6

2152 Kelimeler
Kuzey Dağhan’ın köklü ve isimlerinden sıkça söz ettiren bir aileye sahip olduğunu biliyorum. Fakat bu kadarıyla yetinebilecek birisi olmadığım için onun ikinci kahvesini sipariş ettikten sonra bana anlattığı her şeyi can kulağıyla dinliyorum. Benim de yeni bir kahve ya da başka bir şey söyleyebileceğimi eklemişti ama ben böyle gayet iyi olduğumu belirtip ona kocaman gözlerimle bakmaya devam etmiştim. Bir kaynar kahvenin daha cefasını çekmeye hazır değilim. Bir süre de hazır olamayacağım. “Endüstri mühendisliği okudum ben,” dediğinde onun söylediklerini not alacak bir defter mi getirseydim diye düşünüyorum. Ancak çok geçmeden buna ihtiyacım olmadığına kanaat getiriyorum, çünkü tek bir kelimesini hafızamdan kolaylıkla silemeyeceğim kadar pürdikkat kendisini dinliyorum. “Sonra da Fransa’da yüksek lisans yaptım. Döndüğümde kendimi bu alanda çalışmaya hazır hissedersem bizim pazarlama şirketlerinden birinde çalışacaktım. Açıkçası hissedemedim.” Cümlesini bitirir bitmez önüne bırakılan taze kahvesinden bir yudum alıyor. Dudaklarının hafif sol yanına kıvrılmasına neden olan bir gülüş var yüzünde. Belli belirsiz. Yine de dikkat çekici. “Bölümü okurken sevdim, yüksek lisans yapmak da fena gelmedi. Ama işte…” “İstemedin,” diye mırıldanıyorum onu tamamlamak ister gibi. “Hazır olamadım,” diyor bir kez daha. O gülüşün izi kalıyor şimdi sadece. Büyütmüyor ya da gözlerimi o gülüşün üstünde tutmama yol açmıyor. “Ben de daha çok dil öğrendim. Fransızca’nın yanına İtalyanca’yla İspanyolca’yı da ekledim. İngilizce her ülke için yeterli bir değil. Özellikle bazı ülkelerin bu konuda ciddi takıntıları var. İngilizce anladıkları halde yüzüme ablak ablak bakıp geçenler oldu. Ben de İtalya’ya gitmeden önce hem İtalyanca hem de İspanyolca öğrendim.” Dil öğrenmeyi ben de seviyorum. Özellikle farklı kültürlerin, birbirinden farklı insanlarına sahip bölgelerine gittiğimde aynı dilde konuşma arzusu kaburgamı dürtüp duruyor. Onun lafını kesmek istemediğim için içimden geçirdiğim hiçbir şeyi dile getirmiyorum. Sadece konuşsun, konuştukça bende hangi pencereleri araladığını gözlemleyeyim istiyorum. Kahvesinden bir yudum daha alarak dilini haşladığını düşündüğüm ama aslında kılı dahi kıpırdamayan adam bu isteğimi gerçekleştiriyor. “İtalya’da babamın sürdürdüğü işlerden bir tanesini devraldım. Önemli toplantılara girip çıktım. İş dünyasında burnundan kıl aldırmayacak tiplerle oturdum, yemek yedim, saatlerce iş konuştum. Ama bir şey vardı,” derken yanağının içini ısırdığını fark ediyorum. Dışa dönük olan elmacık kemikleri, keskin yüz hatları tamamen ortaya çıkıyor. “Yani benim tamamlanmam gerekiyor diye düşünmeme sebep olan bir şey. Eksik bir şey…” “Biliyordum,” derken neredeyse gözlerimin dolacağını düşünüyorum. Şimdi çok ani biçimde ayağa kalksam, etrafımda dönsem ve kötü sesimle şarkılar söylesem ne olurdu ki? Kafedekiler senden rahatsız olduklarını söyleyerek yaka paça attırılmanı sağlarlardı. Ha bir de Kuzey’le son görüşmeniz olurdu çok büyük ihmalle. “Sen başka bir vakasın ama,” derken kahve kupasıyla beni işaret ediyor. Dudaklarını birbirine bastırıp beklemesinin ardından tek kaşını kavislendirerek konuşmayı sürdürüyor. “İn miyim cin miyim kızım ben?” Sır verircesine sorduğu soruyla beraber o yamuk gülüşün aynısını sergiliyor ve ben de hitabına karşılık gülmeden edemiyorum. Genişçe sırıtışım onun başını sağa sola sallamasına sebebiyet veriyor. “Hayır, gittiğim konseri buluyorsun. Bir de kardeşlerini alıp geliyorsun. Saçma sapan herifin teki çıksaydım dövdürecek miydin?” “Kendim döverdim ki,” diyorum hâlâ sırıtarak. “Karate biliyorum ben.” “İnanmam,” derken alaycı bir ifadeyle başını omzuna doğru eğiyor Kuzey. “İnanacaksın,” diyorum baskı uygulayarak. “Mavi kuşağım bile var.” “İşte şimdi gözüm korktu.” Suratımı asıp kollarımı göğsümde kavuşturduğumda küslük bayrağını salladığımı anlamıyor. Bunu bizimkilerden birine yapsaydım bana sırnaşmak suretiyle yüzümü güldürmeye çalışırlardı. Ben de zaten hemen yelkenleri suya indirirdim. Kinci bir insan olamamakla ilgili bazı problemlerim yok değil. “Nerede kalmıştım?” Onu duymamış gibi garsona işarette bulunup yanıma çağırıyorum. “Bana sade dondurma getirir misiniz? İki top olsun ama.” Garson siparişimi alıp yanımızdan ayrıldıktan sonra Kuzey’in, “Sen böyle her şeye alınacaksan ilham işini unut,” diyor. “Çok zor.” “O nedenmiş?” diyorum dayanamayarak. “Çünkü ben hep takılırım,” derken omzunu silkiyor. “Elimde değil. Genlerden gelen bir takılma dürtüsü.” Kahve kupasını bırakıp sigarasını yakmak için pakete uzanıyor. O sırada daha evvel dikkatimi çekmeyen dövmesi gözüme çarpıyor. “O ne?” diyorum heyecanla uzanarak. Bileğinin bir kısmını üç parmağımla kavramışken aynı noktaya bakıyoruz. Nabzının biraz üstünde kalan yerde çiçek gibi bir şey var. “Ne çiçeği ki bu? Anlamı ne?” Merakla sorduğum sorulara karşılık iç geçiriyor. “Nilüfer çiçeği,” dediğinde hayatında unutamadığı bir aşkı olduğunu düşünüp dövmeyi daha büyük bir dikkatle inceliyorum. Acaba bana o büyük aşkını da anlatır mı? Belki ben de duyduklarım neticesinde daha çok ilhamla dolarım ve ne istediğime karar verme sürecim hızlanır. Anlatsa keşke. “Nerede kaldığımı hatırlamıyorsun sanırım.” Cümlesini tamamlamadan bileğini parmaklarımın arasından çekip sigarasını yakıyor. “Unutkan mısın yoksa?” “Balık sevmiyorum,” diye itiraf ediyorum manasız bir suratsızlıkla. Unutamadığı aşkını anlatmadığı için kurdeşen dökmek üzere olduğunu belli etme. Unutamadığı aşkını anlatmadığı için kurdeşen dökmek üzere olduğunu belli etme. Unutamadığı aşkını anlatmadığı için kurdeşen dökmek üzere olduğunu belli etme. “Of! Edeceğim işte.” Suratıma garip garip bakacağını sandığım adamdan öyle bir bakış gelmiyor. “Bana her şeyi anlatman gerekiyor, tamam mı? Atlamak yok.” “Allah Allah,” diyor uzatarak. “Elimizden geleni yapmıyor muyuz Çandar Hanım?” Nedense sesimi çıkarıp başka bir şey söyleyemiyorum. Sakinim, çok iyiyim ve kontrolümü sağlayacak düzeydeyim. Kendisi elbet sırası geldiğinde unutamadığı aşkından da söz edecektir. Güvenelim bakalım karakterini çözemediğimiz artist adama. “Peki,” diyorum hafif bir gizem yaratma amacıyla gözlerimi kısarak. “Şu an tam olarak ne yapıyorsun? O eksik şeyi tamamlamak için başka yollara başvurdun mu?” Söyleyip söylememek arasında kalmış gibi sigarasıyla oyalanıyor. Dumanı çok daha yavaş biçimde dudaklarının arasından azat ettikten sonra ise, “Sanırım sanatsal anlamda bir şeyler üretmem gerektiğine karar verdim,” diyor boğuk bir sesle. Dumanı eliyle dağıtıp benden uzağa çekmek isterken de kaşlarını çatıyor. “Rahatsız olup olmadığını sormadım sana. Kusura bakma.” Hemen peşine bir espri yapması gerekiyormuş gibi hafifçe gülüyor. “Sigarayı yeni bıraktın sonuçta, değil mi? Etkilenip tekrar başlamanı istemem.” “Şimdi hiç o konulara girme Dağhan Kuzey,” diyorum yine ağzımdan çıkanı kulağımın birkaç saniye sonra duymasına neden olarak. “Bak yine yaptın.” O benden her lafı alacağını zannederken garson gelip dondurmamı önüme bırakıyor. Teşekkür ettikten sonra kaşığımı elime alarak sade dondurmamdan bir lokma yiyorum. “Ağzını meşgul ederek bana cevap vermemeyi seçeceksin herhalde. Tamam. Dediğim gibi üretmek bana daha iyi geldi.” Dişlerimin donduğunu hissederken gözlerimi havaya dikip düşünüyorum. “Açacak mısın bu sanatsal anlamda üretme konusunu?” “Bence ilk önce sana ailemden bahsetmeliyim,” dediğinde bakışlarımın hedefi oluyor tekrar. “Endişelenme. O kadar derine inmeyeceğim.” Gülerek, “Tam endişeleniyordum,” diye abartıyla fısıldıyorum. “Kendimi evlenmek için programa katılan birisi gibi hissetmeme de çok az kalmıştı.” Dondurmayla dolu kaşığımı kenarda tutup ona bilmiş bilmiş bakıyorum.  “Evlerinden, arabalarından veyahut tarlalarından da söz etmek ister misin?” Sigarasını aceleyle dudaklarının arasından çekiyor. “Tarlaları sattım,” diyor şaka yapıp yapmadığını asla anlayamayacağınız bir surat ifadesi takınarak. “Parasını da Hollanda’da yedim. Eğer iyi eğlenebileceğin birkaç mekân önerisi istersen sana yardımcı olabilirim. Hollanda bunun için bayağı elverişli bir ülke.” Kaşığım havada, ağzım açık, dondurmam akarken kalakalıyorum. Kuzey’in inci gibi dişleri gözlerimin önüne serildiğinde başını da geriye attığını ve yine gökyüzüyle temasa geçerek söylene söylene güldüğünü işitiyorum. “Ha ha ha,” diye heceleye heceleye iğrenç bir gülme efekti uyguluyorum. “Çok komik bir insanmışsın gerçekten. İsminin kapağında yazdığı o defteri açıp şaka yapmaya doyamayan bir insan olduğunu da eklerim artık.” Kuzey’in şimdi olduğundan daha da acı bir balı anımsatan gözleri derhal benim yüzüme devriliyorlar. “Öyle bir defter mi tutuyorsun?” Başını takdir edermiş gibi aşağı yukarı sallaması ve dudağını bu esnada hafif biçimde sarkıtması da cabası. Rolünü kaymaklayacak tabii Dağhan beyefendisi. “Yalnız gündeminde aşk olmadığını söylemiştin. Beni bugünkü buluşmaya ikna eden en büyük sebep buydu. Öyle defter tutmalar falan…” “Aman aman,” diyerek ağzımı büküyorum. Dondurmamın içine tatlı kaşığını bıraktıktan sonra da arkama yaslanıyorum. “Ne kadar meraklısın övülmeye, beğenilmeye, âşık olunmaya böyle. İşimi ciddiye alıyorsam suç mu? O defteri bana nasıl bir ilham kaynağı olacağını kolaylaştırmak için tutuyorum.” “Sahi mi?” diyor bu sefer hayal kırıklığına uğramış gibi. Tamam, hepiniz bu zalim dünyada rol yapmayı öğrenmiş akıllı insan tanelerisiniz. Bir tek ben öğrenemedim. Harikasınız! Tebrik ediyorum tüm içtenliğimle. “Şimdi bu kırılan kalbimi ne onaracak Allah bilir?” “Eminim çok üstünde durmazsın. Nasıl olsa yoğun bir telefon trafiğin var,” diyerek topu ağlarla buluşturuyorum. “İştahım kaçtı. Dondurmayı da yemeyeceğim zaten. Hadi bana ailenden bahset.” Kuzey sigarasını kül tablasında söndürmesinin arkasından garsonu yine yanımıza çağırıyor. “Senin iştahın genel olarak yok bence,” diye yorumda bulunuyor. Ailem tarafından bu cümlesi duyulsaydı kendisine elem içinde katılarak başlarını sallarlardı. “Atıştırmalık bir şeyler söyleyeceğim. Sen de yersin.” O masaya çıtır tavuk, patates kızartması ve daha bir sürü atıştırılacak şeylerden getirtiyor. Bense hepsine midemin alt üst olmasını engelleyemeyerek bakıp geçiyorum. “Bu kadar şeyi nasıl bitireceksin?” “Sen de bana yardım edeceksin,” diyor Kuzey kaşlarını kaldırarak. “Ama çok büyük bir yardımın olacağına da ihtimal veremiyorum. Yine iş başa düşecek ve ben mideye indireceğim herhalde.” “Sen zayıfsın,” derken onun vücudunu şöyle bir süzüyorum. Gerçi sadece üst tarafını görebiliyorum fakat bol tişörtünün içinde gayet fit durduğunu kabul etmeliyim. “Zayıf değilim, sağlıklıyım.” Söylediği cümleye karşılık testimi başarıyla geçmesi gerekiyor. Bu nedenle kollarını daha yakından incelemeye alıyorum. “Ne oldu? Sağlık taramasından geçmem de mi önemli şu defteri tutman için?” O patatesini ağzının içinde evirip çevirirken ben ağzıma bir lokma dahi alamıyorum. “Damarların çok belirgin… Kol kaslarından da spor yaptığın anlaşılıyor ama şu anda sağlıklı beslendiğini hiçbir dilde açıklayamayız.” “Haftanın en az dört günü spora gidiyorum,” diyor o benim aksime rahatça takılarak. Çıtır tavuklardan da alıyor önüne ve iştahla yiyerek bir yemek reklamında oynayabileceğinin sinyalini veriyor. “Buradan çıktıktan sonra da gideceğim. Sürekli böyle beslenmiyorum ayrıca. Yani o an canım ne isterse yerim ama çok geçmeden yakacak bir yöntem bulurum.” “O kadar hızlı yakacak bir yöntem var mı?” Kuzey bana güven verircesine başını sallayarak, “Çok fazla var,” diye mırıldanıyor. “Gerçekten yemeden oturacak mısın karşımda?” Sürekli kendisi gibi iştahlı insanlarla mı muhatap olmuş bu adam? Benim bir tabağı sorunsuz tamamlamam için artık açlıktan başımın ağrıması gerekiyor. Çocukken bunun için götürüldüğüm doktorlar oldu ama bazıları kan ilacı verip yolladılar bazıları da vitamin. Hepsinin üzerinde meyve ve sebze tüketmem için ısrarcı oldular. Fakat ağzıma bir kez bile brokoli ya da ıspanak gibi yiyecekler koyamadım. Onları gördüğüm yerde yüzümü buruşturup midemi tutarak uzaklaştım. Dışarıdan yemeğe bayılan biri de değilim üstüne üstlük. Abur cubur tüketmek istediğimde cips ya da közlenmiş mısır yerim. Çikolatayla ya da tatlı olan herhangi bir şeyle de aram yok. O benim cevap vermeyişime aldırış etmeden önümdeki servis tabağına bir şeyler koymaya başlıyor. Fakat ben sadece ona bakıp hareketlerini takip etmeyi sürdürüyorum. Tam bunu yapmasının hiçbir anlamı olmadığından söz edecekken telefonu daha uzun titriyor masanın üstünde. “Artık buna bak bence,” diyorum omuzlarımı kaldırıp indirerek. “Belli ki sana acilen ulaşması gereken bir insan.” Kuzey çatalını bir kenara bırakıp telefonu açıyor ve kulağına götürüyor. Karşı taraf onun konuşmasına izin vermiyor sanırım. Daha ağzını açmışken, tek kelime etmesine fırsat verilmeden bir şeyler söylendiğini duyuyorum ama elbette ses dışarıya tam olarak gelmiyor. Yani kimin, hangi maksatla, nerede, kimden cesaret alarak aradığını bilemiyorum. Ne cesareti sincap? Birini ararken kimden, nasıl bir cesaret alarak hareket ediyoruz biz aklı başında insanlar? “Sadece tek bir şey soracağım,” diyor Kuzey nihayet sesini çıkaracak fırsatı yakaladığında. “Neden ben? Yani bu ailede savcı var, avukat var. Neden ben? Anlatsana şunu biraz…” Telefonun diğer ucundaki kişi her ne diyorsa Kuzey nefesini koyuveriyor. Telefonu kulağıyla omzu arasına sıkıştırarak cüzdanını kavradığında ne yapacağını geç olmadan anlıyorum. “Ay hayır,” diye itiraz ediyorum apar topar ayağa kalkıp. “Ben çağırdım seni. Ben ödeyeceğim. Koy o cüzdanını yerine.” Onun bana itiraz etme ihtimaliyle daha hızlı hareket ediyorum. Kasaya geçip ödemeyi yaptıktan sonra daha sonrasıyla ilgili sözleşmediğimiz için telaşla geri dönüyorum. Masadan kalktığını, hâlâ telefonda olduğunu ve arka cebinden arabasının anahtarlarını çıkardığını görüyorum. Kafenin girişindeki alanda karşı karşıya duruyoruz ve o karşı tarafı dinlerken bana bakmaktan vazgeçmemeyi seçiyor. “Bekle,” diyor en sonunda da. “Oraya geleceğim. Konum at bana.” Telefonu kapatmasının hemen ardından da yüzünü sıkıntının koyu bir rengi esir alıyor. “Çok yakın bir arkadaşımdı arayan. Kuzenim diyebileceğim kadar yakın. Aslında her şeyi kendisi halledebilir ama sanırım desteğe ihtiyacı var.” “Anladım,” derken gülümsüyorum. Nasıl vedalaşmam gerektiğini bilemiyorum bir an. Sanki adamı konserde elimle koymuş gibi bulan, bugün buluşmak için ikna eden, telefon numarasını alan ben değilmişim gibi bir tökezleme yaşıyorum. “Daha sonra görüşürüz.” Arkamı dönecek gibi olduğumda adımımı tamamlayamadan yine ondan tarafa bakıyorum. “Görüşeceğiz değil mi? Daha yeni başladık neticede.” Kuzey bir süre sessiz kalıyor. Kalbimi bir korku sıkıştırmaya başlıyor tam o saniyede. Doğru zamanı değerlendiren korkunun iç organlarımı zifte çevirmemesini dileyerek Kuzey’e bakıyorum. Nihayet dudakları aralandığında, “İstersen benimle gelebilirsin,” diyor ve ben doğru anlayıp anlamadığımdan çok da emin olamıyorum sevgili okur arkadaşım. “Alâ Karaca’yla tanışmak sana farklı bir ilham kapısı aralatabilir.”
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE