Pâyidar | 10

4749 Kelimeler
Sabahleyin sekiz buçuk dersi için çalan alarm sesi kadar berbat bir olayın var olduğunu sanmıyordum. Uykunun en tatlı yerinde zır zır zırlayan telefonum sanki beynimin içinde gümbürdüyordu. Yatarken kendimi okula gitmeye hazırlamak adına, iki saat öncesinden alarm kuruyor, zaman gelene kadar da çalan alarmları susturup geri uyuyordum. Bu olay hem bana uykunun hazzını yaşatıyor, hem de psikolojik olarak beni okul için uyandırmaya erkenden alıştırıyordu. Şu ansa o iki saat çoktan geçmişti ve artık kalkmamın vakti gelmişti. Eh, nasıl olsa ilk ders uyurdum. Böyle olacağını bilseydim üniversitede kesinlikle akşamcı olurdum.  Okulların açılmasının üzerinden yaklaşık üç hafta geçmişti lakin ben bir türlü yaz tatilinin etkisinden çıkmamıştım. Geriye dönüp baktığımda evde boş boş oturup sıkıldığım zamanları dahi özlüyordum. O zamanlar en azından erken kalkma gibi bir mecburiyetim yoktu. Saat öğlen birden önce kalktığımı hatırlamıyordum. Hatta bazen akşamüzeri kalktığım da oluyordu ya da kahvaltı yapıp daha sonradan yatağıma geri döndüğüm günler de vardı. Uyku gibisi var mıydı be!.. Şimdi ise okulun gazabına uğradığım için sabahın altı buçuğunda uyanmak mecburiyetindeydim. Altı buçukta uyanmamın sebebi de okul saatine kadar ancak kendime gelebilmemdi. İki saat öncesinden alarm kurmama rağmen yine de uykuma galip gelmekte zorlanıyordum. Beşer dakika arayla yaklaşık üç veya dört kez daha ertelediğim telefonumun alarmı ısrarla çalarken uykuyu bana haram etti ve sinirle yataktan fırladım. Homurdana homurdana ayağa kalkarak henüz uyku mahmurluğunu atlatamamış olan gözlerimi ovuşturdum ve ayaklarımı sürüye sürüye banyoya ilerledim. Aynaya baktığımda akşam toplamadan yattığım için saçım başım birbirine girmişti. Biraz gerindikten sonra suyu açtım ve uykumun açılması adına dört beş defa art arda suyu yüzüme çarptım. Yüzümü yalayan su damlaları geceliğimin yakasından birer birer atlayarak göğsümün içine girince bir an ürpermiştim. Fakat bu olay uykumun daha kolay dağılmasına vesile olmuştu. Yüzümü kurulayıp banyodan çıkarken aşağıdan gelen kızartma kokusu iştahımı kabarttı. Anlaşılan Canan yengem yine döktürüyordu. Hiç vakit kaybetmeden akşamdan hazırladığım kıyafetlerimi üzerime geçirdim. Ardından saçlarımı da çevik bir hareketle tarayarak onları iki yana ördüm. Daha sonra da kaş boyasıyla çok hafif bir şekilde kaşlarımı boyadım. Sarı ve beyaz arasında gidip gelen ten rengim nedeniyle saçlarım ve haliyle de kaşlarım sarıydı. Hatta kaşlarım o kadar sarıydı ki kimi zaman yok gibiydi. O yüzden kaşlarımı belirginleştirmem gerekiyordu. Bu konuda sadece kirpiklerim benden yanaydı, onlar her ne hikmetse kaşlarımdan daha koyu renkte oldukları için gayet belirginlerdi. Neyse ki kaşlarıma boya sürdüğüm dışarıdan pek belli olmadığı için mutluydum. Hoplaya zıplaya aşağı indiğimde; Burhan amcam gazete okuyor, Serhat ağabey yarı uyur bir vaziyette çatalına zeytin batırmaya çalışıyor, Muzaffer ağabey ise kafasını masaya koymuş resmen uyuyordu. Kıkırdayarak Burhan amcamın yanına gittiğimde, "Günaydın amca!" diye cıvıldayarak amcamın boynuna sarıldım ve yanağını kocaman öptüm. Ardından o da, "Günaydın, prenses." diyerek beni yanağımdan öptü. Bu evin ilk ve tek prensesi olabilirdim. "Bu ne hal ya?" Diyerek Muzaffer ağabeyi gösterdim. Bir de kendisi bana uykucu derdi oysa. "Ah, ah... Gençlik bitmiş!.." Gülerek ellerimi birbirine çarptım.  "Hiç sorma," dedi amcam elindeki gazeteyi katlayarak koltuğa bırakırken. "Sokak maymunu sabaha karşı geldi eve." Ardından amcam, Muzaffer ağabeyin uyanması için yüksek sesle öksürdü. Muzaffer ağabey bu öksürük sesini duyar duymaz yerinden sıçrarken, Serhat ağabeyse sanki az önce uyuklayan kendisi değilmiş de hiçbir şey olmamış gibi nihayet çatalına batırmayı başardığı zeytinini ağzına attı.  "Pardon," dedi Muzaffer ağabey gözlerini ovalarken. "Bir an dalmışım da." "Dalarsın tabii dalarsın... Anne sözü dinlemezsen sen daha çok dalarsın Muzaffer Bey! Sabahın bilmem beşinde altısında eve girersen olacağı bu. Git bir elini yüzünü yıka, açılırsın." Canan yengem elindeki köfte kızartması tabağını ortaya indirdiğinde gözlerimden kalp fışkırdı sanki. Çatalımı elime alarak kocaman bir köfteye batırdığımda hepsini bir anda ağzıma attım. Şu sabah kahvaltılarında yenilen köftenin tadı başka bir güzel oluyordu. Muzaffer ağabey banyoya gidip geldikten sonra sofradaki sessizliğimizi koruduk. Herkes kahvaltısını bitirip sofradan kalkarken el birliğiyle Canan yengeme yardım ettik ve sofrayı toparladık. Serhat ağabey biraz uykusunun açılması adına kirli tabakları duruladı, Muzaffer ağabey de onları bulaşık makinesine yerleştirdi. Burhan amcam da en son masayı siliyordu. Evimizde, çoğu evde olmayan bir adalet hakimdi; mesela evde sadece kadın ev işleri yapmaz, aynı şekilde yaptığı ev işi de küçümsenmezdi. İstese de yapamazlardı çünkü Canan yengem hepsini öldürürdü. Bu evin reisi sanılanın aksine baba değil, anneydi ve herkes bunun sonuna kadar bilincindeydi. İleride bir gün anne olacaksam eğer Canan yengem gibi otorite sahibi bir anne olmak isterdim.  Öte yandan kuzenlerim de Burhan amcam da kendi kıyafetlerini kendileri ütülerdi. Bazı istisnai durumlarda yengem ütülüyordu ama onun dışında hiçbirimiz yengeme yük olmuyorduk. Çünkü böyle yetiştirilmiştik. İşte bu yüzden annem veya babam olmasa dahi böyle bir ailenin bana nasip olması benim için büyük bir şanstı. Yetim olduğum üzere kötü bir aileye de düşebilirdim veyahut yetimhanede kalmaya da devam edebilirdim lakin ben, onlar beni sahiplendiği için Allah'a binlerce kez şükrediyordum. Evden çıkmadan evvel Canan yengem cebime yüklü bir miktarda harçlık sıkıştırırken gözlerimi ölümüne devirdim. Zaten her gün harçlık veriyorlardı ve cidden artık harçlık kusacaktım. Çünkü okulda pek fazla yiyen tiplerden değildim ve üstelik yesem bile çok fazla yiyemiyordum. Okul için sadece yol ve kahve ya da arada bir çay masrafım oluyordu. Harcayamadığım için biriken paralarımla yakında kendime bir ev bile yaptırabilirdim.  Dua ederek alnımdan öpen Canan yengem, "Allah,'a emanet ol biriciğim," dedi ve gülümsedi. Onun gülümsemesine karşılık ben de ona gülümsedim. "Anasının kuzusu... Ne de güzel bir kızsın... Allah'ım Ya Rabbim, seni yaratana kurban kız!" Diye devam eden konuşmasını, yüzümü avuçlayıp beni maaşallahlı tükürüklerine boğarak tamamladı. Arada bir bu kadının vahşi sevmelerinden korkmuyor değildim ama her ne olursa olsun bana kendimi değerli hissettirdiği için ona binlerce kez minnettardım.  Yüzümdeki tükürükleri, bir kez Ya Rabbi şükür çekerek silip, "Görüşürüz yengem." dedim ve ben de onu öptüm. Daha sonra çantamı omzuma takıp onun yanından ayrıldım. Bir alt kata indiğimde evden çıkmak üzere olan Koray ve Berke'ye kısa bir günaydın, faslından sonra arkalarından evden çıkan Bülent amcamı gördüm. Beni görünce gülümseyen amcamın boynuna atlayarak yanağını kocaman öptüm. "Günaydın babacığım!" "Günaydın kızım!" Bülent amcam sırıtarak beni gıdıklarken keyfime diyecek yoktu. "Babaya gün aysın da anaya aymasın mı? Aşk olsun, Almina." İleride somurtan Meltem yengemin de boynuna sarıldığımda onun da yanağını öptüm. Fakat yüzü hala asıktı. Bu sefer ben de güldürmek adına onu gıdıklamaya başladım. "Sana da günaydın, anneciğim!" dedim hala onu gıdıklamaya devam ederken. Kadın, huylandığından dolayı yerinde duramıyordu. "Ay tamam kız," diyerek isyan etti en sonunda. "Hadi bakalım okula geç kalacaksınız." Kafamı onaylarcasına aşağı yukarı sallarken amcamla yengeme öpücük atarak Berke'nin koluna girdim ve okula gitmek üzere binadan çıktık.  Kuzenim Berke, ben ve bu mahalleden arkadaşımız Kerem'le aynı üniversitedeydik. Hatta Kerem'le de aynı bölümdeydik ama o üçüncü sınıftı, bense birinci sınıftım. Berke mühendislik fakültesinde elektrik okuyor, Kerem ve bense yine mühendislik fakültesinde inşaat okuyorduk. Bizim bölümde toplasanız ancak otuz kişi vardık ve bunların yalnızca dört tanesi hemcinsimdi. Geriye kalanlar sadece erkekti ve çoğunluğu erkek olan bir bölümde okuyorsanız eğer sınıfta futboldan, bilgisayar oyunlarından ve manita meselelerinden başka hiçbir şey konuşulmamasının nasıl bir his olduğunu anlayabilirdiniz... Bazen neredeyse sıkıntıdan patlıyordum. Ama yine de her şeye rağmen bölümümü seviyordum. Bu bölümü kazanabilmek adına iki sene gecikmeli başladığım için asla pişman değildim. Bunu dile getirdiğim zaman Kerem, dur daha yeni başlıyorsun, diyerek gözümü korkutuyordu gerçi ama bu konuda kendime güvenmeseydim bu bölümü tercih edebileceğimi hiç sanmıyordum. O yüzden şimdilik gelecek sene ki dersler hakkında felaket senaryoları üretmekten feragat etmiştim. Yaz mevsimi yerini yavaş yavaş sonbahar mevsimine bıraktığı için hava karışıktı. Ortamda etkili olan serinlik insanları üşütmeye başlamıştı bile. Yani kısacası kış mevsiminin fragmanını yaşamaya başlamıştık. Bir kolumda uyuklayan Berke, diğer kolumda ise bize katılmasının ardından uyanmaya çalışan Kerem ile birlikte okula gideceğimiz minibüse doğru yürüyorduk. Berke kolumdan çıkıp ileride sigara içen Barış'ın yanına gitti ve onun koluna girdi. Grubumuzun en karizmatiği, çekicisi ve yakışıklısı olan Barış'sa Berke'ye gözlerini devirerek baktı. "Her sabah aynı olayı yaşamak zorunda mıyım ya," dedi Barış. "Seni taşımaktan omuzlarım çöktü ulan. Neden Kerem değil de ben? Neden Almina değil de ben?" Berke, "Çünkü senin kasın var." diye yanıtladı. "Almina'nın omzuna kafamı bir koyuyorum, kız yerin dibine göçüyor neredeyse. Kerem desek zaten kendisi uyuyor. İkimiz de bayılıp kalırız ve bana, beni ayakta tutabilecek kaslı ve uykusunu almış bir kanka lazım. Dolayısıyla bu kanka sen oluyorsun."  "Kasla ne alakası var oğlum? Hem Kerem'in de kası var?.." "Diyorum ya kanka, onun kası olsa kaç yazar... Uyuyor o uyuyor."  Berke'nin her zamanki halini sanki yeni görüyormuş gibi tepki veren Barış yine onunla birlikte laf dalaşına girmişti. Berke'nin asıl amacı Barış vasıtasıyla kız tavlamaktı. Çünkü Barış, dediğim gibi grubumuzun en yakışıklı kişisiydi. Bir ortama onunla girdiğimizde -çok ciddiyim- kızların ağızlarının suları akıyordu. Tabi bunu fark eden Barış hiçbirine yüz vermiyordu o ayrı konu. Benim avanak kuzen de tıpkı bir zavallı gibi Barış'a yanaşarak onun biricik kankası imajını veriyor ve bu sayede de kızlarda kötü çocuk havası yaratıyordu, daha doğrusu öyle bir hava yarattığını sanıyordu. Aslında bir bakıma kızları üzerine çekmeyi de başarıyordu lakin kızlar onun yanına genellikle Barış ile alakalı bir şeyler sormaya gelirdi. Barış yoksa da yedekteki Kerem hakkında bilgi almak isterlerdi. Grubumuzun ikinci yakışıklısı da Kerem'di çünkü. Koray da dahil olmak üzere küçük kuzenlerime ve Akgün'e nazaran Barış'ın ve Kerem'in de talibi daha çoktu.  Barış ve Kerem çapkın, Berke çılgın, Koray zeki, Akgün ise sayko bir tipti. Aslında Koray'da bunların hiçbirine benzemek isteme gibi bir huy yoktu ama çocuğun saflığını sömürüyordu bizimkiler. Yani istemese de uymak zorunda kalıyordu. Biz kızlar olarak pek fazla bu taraklara girmiyorduk fakat davranışlarımızla ilgili bir genelleme yapacak olursak; Sema aramızdaki en fevri kişiydi, Meryem ise Sema'nın aksine aramızdaki en sakin arkadaşımızdı, Yaren en dedikoducu ve çirkefiydi hatta ve hatta çapkın da sayılabilirdi, bense ortaya karışıktım. Yani bütün arkadaşlarımdan birer parça taşıyordum, çapkınlık dışında. Gerçi sanki Meryem'de de bir yere bakan yürek yakan havası vardı fakat belki de artık nişanlı bir kadın olduğu için bu özelliklerinden feragat etmişti, bilemiyordum.  Büyük bir sessizlikle beklediğimiz minibüs nihayet geldi ve biz de güç bela binebildik. Sabahın köründe bir dolu insanla aynı minibüse binmek şu hayatta en nefret ettiğim aktivitelerden birisi olabilirdi. Herkes uykusuz, tahammülsüz ve agresifti. Üstelik İstanbul'da yaşayan biriyseniz eğer toplu taşıma araçlarında metrekare başına beş yüz sekiz insanın düştüğünü bilirdiniz. Bu koşullarda okula gittiğim için umarım gelecekte işsiz güçsüz kalmazdım. Aksi takdirde bu İstanbul'u beş liralık mazotla yakardım!..  *** Okula vardığımızda öğrenciler yeni yeni geliyordu. Turnikelerden geçip merdivenleri tırmandıktan sonra dersliklerimize doğru yol aldık. Biraz erken gelmiştik ve üçümüzün de derslerinin başlamasına yaklaşık yirmi dakika olduğu için çantalarımızı sınıflarımıza bırakıp sıcak bir şeyler içmek üzere bahçede buluştuk.  Kerem, yine her zamanki centilmenliğini gözler önüne sererek bize bir şeyler ısmarlamaya karar verdiğinde Berke'nin sevinçten aniden dağılan uykusu beni güldürdü. "Evet, Hanımlar Beyler. Ne yemek veya içmek istersiniz? Bugünkü hesaplar benden!" Onu reddetmekse mümkün değildi. Yani istemezsek kafamızı duvarlara bile vurabilirdi. Bunu fırsat bilen Berke, bir kral edasıyla o aşağılayıcı bakışlarını Barış'a dikti. "Üç sucuklu tost ve yanına iki portakal suyu ile bir çay. Yanına da beş tane Çokonat. Ha unutmadan... Birkaç paket sakız da alsan iyi olur." Kerem alayla kaşlarını çatarak, "Başka bir arzunuz var mıydı Berke Hazretleri? Zat-ı şahanenizin keyfi için daha fazla ne yapabilirim?" dedi. Buna karşılık Berke hiç istifini bozmadı ve "Çekilebilirsin." derken elinin tersini havaya doğru salladı. "Berke," dedi Kerem dişlerinin arasından. "Siktir git asabımı bozma benim!" "Kes sesini, sıçmayayım asabına." Kerem, "Ismarlamıyorum lan sana," dedi Berke'ye bir tane tokat geçirerek. "Ben Almina'cığıma alacağım hepsini. Sen de bok yersin artık." "Sıçarsan eğer yerim kanka..." Berke'ye bu cümlesinden ötürü iğrenerek baktım. Demek beleşe bulsa onu da yiyecekti. Kerem işaret parmağını Berke'ye doğrulttu, "Sıçacağım ama sen de yiyeceksin, tamam mı? Yemeyen de en adi şerefsiz olsun." "Olsun lan!" "Hadi gel lan!" Böyle saçma sapan bir muhabbete girdikleri yetmiyormuş gibi bir de birbirlerini gaza getirip ayağa kalktılar. Bunun için nereye gidecekleri meçhulken ikisini güç bela yerlerine oturttum. Bu adamlar hiçbir zaman olgunlaşmayacaklardı anlaşılan. "Ya koskoca adamlarsınız," dedim ikisine de yüzümü buruşturarak bakarken. Zira Kerem yirmi üç, Berke de yirmi iki yaşındaydı. "Utanmıyorsunuz değil mi çocuk çocuk hareketler yapmaya? Bu kafayla nasıl üniversiteye kadar yaşadınız, hayret ediyorum doğrusu!" Kerem, "İlk önce o başlattı ama!" derken parmağıyla Berke'yi gösterdi. "Ayrıca da bokumu yemeye çok hevesli görünüyordu, ne yapayım yani?" Başımı olumsuz anlamda yavaşça sallayarak baktım ona. Neyse ki Berke de bir karşılık verip bu saçma muhabbeti uzatmadı ve sonuç olarak kendisine ısmarlanacak olan yemekten de oldu. Kerem inada bindirip ona bir çöp bile almadı. Berke'nin bunu hak etmediğini söyleyemezdim ama yine de dayanamayıp tostumdan bir parçayı ona feda etmiştim. Bir parçadan kastım kesinlikle yarısından fazlasıydı çünkü hayvan öyle bir ısırmıştı ki tost adeta bitmişti. Onda değil, ona güvenende, merhamet edende hataydı zaten! Kerem ve Berke'nin münakaşasının ardından derslerin başlamasına son on dakika kalana kadar sabah sabah suspus oturduk. Maksat muhabbet açmak olsun diye Kerem'e, "Sevgilinle aran nasıl?" diye sordum. Kerem de bu soruma karşılık umursamazca elini salladı, sanki ne sen sor ne ben söyleyeyim dermiş gibi. Anlaşılan araları bozuktu. "Neden be? Ne oldu?" "Ya kanka kız salağın teki," diyerek beni cevaplayan Kerem bıkkınlıkla ofladı. "Vallahi de billahi de onun gibi biriyle çıktığım için çok pişmanım." Canım kuzenim hayretler içinde Kerem'e bakarken, "Sen inşaatçıların içinde okurken kız bulduğuna dua et lan!" dedi. "O kız senin için bulunmaz bir nimet. Kendine gel, haddini bil!" Ardından bana döndü ve işaret parmağıyla Kerem'i gösterdi. "Kesin kız terk etmiştir bunu... Zaten bunun gibi bir tiple neden ilişkisini sürdürmek istesin ki?" "Berke beni kendinle karıştırma kardeşim. Ben sen miyim ki varlık içinde yokluk çekeyim? Ben bölümde kız kıtlığı yaşandığı halde buluyorum ama sen... Sen varken de bulamıyorsun." Kerem'in söyledikleri beni inanılmaz güldürdüğünde Berke de oturduğu yerde kudurarak Barış'a dil çıkardı. Ne yalan söyleyeyim, Kerem oldukça haklıydı ve bu konuda söz söylemesi gereken son kişi Berke'ydi. "Neden Kerem?" Diye sordum yeniden. "Ne yaptı ki kız sana? Aldattı mı yoksa?" "Yani aldatmadı ama onun gibi bir şey yaptı sayılır..." "Nasıl yani?" "Şimdi biz bununla ilk çıkmaya başladığımızda benimle çok ilgiliydi tamam mı, hani böyle bildiğin bana yapışıyor, dibimden ayrılmıyordu." Gözlerimi devirdiğimde, "Evet fark ediyorduk." dedim. Melisa... Kız gerçekten de tutkal gibi bir şeydi ve üstelik fare gibi ciyak ciyak ötüyor, biraz da tiki takılıyordu. Bir devlet üniversitesi öğrencisine göre fazla tikiydi hatta... Bölümümüzün hocalarına kafa filan tutuyordu ve bu tam bir ahmaklıktı. Ben dümdüz oturuyorken bile hocalarımın gözüne batacağımı düşünerek acaba daha mı yan otursam diye ödleklik ediyordum oysa. Sadece ben değil bizim bölümün yüzde doksanı böyleydi. Bu kızın cahil cesaretine ise hepimiz hayret ediyorduk. Bu cesurluklarıyla da inşaatçılar arasında bayağı bir popüler olduğunu söyleyebilirdim. Kerem gibi efendi ve aklı başında bir arkadaşımın böyle bir kızla çıkmış olması esasında ilk başta beni şaşırtmıştı ama tabi bana bu konuda söz hakkı düşmediği için sesimi çıkarmamıştım. Ardından Kerem devam etti, "Neyse işte sonra biliyorsun ki ben de ona karşılık veriyordum. Yani ona aşık olduğumu söyleyemem ama sonuçta sevgilimdi, bir şekilde ona ilgi alaka göstermeliydim ve öyle de yaptım. Ama gözü dışarıdaydı hep anlıyor musun? Nasıl anlatsam, başka erkeklerle fazla içli dışlıydı ve bu beni rahatsız ediyordu açıkçası." "Sonra peki?" "Kanka bütün bunlara tepki verdiğim için bizim aramız yavaş yavaş çatlamaya başlamıştı tabi. Bunun gözü hiç bende olmamıştı ki zaten! Açıkçası paçayı erken kurtardığıma seviniyorum bile... Bir daha tövbe!" Kerem'i benden daha heyecanlı bir şekilde dinleyen Berke ağzını yaya yaya, "Ağla..!" diye adeta adeta çığlık attı. Bu çocuğun böyle ani çıkışları beni öldürecekti. Gözlerimi devirdim. "Şimdi geriye dönüp baktığımda ne fark ettim biliyor musunuz? Hatırlarsanız Melisa bir ara bizim mahalleye gelmişti ya, işte o günden sonra bu kız sürekli bana Bertan ağabeyim hakkında bir şeyler sormaya başladı. İşte ne okumuş, ne iş yapıyormuş, sevgilisi var mıymış bilmem ne... Zaten ondan önce de ailemle tanışmak istediğini hatta ağabeyimle daha çok tanışmak istediğini falan söyleyip duruyordu."  "Yok artık!" Diyerek adeta şoka uğradım. "Bence de yok artık, değil mi ama! Ağabeyimle tanıştığı gün her yerinin ayrı oynamasından anlamalıydım zaten. Düşünün yani; bırakın okuldaki erkekleri, ağabeyime bile yürüdü ya! Salaklık bende ama..." Vay yelloz vay! Resmen kankamı ağabeyinden vurmuştu yahu! Bu ne midesizlikti böyle!  İri iri olmuş gözlerimle Kerem'e bakakaldığım sırada Berke uyuz uyuz kahkaha atmaya başladı. Hatta öyle uyuzdu ki Kerem'i bırakın, benim bile onun ağzına bir tane vurasım gelmişti. Ama en çok da şu kıza gıcık olmuştum. Sevgilisinin ağabeyine yürümek kadar aşağılık bir duruma düştüğü için onun adına ben utanıyordum. Kim eski sevgilisi tarafından böyle bir olayla anılmak isterdi ki? Gerçekten iğrençti. "Aynen, ayrılmakla çok iyi yapmışsın," dediğimde hala şoku üzerimden atamamıştım. "Ne insanlar var ya... Peki ağabeyin ne dedi bu duruma?" Kerem, "Ne diyecek," derken güler gibi bir ses çıkardı. "Bana ayarla bunu dedi tabii ki. Ayrıldığımızı duyunca bir hayli sevinmişti hatta sırf bunun için." İşte şimdi daha çok şaşırmıştım. Oturduğum yerde resmen, "Yuh!" diye anırdım. "Yuh yani, yuh, yuh! Bunu dedi mi cidden?" Böyle bir olayın yaşanmış olması ihtimaline dayanamazdım. Hadi kız yedi kat yabancıydı da ağabey öz babasının oğluydu be, oğlu, oğlu! Babasının oğlu! Bütün bunların üzerine Berke ve Kerem bahçedeki çoğu kişinin bize dönüp bakmasını sağlayacak kadar gür bir kahkaha koparttılar. Bu kadar komik olan neydi? Komik olan şey varsa ben neden gülmüyordum? Komik değilse de bunlar niye gülüyordu? İkisine hayretle baktım. "Bu kadar komik olan şey nedir arkadaşlar?" Kerem, "Sensin." dediğinde bana dil çıkardı.  "Nasıl yani ya?" "Ya Almina," diyerek bana açıklamaya girişti bu kez de canım (!) arkadaşım. "Ne kadar safsın ya! Sence ağabeyim böyle bir şey demiş olabilir mi? Tabii ki de demedi. Hatta onu gördüğü günün akşamında ayrıl bu salaktan, demişti bana. Bunu söylemesinin nedenini şimdi daha iyi anlıyorum." Öfkeyle, "Ne bileyim canım ben!" diye çıkıştım. "Senin ağabeyinin ne yapacağı belli olmadığı için belki bunu da yapmıştır, diye düşündüm yani, olamaz mı?.." İkisi de bana gülmeye devam edince iyiden iyiye sinirlerim bozulmuştu. "Sizi geri zekalılar! Açın da kendi kıçınıza gülün siz!" Sinirlenmiştim yahu! Resmen beni salak yerine koymuşlardı. Hayır yani, salak olmasam neden böyle bir şeyi ilk duyduğumda inanayım, onu da bilmiyordum ama eminim boş bir anıma denk gelmiş olmalıydı. Fakat yine de bu, onlara benimle dalga geçme hakkını vermiyordu! "Ayrıca," diye devam etti Kerem en sonunda gülmeyi kestiğinde. "Bertan ağabeyimin gözü başkasında..." Bana kaşlarını kaldırarak baktı. "O yüzden bu aralar başka kızlarla ilgileneceğini hiç sanmıyorum." Dersin başlamasına yalnızca birkaç dakika kaldığı için ayaklandım, "İlgilenmiyorum, Kerem."  "Bence ilgilenmelisin kanka." Yanağımdan bir makas aldığında kaşlarımı çattım. Ardından bir de göz kırptı. "Nedenmiş o?" "Kendi ağzınla dedin az önce. Ağabeyimin ne yapacağı belli olmaz." Başımı yavaşça iki yana salladığımda Berke'ye ve Kerem'e veda ettim ve hızlı adımlarla dersliğime doğru yürümeye başladım. Elbette Belalı'nın ne yapacağı belli olmazdı ama bundan bana neydi?.. *** Yorucu geçen altı ders saatinin ardından nihayet evime gidiyordum. Zaman zaman ne halt yemeye bu kadar uzak bir üniversiteye yerleştiğimi sorgulamıyor değildim çünkü oraya ulaşabilmek için adeta savaş veriyordum. Tabi az değildi üç vesaitle gidip gelmek... Öğle saatleri olmasına karşın hava kasvetini korurken soğuk keskinleşmişti. Rüzgar daha sert esiyordu ve uçurduğu minik yağmur damlaları yüzüme batıyordu. Üzerimdeki mont olmasa kesin donardım. Zaten en ufak bir rüzgarla buza dönen bir bünyeye sahiptim. Keremler'in evinin oraya vardığımızda köşede sigara içen ikili dikkatimi çekti. Belalı ile Fişek Gökhan ağabey koyu bir sohbete dalmışlardı. Mahalle kızları ikisine bakarak ağzının sularını akıtırken bizim onlarla rahat rahat konuşabilmemiz gururumu okşamıyor da değildi. Sonuçta bu dört arkadaştan her biri buradan hiçbir kızla yüz göz olmuyordu. Hatta biriyle çiğ köfte bile yemiştik baş başa... Bu saçmalığı düşündüğümde bir an gülecek gibi oldum da neyse ki kendimi tutabilmiştim. Aksi takdirde yolun ortasında kahkaha atardım.  İkisinin de görüş açısına girdiğimizde Gökhan ağabey bana bakarak, "Ooo..." dedi ve yerinden kalktı. "Yenge hanım da buradaymış!" Yenge? Duyduğum şaşkınlıkla birlikte yalnızca, "Ne?" diyebildim. Gerçekten de, 'ne?'  O an etrafta bunu duyan kim varsa bana baktı. Kaşlarımı çattım. Burada neler dönüyordu böyle? Yanımdaki Kerem kıkırdadı, Berke'de ise sebepsiz bir umursamazlık vardı. Sorumun cevabını duyana kadar Gökhan ağabeye bön bön bakmaya devam ettim. Fakat o cevabı ne yazık ki alamadım. Bunun yerine Belalı'nın öfkeli bakışlarının odağına en yakın arkadaşını alışına şahit oldum.  "Gökhan," dedi Belalı arkadaşını uyarırcasına. "Dişlerini eline dökmemi istemiyorsan kapa şu lanet çeneni! Ergen misin sen ya? Ne bu hareketler?" Gökhan ağabey bunun üzerine koskoca adama dilini çıkardı ve o dilini dalgalandırışını hafızalarımıza kazıdı. Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Düşünsenize, otuz yaşına geldiniz ve en yakın arkadaşınız size dil çıkarıyor... Sert bir rüzgar bedenimi yalayarak geçerken saçlarımı her zamankinden daha fazla uçuşturmuştu. Görüş alanımı tamamıyla kapatan saç tutamlarımı hızlı bir hamleyle geriye doğru savurduğumda, gözlerimin önünün açılmasıyla çoktan Belalı'nın gözlerinin esareti altına girmiş olduğumu fark ettim. Şöyle baştan aşağıya bedenimi, o kara gözleriyle adeta arşınladı ve ardından yeniden yüzüme baktı. Birinin bana böyle süzmesinden rahatsız olurdum ve şu an da öyle olmuştu. Bu da neydi böyle? Hafiften kaşlarımı çattım. O ise bu halimden zerre kadar bile etkilenmedi, aksine yüzüme daha dik bakmaya başladı. Ne yapmaya çalıştığına pek bir anlam veremesem de o dikkatli bakışların hedefinde olduğum için rahatsız olmakla birlikte yanaklarımın ısındığını hissettim. Sanki o gözler bana bakarken herkesin içinde çıplak kalmıştım. Hemen kaçırdım bakışlarımı. Bu hareketime güldü. Hem bana dik dik bakarak beni rahatsız ediyor hem de rahatsız olmamdan haz mı duyuyordu bu adam? Dua etsindi ki rezillik çıkarmıyordum. Kıro! "Okuldan mı geliyorsunuz?" Diye soran Gökhan ağabeyi Berke yanıtladı. "Evet ağabey." Gökhan ağabey sanki doksan yaşına basmış nineler gibi, "Okuyun yavrum okuyun," dedi. "Zamanında beş yüz tane kalın kitabı ezberleyip kafayı yemişliğim var ama yine de okumama değdiğini söyleyebilirim." Kerem, "Vallahi ağabey ben kitap ezberlesem yine iyi." dedi. "Zemin mekaniği diye bir lanet var, kurtulamıyorum ondan." "Kitap ezberlesem yine iyi, mi? Sırf kurduğun bu cümle yüzünden sana dava açacağım!"  Gökhan ağabey başarılı bir avukattı. Gökalp'te kendine ait bir hukuk bürosu bile vardı. Ailesinin tek çocuğu, dolayısıyla da tek gururuydu. Hatta mahallenin de gururuydu. Her ne kadar fırlama bir tip olsa da bu mahallede kendini yetiştirmiş sayılı insanlardandı. "Aslında mantıklı," dedi Kerem garip bir şekilde. "Hapse girersem zemin mekaniğini vermek zorunda kalmam... Ağabey sen iyisi mi beni şöyle güzel bir cezaevine tık!" "Emin misin bak?.." "Sayılarla uğraşmaktan daha az zorlanacağım kesin." Hepimiz samimice gülüştük.  Gökhan ağabey bu kez de bana döndü, "Almina sen ne okuyordun?" Benden önce Kerem, "İnşaat!" diye adeta haykırdı. "Bizim fakültede."  Gökhan ağabey şaşkınlıkla, "Hadi canım," dedi. "Kız sen cidden inşaat mı okuyorsun?" "Evet," diye yanıtladım gururla. Çoğunluğunu erkeklerin oluşturduğu bir mesleği okuyor olmak, belki size saçma gelebilirdi ama beni mutlu ediyordu. "Binalarınıza sahip çıkın, ben geliyorum." Son cümleme kahkahalarla güldüm. Önüme gelen herkese bu cümleyi kuruyordum. Gökhan ağabey dudak büzerek Kerem'e baktı, "Ben sizin bölümde hiç kız olabileceğini düşünmemiştim doğrusu..."  Kerem, "Hala yok," diye yanıtladı. "Almina bir inci tanesi gibi parıldayan sayılı kızlardan..." Gülümsedim.  "Buna eminim." Diyerek devam eden Gökhan ağabey bana göz kırpıp hafifçe saçlarımı karıştırdı. Bu minik iltifatı bile beni utandırmaya yetmişti. "Sınıfa bir girişini gördüm geçenlerde, sanki şampuan reklamı çekiliyormuş gibi herkes buna bakıyor. Sanki üzerine atlayacaklar!"  "Abartma sen de Kerem, istersen?.."  "Gözlerimle gördüm kanka. Bizim sınıfta bile dikkatini çektiklerin var, buna emin ol." "Siz bırakın bunları da derslerinize odaklanın," diye sohbetimize ilk kez ortak olan Belalı'ya döndüm bu kez de. "Pek ilgilenmezseniz dikkatleri başka yöne kayar zaten." Çoğul konuşuyordu ama bunları söylerken bana baktığı için sanki bir şeyler ima eder gibiydi, daha doğrusu lafları direkt olarak bana söyler gibiydi. Kuruyan dudaklarımı yaladım, "Onların dikkatleri kimin umurunda?" Ayrıca bana göre sınıfımdaki bütün erkekler kendi işlerinde güçlerinde insanlardı. Herkesin derdi başından aşmış, herkes not derdine düşmüştü. Yanlarından geçerken dikkatlerini çekiyorsam bile hiçbirinin bana bir zararı dokunmamış, aksine bana yardımda bile bulunmuşlardı. Sırf kız sayısı az diye yanıma gelip şu güne şu gün bir kez bile beni veya sınıftaki diğer kızları rahatsız edeni görmemiştim. Tam tersi sayıları az diye kendilerini bir halt sanan kızlar görmüştüm ama. Kısacası üzerime atlamak isteyen filan yoktu. Belalı bir müddet stabil ifadesiyle bana bakmaya devam etti. Beni asıl rahatsız eden olay buydu. Yani bu kadar bakılası olan neydi? Böylelikle neyi amaçlıyordu? En nefret ettiğim şeydi bu. Gözlerinde dans eden ateş parıltıları ruhuma çarparak beni savunmasız bıraktığında en sonunda yine pes eden taraf ben oldum ve bakışlarımı yeniden ondan kaçırdım. Gönül isterdi ki ona meydan okuyayım ama ne yazık ki biriyle on beş saniyeden fazla bakışamıyordum.  "Aaa... Bakıyorum da kimler gelmiş... Almina!" Arkamdan gelen sesin sahibine baktığımda, onun Özge olduğunu anlamam uzun sürmemişti. Bu kız hala ne yüzle karşıma çıkabiliyordu ya? Yüzsüz!  "Ya, öyle oldu." Diyerek atladı Berke. Berke de bu kızdan hiç haz etmiyordu. Özellikle onunla kavga ettiğimden beri nefret etmişti. Hemen hemen burada bulunan herkes onun varlığından rahatsız olurken o ise yüzsüz yüzsüz iyice yanıma geldi. Ellerini arkasında birleştirmişti. Niyetim kesinlikle onunla polemiğe girip ona istediğini vermek değildi. Buna istinaden, "Ne istiyorsun?" diye tısladım. Yediği dayak yetmemişti sanırım. Şu kızı her gördüğümde sinir katsayım yükseliyordu. Üstelik yaşı da yirmi sekiz veya yirmi dokuz vardı haspamın. Benden daha olgun olması gerekirdi oysa. Anladım ki akıl yaşta değil baştaydı. "A-aa... Hiçbir şey istediğim yok, üzüyorsun beni..." O kadar yapmacıktı ki midem bulanıyordu. "...sadece barış istiyorum." "Ne barışından söz ediyorsun sen? Mahallede hakkımda dedikodu çıkarmak için uğraşmaya utanmadın, bir de gelmiş barış diyorsun. Bence derhal git buradan!" Diyerek restimi çektim. Fakat o yine de bundan etkilenmedi ve hala yanımda dikilmeye devam etti. Ortam fena halde gerilmişti.  Yine de birazcık bozulmuş olacak ki suratı düşmüştü ama yine de hiç istifini bozmadı, "Ama kırılıyorum Almina... Oysaki ben sana barış imzalamak için bir hediye bile almıştım." "Hediye mi," Derken Özge'nin yüzüne bön bön baktım. "Ne hediyesi?" Berke olası bir tartışma için resmen hazır ol da beklerken Özge, ardında sakladığı ellerini çıkardı ve önüme sarı saçlı mavi gözlü bir oyuncak bebek sundu. Onu gördükten sonra gözlerim adeta dehşetle açıldı. O şey, tam burnumun dibinde duruyordu ve bana bir nefes kadar yakındı! Üstelik tam da boynumun girintisine değiyordu. Elini ittirmek istedim ama ne yazık ki ona dokunamazdım. Hırsla geri çekildim.  Bir anda elim ayağım titremeye başladığında kesinlikle krize girebilirdim, "Çek şu şeyi gözlerimin önünden!" diyerek tısladığımda çoktan titremeye başlamıştım ve üstelik gözlerimi kapatmaya çalışırken ellerim tutmuyordu. Zihnimin karanlık kuytularından bana göz kırpan anılarım duygularıma bir balta gibi indiğinde sanki buz dolu bir kovaya düşmüş gibiydim ama aynı zamanda bedenim cayır cayır yanıyordu. Vücudumun belirli bölgelerine bıçaklar saplanıyordu sanki. Sesimden nefesime kadar komple titriyordum ve böyle giderse ya sinir krizi geçirecek ya da bayılacaktım. Etrafımdaki sesler bir anda boğuklaştı. Sanki boğuluyormuşum gibi boğazımı tuttum. Şu durumda sakinleşmeye ihtiyacım vardı, bana yardımcı olmaya çalışanlar elime bir şişe su tutuşturduğunda ellerim titrediği için suyu içememekle kalmıyor, bir de üzerime boca ediyordum. Bunu gören Gökhan ağabey suyu elimden aldı ve bana içirmeye çalıştı. "Almina! Kendine gel, kendine gel! Almina!.."  Berke'nin Özge'yle tartışan sesini hayal meyal duyuyordum. Mahalleli çevreden bana garip garip bakışlar fırlatıyorlardı fakat şu an bunu düşünecek durumda değildim. Tek istediğim buradan uzaklaşabilmekti. Buradan uzaklaşabilmek, bu olayı unutabilmek, o şeyin bana değmediğini düşünebilmek... Bütün bunları yapabilmek istiyordum. Onun boynuma değdiği yeri üzerimdeki montun koluyla kazırcasına silmeye başladım. Bu parçamı söküp atsam olmuyor muydu sahi?  Daha sonra bir anda elimle yüzümü kapatarak ağlamaya başladım. Ne oluyordu sanki bir oyuncak bebek gördüysem? Ne gerek vardı buna? Gereksiz bir olaya her zamanki gibi çok gereksiz bir tepki vermiştim ve işte bu yüzden zayıf olduğumu düşünerek daha çok ağlamaya başladım. Zayıftım, acizdim ve ruh hastasıydım! Eksiktim veya belki de deliydim. Sadece basit bir oyuncak bebeğin canlanarak bana zarar vereceğini düşünecek kadar büyük bir ruh hastasıydım. İşte bu yüzdendi ya küçükken oyunların bana haram olması... Kendime acıyarak daha da fazla hıçkırdığım sırada bir an kolumda bir el hissettim. Korkuyla harmanlanmış şaşkınlığım beni gözlerimi açmaya zorlarken, aksine bunu yapmadım ve beni peşi sıra sürükleyen kişiye ayak uydurdum. Ağlamam sessizliğe gömüldü. Nefret ediyordum kendimden, zayıflığımdan! Kalabalığın sesi git gide daha da uzaklaşırken ortamda yankılanan tek ses benim hıçkırıklarımdı.  "Otur biraz," diyen o tanıdık ses doldu kulaklarıma. "Lütfen otur, Almina." Dediğini yaptım. "Yüzünü aç ve bana bak." Ama bu kez dediğini yapmadım. Yüzümü açacak cesaretim yoktu. Çekiniyordum. "Neyin var? Orada olanlar neydi öyle?" Başımı acizce iki yana sallarken, "Benim aptallığım," dedim. "O kadar... O kadar aptalım ki. Nefret ediyorum kendimden." Göz yaşlarım yanaklarıma sağanak bir yağmur gibi yağarken tam yanı başımda bir hareketlilik hissettim. Ve ardından omzuma bir el dokundu. "Git yanımdan." "Neden?"  "Git işte." "Ama ağlıyorsun?.." Bu cümlesinden sonra cesaret ederek yüzüne baktım. Gözlerindeki ifade tarifsizdi; korku, endişe, hüzün, merhamet, sevgi veya başka bir şey. Yüzümü gördüğünde sanki acı çekiyormuş gibi o da buruşturdu yüzünü. Ya da en olası ihtimal gözümdeki rimel akmıştı ve korkunç görünüyordum. Hiç beklemediğim bir anda parmakları yüzüme değdi. Akıp gitmek üzere olan bir gözyaşımı parmağının ucuyla yakaladı. Aynı zamanda hem korkudan, hem heyecandan hem de utançtan yanıyordum. Bu da neydi böyle? Ne vardı ki beni yalnız bırakıp gitseydi şuradan... Yüzüme baktı, akan gözyaşıma baktı, gözyaşımın yanağımdan aşağıya doğru süzülüşüne baktı ve tekrar gözlerime dikti o katran karası gözlerini. Daha sonra aynı gözümden süzülmek üzere olan bir gözyaşımı daha yakalayarak onu da sildi, ardından sildiği yeri nazikçe okşadı. "Bir şey söyleyeyim mi," dedikten hemen sonra kafasını gökyüzüne doğru kaldırdı. Daha sonra derin bir nefes verdi ve tekrar bana baktı. "Ağlarken bile çok güzelsin." Bunu, beni mutlu edebilmek, gülümsetebilmek için söylediğine yemin edebilirdim ama sakinleşmeden asla gülümseyemezdim; bunu bilmiyordu. Ellerim hala titriyordu ve hala daha korku doluydum. Beni kendine doğru çekti. Başımı omzuna yaslamamı sağladı. Titreyen ellerimi avuç içlerine hapsetti. Başımı okşadı, şikayet etmedim. Başımı okşadığı sırada, "Yanağındaki çukurları görmek istediğimi söylerken bunu kastetmiyordum sarışın," dedi. "Lütfen ağlama artık." 
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE