“Yüzünü kaybettiğinde, kimliğini de yitirir misin? Yoksa yeniden doğmak için bu yeterli midir?”
Hayata bir sıfır geride başlayan Yüsra, tüm zorluklara rağmen asker olmayı başardı. Operasyon sırasında aldığı ağır yara, onu geri dönülmez bir yol ayrımına getirdi: yüz nakli.
Sevdiği adamın onu en zor zamanında terk etmesi, bu savaşın en kanayan cephesiydi.
Ama Yüsra vazgeçmedi. Güçlü kalmayı seçti.
Yüzü değişmişti, peki ya kalbi?
İyileşip yeniden göreve döndüğünde karşısına çıkan tanıdık bir yüz, geçmişi tüm ağırlığıyla yeniden karşısına koyacaktı.
“Aşk mı? Görev mi? Yoksa yeniden yazılan bir kader mi?”
Bu hikâyede hiçbir yara iz bırakmadan geçmiyor…
İstanbul’un azılı mafya ailelerinden Hazemşahlar’ın varisi, Demir Alp Hazemşah, o akşam masada yerini heyecanla bekliyordu.Artık otuz yaşına basmış, aile içinde söz hakkını resmiyete dökmüştü. O masa, karanlık dünyanın merkezlerinden biriydi; oturanlar kadar oturmayı başaranlar da efsaneydi.Demir Alp, babasının gölgesinden sıyrılmış, kendi karanlığını yaratmıştı.Ama kim bilebilirdi…O gece, bir güldürü programı izlerken, seyircilerden birinin konuşmasıyla hayatının yön değiştireceğini...Sıradan bir kahkahanın ardında, zihnine düşecek bir merak tohumu olduğunu...Ve o tohumun, içten içe çatlaklar oluşturup onu delice bir araştırmaya sürükleyeceğini...Demir Alp için duygular zayıflıktı. Aşka, kadına, bağlanmaya yer yoktu.Ama o, ilk günden hatayı yaptı.Kalbinin kapısını, farkında olmadan araladı.Ve unuttuğu tek bir şey vardı: Kadın demek, konuşmak demekti.Oysa kural basitti:Sessizlik.
“Of Emine Teyze, sen bu kadar şeyi nasıl taşıyorsun ya?” deyip güldüm yorgunluktan.
O da bana dönüp gülümsedi:
“Ha bu ne ki, biz daha nelerini taşıydık kızum! Allah sağlık versun, gidekce taşıruzuk işte…” deyip elini omzuma koydu, sonra da eliyle yukarıyı işaret ederek,
“Sen otur hele, ben şimdi geliyrum ha!” dedi ve merdivenlerden yukarı çıktı.
Git dese de zaten kalkacak hâlim yoktu. Nefes nefeseydim. Derin bir soluk aldım, gözlerimi kapatıp şöyle bir dinlendim. Azıcık toparlandığımda, Emine Teyze elinde bir sürahiyle çıkageldi. İçinde köpüklü ayran vardı. Yanına iki de bardak almıştı.
“İç kızum, iyi gelur ,” dedi ve bardaklardan birini doldurup bana uzattı.
“Teşekkür ederim,” deyip bir yudum aldım.
“Hmm… Çok güzel bunun tadı!” dedim keyifle.
“Bizum inekler edeyi da güzeldir tabi, ne sandun!” diye kendi ineklerini övdü, gülümsedim. Gerçekten hem tatlı hem de komik bir kadındı.
Ama aslında parçalayan, kor ateşlerde yakan bendim herkesi. Kendimi yakacağımı düşünemeden..
Askerdim ben. Hiç hedef şaşırmadım bugüne kadar.
Ama şimdi anlıyorum ki... asıl hedefim benmişim.
Kendi kalbimi tam on ikiden vurup paramparça etmişim...
"Ne kadar kötü olabilir ki? Zaten hep merak ederdim kalabalık aileleri," dedim içimden. Üzülüp hevesi kırılmasın diye tüm düşüncelerimi bir kenara bıraktım. Uygun bir zamanda, neden daha önce bahsetmediğini konuşurduk nasılsa.
Valizleri alıp çıkışa doğru ilerlerken üç tane takım elbiseli, heybetli adamın bize doğru geldiğini görünce istemsizce ürperdim. Babamın koluna girip adımlarımı yavaşlattım. O an babam bana dönüp gülümsedi. Sanırım korktuğumu anlamıştı.