İnsanlar bir sonbahar yaprağı kadar hafif ve sorumsuz varlıklar olabilselerdi keşke. İlla bir arayış içinde olmasaydık. İlla bir işe yaramanın tadını damağımızda duyumsama ihtiyacıyla kuşanmasaydık. O zaman benim de hayattan beklentim çok basit olurdu. Gerçi bana kalırsa hâlâ oldukça basit bir şey istiyorum. Kendim için en doğrusunu ve aynı zamanda en kalbimi coşturanı bulmak derdindeyim en nihayetinde.
Cumhurbaşkanı olmak istemiyorum mesela.
İlkokula giderken herkesin bir meslek seçip de gelmesi gereken bir dersimiz olmuştu. O mesleğe sahip insanların neler yaptıklarını, nasıl yarar sağladıklarını ve başka insanlara da ne derece faydalarının dokunduklarını anlatmamız istenmişti. Eve gelir gelmez kendimi odaya kapatıp ne yapacağımı düşünmeye başlamıştım ama hiçbir şey bulamayarak ağlamam çok sürmemişti. Alt tarafı ödev olduğunu düşünerek hepimizin aşina olduğu mesleklerden birini seçebilirdim. Lakin daha ders bitmeden konuşmaya bağlayan sınıf arkadaşlarım zaten birçok mesleği dile getirmişlerdi bile. Bana ne kaldığından bile haberdar değildim çünkü öğretmenin yanına gidip aklıma beni heyecanlandıran bir mesleğin gelmediğini itiraf etmek zorunda kalmıştım.
Bana eve gidince iyi düşünüp taşınmamı, yarınki derse mutlaka hazırlanmamı söyleyen öğretmenime yalnızca başımı sallamıştım. Gerçekten ne yapacağımı bilmiyordum. Neden bu konuyu canımı sıkacak kadar ciddiye aldığımı da anlayamıyordum üstelik.
Annem odama girip bana yemek hazırladığını söylediğinde, “Yemeyeceğim,” demiştim. Bu cevap onun için hiç sürpriz olmamıştı. Bebekliğimden beri iştahsızımdır. Annemle babama kırk takla attırdığımı da biliyorum. Benim doğru düzgün beslenebilmem için her şeyi oyuna döktükleri bir dönemden geçmiştik. Vitaminsiz kalırdım çünkü meyve tüketmekten hiç hoşlanmazdım. Ispanak görünce ağlardım. En iyi ihtimalle iki kaşık pirinç pilavı ve İzmir köftesi yerdim. Onu da zorlayamazdım. Hâlâ yemek yemekle aram pek hoş değil aslında. Ağaç kadar boyları olan iki tane erkek kardeşim olduğunu biliyorsunuz. Onlar tabak tabak yemek yerlerken, köşede sonunu getirene kadar işkence çektiğim bir elmayı kemirirdim.
“Yine mi Saroşum?” derken üzülerek yanıma gelmişti annem. Yatağın üstüne oturup benimle göz göze gelmeye çalışmıştı ve en sonunda ona yenik düşüp masmavi gözlerinin içine bakmıştım. “Ağladın mı sen yoksa? Kim ağlattı?”
“Öğretmen,” dediğimde bana şüpheyle bakıp ayağa fırlamıştı. Ben yaramaz bir çocuk değildim sevgili okur arkadaşım. Annem babamı arayıp okulda bir sorun olduğunu söylediğinde o yüzden şaşırmamıştım. Eğer eve ağlayarak geldiysem ya kendimi doğru ifade edememişimdir ya da karşı taraf bana karşı hayli kırıcı davranmıştır. Birileriyle kavga edip saçım başım dağılmış halde gelmezdim yani eve.
“Azad Tuna,” diye telaşla babamı eve çağırmasının sebebi de buydu annemin. “Acil. Evet. Ben de anlamadım.” Şifreli konuşuyor gibiydi ama onun normalinin bu olduğunun farkındaydım. “İyi değil. Tabii ki yemiyor. Kıyma bitti. Evet. Yine mi adak adamış? Ne adağı? Kasap köftesi olur. Evet. Tamam. Ben de seni.”
Annem yeniden yatağın üzerine oturup bana bakmaya başladığında sessizdi. Ne kadar ısrar edilirse edilsin canım istemeden konuşmayacaktım zaten. Anlatacak kadar kendime geldiğimde de susmayı beceremeyecektim. Tabiatım bu. Elimden başka türlüsü gelmiyor.
“Babaanne yine adak adamış,” diye başka bir konuyu önüme koydu annem. Bir süre o konuşacaktı. Beni rahatsız eden konuyu masaya yatırmadan önce kafamın dağılmasını sağlamak gibi bir görevi vardı. Annem bu konuda başarılı bir kadındı. Siz de anlayacaksınız birazdan. “Allah kabul etsin tabii ama o kadar etle ne yapacağımı bilemiyorum. Sen köfte yiyorsun diye kıyma falan yaptırıyoruz. O iyi oluyor. Baban her zamanki kasaba gidip köfteyi sıktıracak. En geç bir saate gelmiş olur. Sonra hemen yaparım köfteni. Ama o zamana kadar aç aç durmak istemezsen sandviç de hazırlayabilirim. Yine de tamamen sana kalmış elbette. Böyle oturup babanın gelmesini de bekleyebiliriz.”
Annemin babaanne dediği kişi aslında babamın babaannesi oluyor. O sene adak adayabildiği son seneydi zaten. Birkaç ay sonra vefat etti ve cenaze evinde annemin ne yapacağını bilemediği o etlerle yemek hazırlandı. Vasiyet ettiği gibi birçok yoksul aile için de kurban kesildi, etler dağıtıldı ve buzdolapları dolduruldu. Babam hepsiyle tek tek ilgilendiği için epey yorgun düşmüştü o dönem. Hatta o haftanın sonuna doğru ağır bir grip geçirmişti. Evde istirahat edip benim tüketmek istemediğim meyvelerden bolca yemişti. Annem ona portakal ve nar suyu yapıp sık sık odasına götürüyordu. Bir yerden sonra babam iyileşmemek gibi bir şansı olmadığını fark edip işyerine dönmek istemişti. Fakat annem evde iç savaş çıkmasına sebep olarak hepimizi eve kilitlemişti. Tek derdi babamın evden çıkıp işyerine gitmesini engellemekti ama pencerelerin kilidini bile taktığı için hepimiz mahkûm sayılırdık.
“İkizlerin ne yaptığını biliyor musun?” diye aralıksız konuşmaya devam ediyordu annem. “Atların da suda yüzebileceklerini düşündükleri için akvaryumdaki balıkları çıkarıp oyuncak atlarını koymuşlar. Denizatı diye bir hayvan olduğundan bahseden babandı. Hatta açıp belgeselini izlettiren de oydu. Ama ben ona demiştim. Bütün bunlar için henüz çok erken demiştim. Dinlememişti. Hayır, olan kime oldu? Zavallı balıklara tabii ki… Öldü kaldılar öyle. Allah’tan yeni almıştık da onlara çok bağlanmamıştık. Yani o şekilde ölmeleri kötü yine de. Ama ne yapayım? Kurtaramadım işte.”
“Benim bir meslek sahibi olmam lazım,” diye lafı ondan devralmıştım. Annem tam olarak beklediği buymuş gibi rahat bir nefes alarak dikkatle beni dinliyordu. Fakat kurduğum cümleyi anlamlandırmakta zorlanıyordu herhalde kadın.
“Tabii,” demişti bu nedenle iki elinin parmaklarını iç içe geçirip psikolog edasıyla. “Ama sanki biraz erken… Ne dersin? Bunu birkaç yıl sonra bir daha konuşalım derim ben.”
“Birkaç yılım yok anne. Öğretmen bugün ödev verdi. Herkes kendine bir meslek seçti. Sadece ben seçemedim. Aklımda hiçbir şey yok.” Yüzümü buruşturarak odamdaki eşyaları gereksiz biçimde incelemekle meşguldüm. “Fatmanur cübbe giyip gelecekmiş. Annesi avukatmış, o da avukat olmak istiyormuş. Ama ben sen mühendissin diye mühendis olmak istemiyorum anne.”
“Olma Saroşum,” dedi annem hemen. “Olmak zorunda değilsin zaten. Hem şimdiden ne olmak istediğine karar vermene de gerek yok ki. Eğer öğretmenin böyle bir ödev verdiyse sadece ödevini iyi şekilde yapabilmen için meslek seçeriz. Herhangi bir tanesini… Fark etmez sonuçta, değil mi? Mesela veterinerliği seçip ona göre hazırlanırsın. Olmaz mı?”
“Fark eder anne,” dedim yüzümü iyice asarak. “Ben bazı hayvanlardan korkuyorum. Onları uzaktan seviyorum ama yanlarına yaklaşamıyorum. Veteriner olursam ne yapacağım? Kaçacak mıyım? Bunu yapamam.”
“Gerçekten veteriner olmayacağın için kaçmana da gerek kalmayacaktır aslında bebeğim.”
“Yapabileceğim bir meslek olmalı,” dedim onu hiç duymuyormuş gibi. “Çok az zamanım kaldı.”
Babam geldiğinde ona da aynı dertten yandığımda bana birçok meslek önerisinde bulundu. Kızarttığı köftelerden ikincisini güç bela yerken, “Mutfak şefi olmaya ne dersin?” diye sordu.
“Yemek yaparken midem bulanır,” dedim derhal.
“Derste öğretmeninin sana yemek pişirteceğini sanmıyorum aslında küçük sincap,” dedi babam. “Yine de başka şeyler düşünmeye devam edebiliriz. Mesela haber spikeri, gazeteci ya da muhabir olabilirsin.”
Hiçbirini istemediğimden çok emindim ama ne istediğimden aynı şekilde emin olamıyordum işte. Bütün sorun buydu. Detaylıca düşünüp taşınmıştım. Neredeyse akşam olmak üzereydi ve ben bir meslek seçip de ödevimi hazırlayamadığım için fazlasıyla huzursuzdum. Televizyonu açıp kumandayı eline alarak gelişigüzel kanalları dolaşan annem ise beni kendi halime bırakmıştı. En kötü ödevi yapmayarak eksik not alacağımı düşünüyor olmalıydı. Bunun da benim notlarım göz önüne alındığında çok önemli bir detay olmayacağı hususunda hemfikirdik sanırım. Yani hiçbirimiz düşündüğümüz şeyi sesli dile getirmesek de benzer yerlerden baktığımızı hissediyordum.
Haber kanallarından birinde duraklamıştı annem. En alttaki kırmızı şeride, orada beyaz harflerle yazılan son dakika haberlerine bakıyordum. Daha doğrusu okuyup geçiyordum. Birinci sınıftayken okumayı en hızlı söken öğrenci olmuştum. Herhangi bir yerde gördüğüm yazıları okumadan geçememe gibi garip bir huy edinmiştim. Uzun seneler boyunca da devam ettirdiğimi söyleyebilirlim.
O yazılardan birinde dikkatimi çeken bir kelime olmuştu. Cumhurbaşkanı. Cımbızla çekip almıştım sanki bu kelimeyi. “Baba,” demiştim hemen koltuğun üstünde doğrularak. “Ne olacağımı buldum. Bana yardım et! Ne olacağımı biliyorum artık. Çabuk bana yardım et!”
Koltuktan atlayıp odama giderken aynı şeyleri söyleyip durmuştum. Babam peşimden geldiğinde annem de beni heyecanlandıran mesleğin ne olduğunu merak etmişti. İkisi de odamdaydı ve ben dosyamı açıp bembeyaz kâğıtları çalışma masamın üzerine dökmüştüm. “Cumhurbaşkanı olacağım,” demiştim genişçe sırıtarak. “İnsanları mutlu edecek şeyler yapmak istiyorum.”
Azad Tuna Çandar elbette söylediklerimi ciddiyetle dinleyip bana yardım etmeyi kabul etmişti. Fakat bahsettiğim şeyin cumhurbaşkanlığı görevinin tanımından epey uzaklaştığının farkındaydı. Küçük bir çocuktum. İnsanları mutlu etmek için önemli bir yerde olmam gerektiğini düşünüyordum. Her istediğimi söylerdim ve hepsi de yapılırdı. Birçok şey bedava olurdu. Kimse yoksulluk çekmezdi. Evlerden evlere raylı sistem yaptırırdım ve böylelikle birini özlediğimizde ona kaydırak gibi bir araçla çok rahat ulaşırdık. Her sokağın başına park yapılırdı. Yeşil alanlar çoğalırdı, ağaçların tepelerine kuşlar için evler yapılırdı. Sokak hayvanlarına sahip çıkılırdı. Bir hayvan yaralandığında oraya onu iyi edecek bir ekip ışınlanırdı, sonra ona sıcak bir yuva verilirdi.
Saatlerce hazırlandığım ödevimden tam not almıştım. Fakat büyüdüğümde cumhurbaşkanı olmanın ya da herhangi yüksek bir mevkide bulunmanın böyle bir şey olmadığını anlamıştım.
Şimdi hangi mesleği seçeceğini bilemeyen bir çocuk değilim. Genel olarak hayatını nasıl bir yönde ilerleteceği hakkında fikir sahibi olamayan genç bir kadınım. Yani işim öncekinden çok daha zor. Saatlerce kafa patlatarak bir fikir bulamayacağımı da epey zaman önce kabullendim.
Dudaklarıma götürdüğüm kahve kupasına doğru çaktırmadan üflüyorum. Çok sıcak kahve içemiyorum ben. Ancak yirmi dört yaşına gelmiş bir insan olarak da göstere göstere üflemeyi çok şahsıma yediremiyorum. “Hadi artık gel,” diye mırıldanıyorum kahve kupasının içine. Ekranı açık olan telefonuma bakıyorum ve en ufak bir mesaj dahi görememek sandalyenin üzerinde rahatsızca kıpırdanmama yol açıyor. “Yoldayım falan yazar insan hiç değilse. Meraktan çatlayayım, endişeden büküleyim, olumsuzluk çemberinde döne döne düşeyim mi istiyor bu adam? Ne istiyorsunuz Kuzey Bey?”
“Anlamak,” diyen ses arkamdan geldiğinde kupayı devirmeden avuçlarımın arasından bırakıyorum. Oturduğum sandalyenin arkasında, hafif omzuma doğru eğilerek cevap veren adam isyanımı kamçılayan adamın ta kendisi. Geçen akşam bozuk olduğunu iddia ettiğim galaksi örtülü şahıs anlayacağınız.
Söylediği tek kelimenin ardından karşımdaki sandalyeyi çekip yerleşiyor. Garsonu çağırıp o da kendine kahve sipariş ettikten sonra sigara paketiyle çakmağını masanın kenarına bırakıyor. Üstünde lacivert bir tişört, altında daha açık renkte bir kot pantolon var. Boynuna taktığı kolyelerden bir tanesinin ucunda ufacık kartal figürü görüyorum. Diğeri gümüş daha düz bir kolye. “Beşiktaşlı mısın?” diye soruyorum hiç beklemeden.
Kuzey’in sık, siyah ve kıvrık kirpikleriyle pek uyumlu olduğunu düşündüğüm acı bal rengindeki gözleri kısılıyor. Bunu istemsizce yaptığını düşünüyorum artık. Beni anlamak istediğini kendisi hiç söylememiş olsa bile beden dili bir şekilde onu ele veriyor. Gerçi saklamak gibi bir gayeyle de kuşanmış sayılmaz. Konserde olanlardan sonra buraya gelmesinin sebebi bile bu istekle bağlantılı. Yoksa söylediğim cümlelerin onun üzerinde müthiş bir ikna yolunu açtığını düşünmüyorum elbette.
“Beşiktaşlıyım,” diyor ikiletmeden. “İlham kazanmana yardımcı olacak mı?”
“Belki,” derken omzumu silkiyorum. “Bunu şu an için bilemeyiz. Yolun başındayız daha. Seni daha yakından tanımam gerekecek.”
“Mesela ne kadar yakından?” dediğinde rahatsız olmuyorum. Yani bu cümleyi başkası kursa belki bu masadan hızla kalkıp arkama bakmadan devam ederim ama Kuzey bunu sahiden merak ediyormuş gibi bir doğallıkla soruyor.
“Benim bir şeyleri fark etmeme yetecek kadar bir yakınlık,” diye cevap veriyorum. “Öncelikle telefon numaranı bana güvenip verdiğin için teşekkür ederim. Buraya kadar da geldin. Demek ki seni bir suç örgütüne dâhil etmek istemediğimi anladın. Bence bu iyi bir şey…”
Kupamı kaldırıp ona tatlı olacağını düşündüğüm bir gülümsemeyle selam verir gibi yapıyorum. Kuzey ise halimden edamdan şikâyetçi olmayarak, etrafına onu kurtarmalarını dilercesine bakmadan konuşuyor. “Suç örgütü değil ama değişik bir gruba dâhil olup olmayacağımdan hâlâ emin değilim.”
“Sonuçta geldin,” diyorum dilimi yaktığım için yüzümü buruşturarak. “Şu biraz kenarda kalıp soğusun en iyisi. Ben de sana o sırada kendimi daha ayrıntılı anlatayım. Neden delilik gibi görünebilecek bir şey yaptığımı anlamış olursun.”
Kuzey’in kahvesi geliyor bu esnada. Kupayı kavrayıp benim aksime kaynar kaynar içiyor. Aldığı o iri yudum ağzını yakmadı mı gerçekten? Benim adama doğru uzanıp ellerimi yelpaze misali sallama isteğim boy gösteriyor yemin ederim.
“Kendini anlatacaksan yalanları dolanları bir kenara bırakacaksın Çandar,” diyor hiç sektirmeden. Soyadımı tek kaşını kaldırarak ağzına alması hafifçe irkilmeme neden oluyor tabii. O kadar da değil sonuçta sevgili okur. Benim de bir çizgim var. Adama adımı soyadımı çatır çatır söyledim diye bana böyle seslenmesi gerekmiyor bence. “Baştan belirtmiş olayım, soyadın hiç yabancı gelmiyor. Ama senin gibi araştırıp gelmedim. Kendin anlatırsan daha iyi anlaşacağımızı düşünüyorum.”
Sigara paketiyle çakmağının yanına telefonunu da bırakıyor. Sürekli ekranı yanıp söndüğü için sesini kısmış sanırım. Mesajlar, bildirimler art arda yağıyor ve zahmet edip gözünün ucuyla dahi bakmıyor.
“Kendini çok mu beğeniyorsun?”
Sorum onun kahvesini içerken tuhaf bir gülüşle duraklamasına sebep oluyor. “Kendimi yeterince beğeniyorum diyelim ona.”
“Yani kendini çok beğeniyorsun,” diyorum gözlerimi belerterek. “Bu hiç iyi olmadı. Tamam, her insan önce kendini sevmeli ve böylece karşısındaki kişiyi de nasıl seveceğini öğrenmeli. Ama her şeyin fazlası zarar… Sen telefonuna yağan bildirim yağmuruna bile bakmıyorsun çünkü buna alışkınsın. Kendinle aranda cafcaflı bir bağ var. Nasıl olsa o bildirimlerin sonu gelmez, yalnız kalmazsın, insanlar etrafında olmak için daima can atar diye düşünüyorsun.”
Kuzey kahve kupasını kenara iterek hafifçe masaya doğru eğiliyor ve aramızdaki mesafeyi yarı yarıya indiriyor. Gözlerimi irice açık tutmayı sürdürüyorum. Bundan hiç etkilenmeyerek, “Belli ki senin bayağı uzun bir yolun var Çandar,” diyor. “İnsanları yargılayarak kesin bir sonuca ulaşıyorsun ve karşındaki kişiye çok da söz hakkı tanımıyorsun. Hadi bir de idam sehpası kur da kellemi alsınlar.”
“Allah muhafaza,” diyorum kendimi tutamayarak. Acı bal rengindeki gözlerinin içinde kahkahalar patlıyor sanki. Seslerini duyamasam da onları canlı canlı seyrediyorum. “Peki. O zaman önce sen kendini anlatmaya başla.”
Kuzey yeniden sandalyesinin arkasına yaslanıp kahvesinden üst üste yudumlar alıyor. Bense göz ucuyla kendi kahveme bakıyorum ama yeterince soğumadığını da çok iyi biliyorum. Biraz buz alabilir miyiz? Hem yükselmeye başlayan ateşim için hem de bu alevli cezvelerde pişmiş kahve için.
“Bu hiç adil olmaz,” dediğini duyuyorum. “Önce sen kendini anlatacaksın ki ben sana nasıl yardımcı olabileceğimi kafamda oturtayım.”
“O halde pes ediyorum.” Omuzlarımı düşürüp saçlarımı sırtıma doğru alıyorum ve bileğimdeki lastikle onları arkamda topluyorum. Tüm dikkatimi anlatacaklarımla beraber Kuzey’in tepkilerine vermeyi seçiyorum. “Babamın bir yazılım şirketi var. Yani o şu anda çok çalışmıyor ama uzun yıllar boyunca bayağı emek vererek gelişmesinde önemli rol oynamış. Çandar soyadı da muhtemelen o şekilde tanıdık geldi sana. Belki sizinkilere bile danışmanlık vermişizdir. O kadarını bilemeyeceğim şimdi.” Kendimi oyalamak için kupamı yine avuçlarımın arasında tutuyorum. “Annem de yazılım mühendisi. Evde iş muhabbetinin dönmesine alışkın bir çocuktum anlayacağın.”
“Sen neden işletme okudun?”
“Bilmem,” derken dudağımı büküyorum. “Puanlar açıklandığında tıp yazmamı bekliyordu herkes. Doktor olup senelerdir süren bu nereye varacağım kâbusundan kurtulacağımı düşündüler belki de.” Dişlerimi göstererek yapmacık biçimde sırıtıyorum. “Sürpriz! Kurtulamadım.”
“Peki, kardeşlerin ne yapıyorlar?”
Ona Işık’ın kardeşim olduğunu söylemeliyim. Hemen, şimdi, daha fazla oyalanmadan söylemeliyim. Ağzımdan bu baklayı çıkarıp kendimi rahatlatmalıyım. Yapabilirim. Yapayım. Hadi.
“İkiz kardeşlerim var,” diyorum yavaş yavaş konuşarak. “Üniversite öğrencisi ikisi de.”
Kuzey başını sallayarak, “Hangi bölüm?” diye soruyor.
Birdenbire ellerimle yüzümü kapatıyorum ve ağlar gibi sesler çıkararak karşımdaki adamı şoka sokuyorum. Onu göremiyorum ama mutlaka şaşkınlık denizinde debeleniyordur zavallım. Nasıl bir manyağa çattığının hesabını tutmaktan matematiği bitmiştir.
“Karnını ağrıtıyorsun,” diyor beni tanıyormuş gibi gayet düz bir sesle. Parmaklarımı aralayıp tek gözümle onun surat ifadesine baktığımda o lanet kahvesinden bir yudum daha aldığını görüyorum. Üstelik kirpikleri daha çok iç içe geçiyor. Benim her anımı, her mimiğimi ve jestimi incelediğinin farkındayım. “Bir kerede söyle bence. Eminim o kadar da zor olmayacak.”
“Biliyorsun,” derken yine sesim ağlamaklı çıkıyor.
“Tahmin etmek çok zor değil.”
“Beni niye kıvrandırıyorsun o zaman?” dediğimde sesini çıkarmıyor. Ben de parmaklarımı yüzümden çekip kahvemi dudaklarıma götürüyorum ve onun gibi kocaman bir yudum alıyorum. Zehir bu be! Zehir içirdiniz bize oturduğumuz yerde. Keyif mi kaldı? Ne keyfi? “Tamam, ikizlerin adını söylüyorum sana. Arın ve Işık. Onlar benim kardeşlerim. Yani o akşam konserde tanıştığın çocuk…”
“Aynen,” diyor Kuzey yeniden masaya doğru eğilerek. “Çocuk.”
“Sevgilim değil.”
“Kesinlikle.”
Gözlerimi kaldırıp bal süzdüren gözleriyle aynı kümeye sığıyorum. “Şimdi bana kendini anlatacak mısın?”