Pencereden etrafa bakarak hayal kurmak her zaman hoşuma gitmiştir. Evlerin penceresinin verdiği huzur başkayken araba pencerelerinin verdiği huzur bambaşkadır. İnsanın yüzünü tırmalayan o hafif esintiye eşlik eden manzara kelimeleri kifayetsiz bırakır adeta. Her gün aynı yoldan geçse de bir insan, her gün aynı manzarayı göremez mesela. Severdim işte. Güzel manzaranın insanı mutlu ettiğini sanırdım hep. Oysa mutlu insan manzarayı güzel buluyormuş.
Arabanın sağ ön koltuğunda oturup kafamı cama doğru döndürmüştüm. Ne manzarayı görüyor ne hayal kurabiliyordum. Radyodan gelen kısık sesli müzik eşliğinde yanımda eski sevgilim, arkada iki polis memuru ve ben, eskiden annemle yaşadığımız eve giderken ne hissetmem gerektiğini bilmiyordum. Belli bir yaşa kadar evim olan Blackville tabelasını görmemle vücudumda beklenen bir titreme hissettim. Camımın kapatıldığını görünce Zach’e doğru bir bakış attım. Üşüdüm sanmıştı. Üşüyordum evet ama soğuktan değildi. Sıcaklığını kaybeden anılarımdı beni üşüten. Annem, orada doğup büyüdüğü için Venicks mezarlığına gömülmüştü, bense buraya.
“İşte geldik.” dedi Dedektif.
Kemerimi çözerek kafamı eski evime döndürdüm. Çimenler uzamış ve posta kutumuz paslanmıştı.
“Bayan Eden, eviniz ne kadar güzelmiş.” dedi Carls.
Buruk bir gülümsemeyle “Evet, öyledir. Ayrıca bana ‘Anna’ de Carls.” diye cevapladım.
Carls “Tamam, Ann-” diye başladığı cümleyi “Maalesef, Bayan Eden.” olarak bitirince kendimi ona doğru şaşkınlıkla dönmekten alamadım. Tam sebebini soracakken dikiz aynasından Dedektif’e bakan tedirgin gözlerine rastlayınca sinirli gözlerimi ona yönlendirdim. “Carls, bana ‘Anna’ demezsen seninle bir daha konuşmam. Bilgin olsun.” diyerek tehdidimi ortaya attım. Dedektif, Carls’a dönerek “Hadi Carls, ‘Anna’ desene.” diyerek her ne kadar beni onaylar gibi gözükse de alttan alta ‘Sıkıyorsa bir dene’ hissiyatı veriyordu ve bunda oldukça başarılıydı. Ben ona, o Carls’a, Carls ise bir ona bir bana bakıyor ne diyeceğini şaşırmış bir vaziyette duruyordu. Diğer polis memuru burada olmaktan bir hayli mutsuz bir biçimde epey bir önce arabadan inmişti. Bizim tartışmamızın bir sonuca varamayacağını anlayınca da Carls’a seslenip bu duruma kendince bir son verdi.
“Tamam Eric, geliyorum.” diyerek benim de kötü bakışlarımı kazanan Carls arabadan indi.
Ardından ben de inerek tekrardan evime bir göz gezdirdim. Annemin evine doğru yürürken buraya neden gelmiş olduğumuzu hatırlayınca yüzümü düşmekten alıkoyamadım. Evime o katil gireli bir hafta olmuştu. Bir haftadır, benimle olan bağlantısını çözmeye çalışıyorduk. Regina ve Karen ile zamanında problem yaşamam ve onları öldürerek bana sürpriz yaptığını iddia etmesi bir hayranımın olduğu izlenimini vermişti teşkilata. Fakat ben bundan fazlası olduğunu düşünüyor ve nitekim haklı çıktığımı hissediyordum. Evime bıraktığı lise fotoğrafının arkasında küçük küçük yazılmış olan bazı sayılar vardı. Bu sayıların neyi ifade ettiğini bulmaya çalışırken kendimizi burada Blackville’de bulduk. Çünkü bunlar annemin evinin koordinatlarından başka bir şey değildi.
“Hadi, Bayan Even, sizi bekliyoruz. Açacak mısınız kapıyı?” dedi huysuz Memur Eric.
Dalgın düşüncelerimi dağıtarak evin anahtarını bulmaya çalıştım. Daha önce de dediğim gibi ne çantanın boyutu ne de doluluğu aradığın şeyi bulmayı etkilemiyordu. En azından benim iddiam bu yöndeydi. Oflayarak çantamı tekrar çalkalayıp elimi derine doğru soktum. Asla bir sonuç alamıyordum. Tam kafamı kaldırıp çantamı tutmalarını isteyecektim ki “Bir insan hiç mi akıllanmaz?” diyerek yanımdan geçen Dedektif, kapının yanındaki mavi saksıyı kaldırıp altından yedek anahtarı çıkarttı. Sonrasında kapıyı açıp biz üçümüzü şaşkınlık içerisinde burada bırakarak içeri geçmesi de işin cabasıydı.
***
Bugün okulumun ilk günüydü. Zara hasta olduğu için tek başıma idare etmem gerekiyordu. Okula girip müdür yardımcısının yanına gittim. Bana sınıf numaramı ve dolap anahtarımı verip başından savdıktan sonra öncelikle sınıfımı bulmaya koyuldum. Anahtarı çantama atıp koridorlarda ilerlemeye başladım. Büyük bir okuldu. Her yer birbirine benziyordu. Müdür yardımcısı iki sol bir sağ mı demişti bir sol iki sağ mı hatırlayamıyordum. İki sol yapıp ardından sağ döndüğümde karşıma iki kapı çıktı. İlk soldaki kapıyla şansımı denedim. Şanslı bir insan olduğumu iddia etmezdim ama şanssız olduğumu da kabullenmek istemiyordum fakat temizlik malzemeleri ile karşılaşmak bunu sorgulamama sebep olmuştu. Oflayarak ikinci kapıyı açmamla birlikte bir çığlık nüksetti. Telaşla çantamı yere düşürerek içerisindeki her şeyin saçılmasına göz yummuş oldum. Karşımda sarışın mavi gözlü bir kız ve o günkü çocuk duruyordu. Çocuk oturuyordu. Kız ise eteğini yukarı doğru sıyırmış adeta çocuğun üzerine tırmanmaya çalışıyordu.
Kız “Ne yaptığını sanıyorsun sen? Çabuk çık dışarı. Aptal.” diye bağırarak kendime gelmemi sağladı.
Zach yanıma gelirken “Regina, sakin.” diyerek sarışın kızı uyardı.
Yere saçılan eşyalarımı toplamaya çalışırken yanıma çömelip bana yardım eden Zach beni afallatmıştı. “Sana seslere aldırış etme demiştim, yeni kız.” dedi muzip bir sırıtışla.
“Sınıfımı arıyordum.” dedim lafına aldırış etmeyerek.
“Sen zaten hep bir şey yapıyorsun.” dedi imayla.
Çatık kaşlarıyla devam etti “Ayrıca bu çantaya bu kadar fazla şeyi nasıl sığdırdın gerçekten, inanılmaz. Daha az eşya kullan, yeni kız. Daha az eşya...” diyerek bana baktı.
***
Gözümün önüne gelen bir diğer anı ise beni gafil avlamıştı.
***
“Geldik, Belle. Uyan artık, hadi.”
Zach’in sesiyle yavaşça kendime gelmiştim. Gerinerek ona doğru döndüm ve gülümsedim. Kemerini bile çıkartmış benim uyanmamı bekliyordu. “Hadi artık, daha neyi bekliyorsun kucağıma alıp taşıyım mı? Uyansana kızım. Ayaklarım ağrıdı saatlerdir araba kullanmaktan zaten.” diyerek bugün de yine romantikliğin sınırlarını zorluyordu. Gözlerimi devirerek kemerimi çıkarttım.
“Ne oldu şimdi?” dedi romantikliğini sürdürerek.
“Yok bir şey, Zach. İnelim hadi, tamam.” dedim asabi ve mahmur bir ses tonuyla.
Kapımı açıp ayağımı atacaktım ki kolumdan çekilmemle dudağımda bir buse hissetmem bir oldu. “Günaydın, güzelim.” dedi. Yüzümde sevgi dolu saçma bir sırıtışla arabadan indikten sonra kapıyı açmak için anahtarı aramaya koyuldum. “Nerede bu lanet olasıca...” diye söylenirken yedek anahtarı soran Zach beynimde bir ışık yanmasını sağladı. Hemen mavi saksının altından yedek anahtarı çıkartarak kapıyı açtım.
“Şu çantaya bu kadar ne dolduruyorsun gerçekten anlamıyorum.” diye söylendi.
Çantayla alakalı değildi.
Aramakla alakalıydı.
İnsanlar bunu ne zaman anlayacaktı?
***
--
Tam tamına dört saattir bir ipucu bulmaya çalışıyorduk.
“Bayan Eden, bu kolinin içinden de bir şey çıkmadı.” dedi Eric.
“Tamam, Eric.”
“Bayan Eden, burası çok tozlu, siz bakar mısınız? Benim alerjim var.” dedi Carls.
“Tamam, Carls.”
“Burada bir şey yok.” dedi Dedektif.
“Tamam, Dedektif.”
“Dedektif Bey veya Dedektif Stone.”
Derin bir nefes aldım ve devam etti.
“Burası özel bir yer gibi siz bakarsınız.” dedi Eric.
“Olur, Eric.”
“Yatağın altını en son ne zaman sildiniz?” dedi Carls.
“Silmedik, Carls.”
“Diğer koliler nerede?” dedi Dedektif.
“Bilmiyorum, Dedektif.
“Dedektif Bey veya...” diye başlamışken “Yeter!” diye bağırmamla üçü birden bana baktı.
Ne aradığımızı bilmeden bir şey aramak yeteri kadar zorken bir de bunu buradaki üç erkekle yapmak işleri benim açımdan iyice zorlaştırıyordu. Sürekli soru sorup şikâyet edemezdi bir insan ama gelin görün ki sabrımın sınırlarında tepinmekten zevk alıyorlardı. Gerçekten sınanıyordum.
“Yani, yeter artık aradığımız. Ben acıktım. Acıkan var mı?” diyerek toparlamaya çalıştım.
Carls saatlerdir bu soruyu duymayı bekler gibi elindeki her şeyi bırakıp mutfağa yöneldi. Eric de acıkmış olacak ki Carls’ın ardından mutfağa gitti. Hatta yüzünde sırıtmaya benzer bir ifade gördüğüme bile yemin edebilirdim. Dedektif aramaya devam ediyordu.
“Bırak, Zach. Hadi bir şeyler yiyelim, sonra devam ederiz.” dedim.
“Ben yemeyeceğim.” dedi huysuz ses tonuyla.
“Spagetti yapacağım, hadi.” dedim itiraz kabul etmeyen bir ses tonuyla. Yemesi lazımdı. Bu davaya kafayı taktığı belliydi. Hastalansın istemiyordum.
“Beni rahat bırak, Annabelle. Yemeyeceğim.” dedi inatçı.
“İyi, ne halin varsa gör.” diyerek bir hışımla arkamı döndüm. Dönmemle yerle yüz yüze gelmem bir oldu.
Zach endişeli bir şekilde hemen yanıma yaklaşıp kafamı iki yanından tutarak bir sağa bir sola çevirdi. Hasar tespit yapıyordu anlaşılan. Kafamı vurmamıştım gerçi. Dizimi koltuğun kenarına çarpmıştım. “İyi misin, Belle?” diye sordu endişeli bir sesle. “Evet.” dedim. Cevabımla beraber endişeden öfkeye dönen gözleri ruh sağlığının iyiye gitmediğinin bir kanıtıydı. “Salak mısın sen? Dikkat etsene, kızım. Kaç yaşına gelmişsin, hala önüne bakmadan yürüyorsun. Kafanı çarpabilirdin ama senin huyun bu. Önünde bir şey varsa muhakkak takılıp düşüyorsun. İçin rahat etmiyor yani. Ben düşeyim diye resmen uğraşıyorsun. Gerçekten...” diye söylenirken nutuk hak etmek için nereye takıldığıma bakmak üzere gözümle zemini taradım. Kenarı çıkık olan bir parke gözüme takıldı. Daha önce böyle bir parke olduğunu hatırlamıyordum. Zach “Sen beni dinlemiyor musun?” diye sorunca baktığım yöne doğru işaret ettim. Parkeyi o da yeni fark ediyordu.
“Bu da neyin nesi?” dedi.