. Ayağım, zeminde hafifçe yükselmiş bir noktaya takıldı. Toprak... sanki sonradan yerleştirilmiş gibiydi. Önce ayağımla hafifçe yokladım, sonra yavaşça eğilip parmaklarımla toprağı eşeledim.
Nefesim kesilmişti.
Gördüğüm şey karşısında yerimde kaldım, kalbim göğsümde sertçe çarpıyordu.
Bu... bir cephanelikti.
Evet, burası açıkça büyük bir cephane alanıydı ve öyle ustaca kamufle edilmişti ki, dikkatle bakılmadıkça fark edilmesi neredeyse imkânsızdı. Gömülen kutular, sistematik bir şekilde yerleştirilmiş, yapay doğanın kalbine gizlenmişti.
Hemen telsizi elime aldım, sol elimdeki eldivenin tersiyle alnımdaki teri silerken sesimi olabildiğince net tuttum.
“Rüzgâr yönünde yapay ağaçlandırma bölgesi var,” dedim, gözüm hâlâ toprağa gömülü kutularda.
“Geçtiğimiz alandaki ağaç dipleri dikkatlice kamufle edilmiş; toprakta belirgin oynama mevcut. Eğimli bölgede sistemli şekilde gömülmüş mühimmat kutuları tespit ettim. Burası geniş çaplı bir cephanelik olabilir. Yakın temasa geçmeden önce çevre güvenliği sağlanmalı, olası tuzak ihtimali yüksek.”
Telsizi kapatırken bakışlarımı tekrar toprağa çevirdim.
Bu sadece mühimmat değildi.
Bu, planlanmış bir sessizlikti...
Ve şimdi biz, o sessizliğin üzerine basmıştık.
Bir an.
Sadece bir an.
Ayak bastığım zeminde boğuk bir çıtırtı duyuldu.
O ses, doğanın bir parçası değildi.
Toprağın altında saklı bir tehlikenin fısıltısıydı bu.
Adımlarım dondu, nefesim sıkıştı.
Telsizden hafif bir parazit geçip aniden netleşti:
“Yüsra, sakın hareket etme! Tekrar ediyorum: Sakın kıpırdama!”
Kulağımda tim liderinin sesi çınladı.
Tonundaki panik, alışık olduğum o soğukkanlılıkla çatışıyordu.
Bir başka ses daha girdi araya:
“Zemin yumuşak, mayınlı alan olabilir! Destek geliyor, dayan Yüsra!”
Ayaklarımın altındaki dünya küçülmüştü sanki.
Bir karış öteye adım atsam, bedenim havaya savrulacak gibiydi.
Kalbim göğsüme sığmıyor, beynimden gelen tek bir komut vardı: Sakın kıpırdama.
Ama o an…
Telsizde ani bir cızırtı, ardından yankılanan tek kelime:
“Temas!"
Ve her şey sustu.
Sadece patlamaya hazırlanan bir dünya kaldı.
Zaman büküldü.
Gözüm bir anlığına havaya kalktı, ama bedensel bir tepki değil, içgüdüsel bir vedaydı sanki.
Ayak bastığım yer, öfkesini kustu.
Toprak yarıldı, gökyüzü üzerime çöktü.
Kulaklarımı delen bir “BOOM”, ardından bedenimi sarıp sarmalayan kör bir aydınlık…
Yere düşerken, zaman yavaşladı.
Yanaklarıma çarpan sıcak toprak…
Çevremde çığlıklar…
Telsizde kesik kesik yankılanan sesler…
“Yüsra düştü! Tıbbi destek! Hemen, hemen!”
Ama ben artık hiçbirini duymuyordum.
O an, gözümde sadece bir resim canlandı.
Bora... " unuttun mu beni gerçekten...."