bc

PÂYİDAR

book_age12+
151
TAKİP ET
1K
OKU
family
confident
comedy
sweet
humorous
first love
secrets
twink
friends
shy
like
intro-logo
Tanıtım Yazısı

Gökalp mahallesinde sonsuz aşkın ateşiyle kavrulan iki ayrı ruh...

Almina, geçmişi acılarla dolu küçük bir kadındı. Bir gün ansızın yaşadığı şehir olan Ankara'dan ayrılıp İstanbul'a taşınmış ve yıllar evvel kaybettiği babasının anılarının hâlâ sokaklarında dolandığı Gökalp'e ayaklarını basmıştı. Gökalp mahallesine taşındıktan sonra hayatının seyri değişecek olan Almina güzelliğiyle mahallede adeta nefesleri kesmişti.

Tıpkı ilk görüşte Bertan'ın da nefesini kestiği gibi...

Bertan, Gökalp mahallesinin gıptayla bakılan adamlarından biriydi. İyi bir mesleği vardı, herkes tarafından sevilir, beğenilir ve övülürdü. Dipsiz bir kuyuyu andıran kara gözleriyle baktığı kişiyi alev alev yakardı, hırslı ve ihtiraslıydı. Ona arkasından "Belalı" derlerdi. Her şeyi tamamdı lakin tek bir şey dışında... Aşk. Ve bir gün ansızın onu da bulacaktı.

Almina ve Bertan'ın yolları Gökalp'in sokaklarında kesiştiğinde, aşklarının sınırları bulundukları yeri çoktan aşmıştı. İnsanlar bu kez Bertan'a değil, Bertan'ın sevdiği kadına karşı duyduğu aşka gıptayla bakar olmuştu. Almina ilk defa bir adam tarafından sevilmenin heyecanını, Bertan ise ilk defa bir kadın tarafından sevilmenin büyüsünü yaşıyordu. Sonsuz olacağına hiç şüphe duymadan, yana yana sevmişlerdi birbirlerini.

Ama sandıkları gibi aşkları, gerçekten pâyidar kalabilecek miydi?

Almina ve Bertan karşılarına çıkan fırtınalarla başa çıkabilecek miydiler?

Ya da her şeyde olduğu gibi bu güzel duyguların da mı bir sonu vardı?

Sevmenin ve sevilmenin, doğrunun ve yanlışın, yalanın, dürüstlüğün, aşk için nelerden vazgeçilebileceğinin anlatıldığı limonlu şeker tadında bir aşk romanı!

chap-preview
Ücretsiz ön okuma
Pâyidar | 1
Mevsimlerden Yaz’dı. Ramazan ayının son haftalarındaydık. Çevrem oruç tutan insanlarla doluydu. Ben de oruç tutuyordum ama hepsini tutacak kadar büyük bir sabır gösteremiyordum ne yazık ki. O yüzden bir gün tutuyorsam, ertesi gün mutlaka yiyordum. Bundan hem vicdan azabı duyuyordum hem de bunu kendime bir hak olarak görüyordum. Garip bir şekilde bu konuda ikilemde de değildim. İki seçeneği de benimsiyor ve onaylıyordum. Gerçi ben hep böyleydim. Hani şu, iki şık arasında kalıp da ikisini işaretleyenlerden… Bir insanın karakterini belirleyen birden fazla seçenek varsa, o seçeneklerden yalnızca bir tanesi parlayıp öne çıkardı. Yani insanlar ya iyi olurdu ya kötü olurdu ya soğuk olurdu ya samimi olurdu ya öfkeli olurdu ya ılımlı olurdu. Mesela ben bütün bu saydığım örneklerin arasından her iki özelliği de aynı anda taşıyan bir insan karakterine rast gelmemiştim hiç ama ben tam da böyle bir karakterdim; gücünü güçsüzlüğünden alan, çekingen lakin zaman zaman cesurluğu tutabilen, sessiz ama çenesi açıldı mı hiç susmayan, utangaç fakat bazen arsızlaşabilen, ılımlı olmasının yanı sıra çabuk öfkelenebilen… Adım, Almina. Almina Akel. Ve ben, az önce sıraladığım bütün tezat özellikleri, kendi içlerinde bir arada barındıranların atası olduğunu iddia eden sarışın, genç bir kadınım. Dengesizliğinin sınırı olmayan herkes, benim kardeşimdir. Ankara’dan İstanbul’a taşınmamızın ve üçüncü haftasıydı. İstanbul’a ne kadar alıştığımı soracak olursanız, henüz tam alışmış sayılmadığımı söyleyebilirdim çünkü bu şehir, Ankara’dan çok daha kalabalıktı. Her türlü insan vardı burada. Rüya gibi bir şehir olmasına rağmen insanlarının, gözüme pek de tatlı göründüğünü söyleyemezdim. Çünkü İstanbul gibi bir medeniyet şehrinin içinde hâlâ geri kalmış bir zihniyetin var olduğu bir mahallede yaşıyordum. Ne şanstı ama... Ramazan ayında olduğumuz için mahallede tatlı bir iftar telaşı vardı. Bu mahalleyi çok tanıyor olmama rağmen insanlarını ve iklimini az çok çözmüştüm. Dedikoducu insanları dışında aslında şeker gibi bir mahalleydi; samimi, halden anlayan ve dedikoducuları saymazsak güvenilir olan insanlara sahipti. Hatta dedikoducuları bile bu mahalleye ayrı bir hava katıyordu ama biraz daha çağdaş olmalarını tercih ederdim. Mahallenin başındaki fırına akın eden mahalle sakinleri uzunca bir kuyruk oluşturmuştu. İlk geldiğim günden beri bu böyleydi. İftar saatine yakın bir zamanda özellikle işten gelen adamlar direkt fırına gidiyor ve ekmek kuyruğu sırasına giriyordu. Ben Ankara’da hiçbir zaman bu kadar kalabalık bir kuyruk görmemiştim herhalde. Bu mahallenin toplam nüfusu, Ankara’da oturduğum semtin toplam nüfusuna eşit olabilirdi. Ayrıyeten bildiğim tek bir şey varsa, o da Ramazan ayından en çok nasiplenenlerin fırıncılar olduğuydu. Adamlar resmen her gün paranın belini kırıyorlardı yahu! Bu mahalleye en son yedi yıl önce gelmiştim o da ancak iki haftalığınaydı. Annem ve babam yoktu ama onların yerlerini doldurmaya çalışan iki amcam ve iki yengem vardı. Hatta dört tane de kuzene sahiptim. Burada, yani İstanbul’da Burhan amcamlar yaşıyordu. Burhan amcam, ailemizin en büyük üyesiydi. Bense Bülent amcamlarla birlikte iki hafta önceye kadar Ankara’da yaşıyordum, Bülent amcam da küçük olan amcamdı. Neden Bülent amcamlarla yaşadığımı soracak olursanız kendisinin beni kimseyle paylaşamayacak kadar sevmesi, olarak tanımlayabilirdim bunu. Burhan amcamlarda en son yedi yıl önce buraya geldiğimde kalmıştım. O yedi yıllık sürecin arasında kalan yıllardaysa; bir yılında Burhan amcamlar Ankara’ya gelmiş, iki yılında ise o çok sevdiğim hatta bayıldığım (!) babaannemlerin evinde buluşmuştuk. Kalan yıllarda da her yaz Ayvalık’taki yazlığımızda bir araya gelmiştik. Şimdi ise ani bir taşınma kararıyla her zaman birlikte olacaktık. Hatta sırf burada, ailemin yanında okuyabilmek için Ankara’da üniversite tercihi yaparken İstanbul’u yazmış ve ne güzeldi ki amacıma da ulaşmıştım. Bu şehir ve bu mahalle; iki amcamın, hatta ve hatta babamın çocukluklarına ev sahipliği yapan bir konuma sahipti. Amcamlar da bu yüzden doğdukları yerde değil de çocukluklarının geçtiği yerde kalmayı tercih etmişlerdi. Burada hiç kimse beni öz aile bireylerinden ayırmıyordu ve bu yüzden hiçbir zaman yabancılık çekmemiştim. Üstelik ailedeki tek kızdım. Dört kuzenimin dördü de erkekti ve hepsi -bir yaşla dahi olsa- benden büyüktü. Yani ailenin hem tek kızı hem de en küçük çocuğuydum. Yaklaşık beş veya altı yaşıma kadar yetimhanede büyüyordum. Onlar beni bulduklarında henüz çok küçüktüm fakat aileme alışmam, onların karşılıksız sevgisiyle beraber hiç uzun sürmemişti. Sırf bu yüzden, onlara olan hakkımı ölene dek ödeyemeyecektim sanırım. Bulunduğum mahallenin adı, Gökalp mahallesiydi. Mahalle küçük değildi ama çok büyük de değildi. İstanbul’un güzide mahallelerinden birine taşındık, diyebilirdim. Gökalp mahallesi, sadece tek bir sokaktan oluşmamakla birlikte sokak sokak ayrılıyordu. Mesela bizim oturduğumuz sokak Gökalp’in üçüncü sokağıydı. Üçüncü sokağın diğer sokaklardan tek farkı, mahallenin sonunun Biberoğlu parkına çıkmasıydı. Çünkü diğer sokakların birçoğu çıkmazdı ve Gökalp’in her sokağı aralarından geçen yollar vasıtasıyla labirent gibi birbirlerine çıkardı. Sokaklar, İstanbul’un diğer sokaklarına göre çok daha geniş ve ferahtı. Neredeyse her evin kendine has bir bahçesi vardı. Sokakların hemen hemen hepsi yokuştu ve biz de üçüncü sokağın yokuşunun başında oturuyorduk. Yokuşun başından aşağıya bakıldığında binaların üzerinden deniz gözükürdü. Bu mahallenin en sevdiğim yani da buydu ya zaten... Bu zamana kadar deniz olmayan bir şehirde yaşamanın büyük bir şanssızlık olduğunu, bu mahalleye geldikten sonra çok daha iyi anlamıştım. Mahalle muhteşem bir manzaraya ev sahipliği yapıyordu. Bizim sokağın sonundaki Biberoğlu parkı ise direkt olarak sahile bakıyordu. Güzel bir yerde oturduğumuza inanıyordum. Bu yönden şanslı sayılabilirdim. İftardan sonra mahallemizin kızlarından birisi olan Elif ablanın kına gecesine davetliydik. Ramazan’da ne kınası ne düğünü demeyin. Burada Ramazan’da düğün de oluyordu, kına da. Çünkü mahalledeki genel algı, mübarek aylarda evlenmenin daha hayırlı olabileceğiydi. Gerçekten böyle düşünen çok insan vardı ve hatta Canan yengem de bu inançtaydı. Bir yandan mantıklı olabilecek bu inanç biraz daha düşünüldüğünde mantıksızlaşıyordu ama şu an bunu düşünmek yerine kınada hangi halayları oynasam acaba diye düşünmeliydim. Gerçi, geçen haftaki kına faciasından sonra bir daha kınalara tövbe etmem gerekiyordu ama yine de eğlenceye doyamayan yanımı bir türlü bastıramıyordum. Geçen haftaki kınada ben de dahil olmak üzere birçok kadın ve erkek hakkında asılsız dedikodu insanlara sirayet etmişti ve kına sonunda Canan yengemlerle başka kadınlar arasında kavga çıkmıştı. O kavgadan geriye en son hatırladığım şey, Canan yengemin iki kadının saçlarına asıldıktan sonra kafalarını birbirlerine tokuşturduğu görüntülerden ibaretti. Allah Canan yengem gibi bir düşmanı, düşmanımın başına bile vermesindi. Her şeyiyle lezzetli geçen bir iftar yemeğinden sonra Fatih’te bulunan kına mekânına doğru cümbür cemaat yola koyulduk. Bülent amcam bizi arabasıyla götürüyordu ve daha sonra arabasıyla alacaktı. Kına gecesi anladığım kadarıyla karmaydı fakat karma olsa bile erkeklerin pek gireceğini zannetmiyordum. Bugün bildiğim tek bir şey varsa, o da o kına gecesinde oturup somurtmaya hiç mi hiç niyetimin olmadığıydı. Dedikodular yüzünden hiç kimse beni halay çekmekten mahrum bırakamazdı. Aynı zamanda da diğer akranlarımı... İşte bu yüzden dahiyane ama biraz da şeytani olan fikirlerimi bir an önce hayata geçirmek için sabırsızlanıyordum...

editor-pick
Dreame-Editörün seçtikleri

bc

HÜKÜM

read
223.4K
bc

AŞKLA BERDEL

read
78.9K
bc

MARDİN KIZILI [+18]

read
520.3K
bc

ÇINAR AĞACI

read
5.7K
bc

Ne Olacak Halim (Türkçe)

read
14.3K
bc

PERİ MASALI

read
9.5K
bc

Siyah Ve Beyaz

read
2.9K

Uygulamayı indirmek için tara

download_iosApp Store
google icon
Google Play
Facebook