Bölüm 2

1037 Kelimeler
“Adalet abla.” Kapının çanı susmadan seslenmiştim ama ortalıkta gözükmüyordu. Muhtemelen arka bahçedeydi. Günün bu saatlerinde konakta kimse kalmazdı. Bir ya da iki geceliğine kalmaya gelen misafirler gün içerisinde kenti gezmek için yemek saatine kadar buraya adım atmazdı. “Adalet abla orada mısın?” bahçeye de seslenerek girdim. Ses vermeden yaklaşınca korkma özelliği vardı. Bu beni çok güldürüyordu. Aslında geldiğim yerde bu tür doğal insanlar olmaması, şimdi karşılaştıklarımı çok daha fazla sevdiriyordu. Evimiz dahil her yerde sessizce hareket etmeye alışkındık. Bir anda arkamızda biri bitebilirdi. “Hülya. Bu saatte ne işin var kızım?” katı kuralları olan kadın bana karşı oldukça sıcak davranmayı seçmişti. Belki de o da oğlunu mutlu edeceğimi düşünüyordu. Aslında özünde iyi birisiydi ama esnaf tarafından pek sevilmezdi. “Dün gece pek uyuyamadım. Serkan’da fark edince anneme yardım edersin sonra da dinlenirsin dedi.” Şimdi söyleyince biraz rahatsız edici gelmişti bu düşünce. Çekinmiştim son kelimeleri söylerken. Hayatla inatlaşırsan böyle olur işte Naire. “Ay sorma kızım ya. Benim de senden aşağı kalır yanım yok ama alışkınım. Sana çok denk gelmemişti bu durum.” Sessizce karşısında durduğumu fark edince, “Neyse boşver. Sen yat dinlen. Uyanınca yardım edersin bana. Yemeği ateşe koydum zaten.” Minnetle gülümsedim. Buna çok ihtiyacım vardı. Karşılıksız sevgiye, anlayışa… “Teşekkür ederim Adalet abla. Ama yorulursan ne olur uyandır beni.” elindeki süpürgeyle yere eğildi. Hadi canım hadi dedi sessizce. Belli belirsiz… Teşekkür etmemden de hoşlanmıyordu. Sanki zamanında kimse ona bu cümleyi kurmamış gibiydi. Küçük odama girer girmez kapıyı kapatıp kendimi yatağa attım. Uyumak gibi bir niyetim yoktu. Ne yapmam gerektiğine hemen karar vermeliydim. Kalacaksam sonuçlarına katlanacaktım. Herkesle yüzleşmeye hazır mıydım? Kalmam demek komiserin beni ifşa etmesinin an meselesi olduğunun habercisiydi. Gitmem demek… Yıldırım bu işe çok sinirlenecekti. Daldığım derin düşünceler nefeslerimi sıklaştırıyordu. Huzursuz ayak sendromu gibi titriyordu bacağım. Telefonumun çalmasıyla çantama daldırdım elimi. Arayan numarayı bilmiyordum. Tedirginlikle yeşil seçeneğe değdirdim parmağımı ve kulağıma götürdüm ALO bile demeden. Bir nefeslik mesafeden sonra Yıldırım’ın sesini duydum. “Buldular. Hemen çıkman lazım. Planladığımız gibi hareket edersen kimse sana ulaşamaz.” Beynimde minik bir sesle başlayan uğultu Yıldırım konuştukça büyüyordu. “Naire sana diyorum. Orada mısın?” midemdeki kasılma arttığı için kendimi odadan dışarı atarak karşımdaki tuvalete attım. “Naire?” hoparlörde olmamasına rağmen bağırtısı bana kadar ulaşıyordu. Midemdekileri çıkartmam bitince lavabonun üzerindeki telefona attım elimi. “Yıldırım.” Dedim sırtımı soğuk duvara yaslarken. Bedenimden soğuk terler boşalıyordu. Şoka giriyordum. “Yıldırım. Yıldırım. Yıldırım…” “Naire neyin var? Hemen çık oradan. Hemen. Şoka girmenin zamanı değil çabuk ol.” Ağlamak istiyordum ama ağlayamayacağımı çok iyi biliyordum. Ne olurdu normal bir çocuk olsaydım. Normal bir kadın olsaydım. Normal bir hayatım olsaydı. “Yıldırım ben ne yapmak istiyorum? Yoluma mı bakacağım yoksa artık yüzleşmeli miyim?” “Naire mantıklı düşünemiyorsun. Lütfen sesime kulak ver ve ayrıl oradan.” Buradan çıkmamı ve tekrar kaçmamı istiyordu. Neden? Bana değer veriyordu. Benim için canını verirdi. Kılıma zarar gelmesini istemiyordu. Durur ve her şeye geri dönersem olacakları tahmin edebiliyordu. Beni böyle koruduğunu düşündüğü için gitmemi istiyordu. Evet. “Yıldırım artık dönmeliyim. Yapabileceğim şeyleri biliyorsun. Kimseyi bulamasam bile birkaç locayı kapattıracak bilgiler var. Yıldırım yapabileceklerim önemli. Artık kaçmak yok. Dinlenmek yok. Ne haldeyim görmüyor musun? Her şeye rağmen yaşamayı isteyip istemediğimi düşünüyorum hep. Onu çok kırdım. Çok özledim. Yapamıyorum...” Telefonu kapattım. Gerçek olanların peşinden gitme vakti gelmişti. Eski ben değildim ve eski öfkem yoktu. Ben de melek değildim ve şeytanla anlaşma yaptığımı biliyordum. Artık bu faturayı ödeme ve ödetme vaktiydi… Déjà entendu, bir şeyi daha önce işittiğini sanmak. Déjà fait, bir şeyi daha önce de yaptığını sanmak. Déjà pense, bir şeyi daha önce de düşünmüş olduğunu sanmak. Jamais vu, bildiği ve gördüğü bir şeyi veya kimseyi hiç görmemiş olduğunu sanmak… Yaşadığım sonuncusuydu. Jamais vu. Tanıdığım çevrede kendimi yabancı hissediyorum. Geldiklerini hissedebiliyorum. Kapıdaki çan öttü. ‘Kimse yok mu?’ bir kişi danışmanın önünde. Ayak sesleri… Bir kişi yönetim odasına girdi. Merdiven tahtalarının gıcırtısı. Bir kişi daha… Yukarı çıkıyor. Kapı bir kez daha açıldı. Üç farklı ses daha… Nefes alışverişlerimi durdurdum. Gittiğim yeri bilmediğim için sancı çekiyordum. Dönmek istiyordum. Bitsin istiyordum. Lanet olsun! Özledim. Nefes sesi. Kulağını kapıya dayadım. Benim odama girdi. Masanın üzerindeki kalemliğim devrildi. Serkan ile fotoğrafım parmaklarında. Seyir tepesinde zorla çekmişti. Hediye olarak da çıkartıp çerçeveletmişti. Fotoğrafı masaya bıraktı. Bakışlarını olduğum yere çevirdi. Üç adımda yanımda. Bir, iki ve üç. ‘tak tak tak’ “De mortuis nil nisi bonum. Hominem te memento. Solvitur ambulando. Tertium non datur. Alea iacta est.” Ölüler hakkında sadece iyi şeyler konuşuruz. Sadece bir insan olduğunu unutma. Sorun yürüyerek çözülür. Üçüncü yol yoktur. Zarlar atıldı. Titreyen telefonuma baktım. Kulaklarıma dolan şiirsel anlatım dünyadan koparıyordu beni. Canım kıymetli değildi. Yılanlar etrafımı sarmış olsa da korkmuyordum. Boğuk ses üçe kadar sayacağını söyledi. Açacağımı biliyordu. Yerimden doğrularak pelte kıvamına gelmiş bedenimi dikleştirdim. Göz ucuyla aynada aksime baktım. Bu benim şiirim. Bu benim eserim. Bu benim! Bedenime giren her bir nefesle Pia’ya dönüşmeye başlamıştım bile. Zor olan zor olandır. Zoru severdim… Anahtarı çevirerek kapıyı açtım. Ülkü locasından tanıdık bir sima vardı karşımda. Dokuzuncu derece, Sır Katibi. Konuşmasına ve alanıma girmesine fırsat vermedim. “Hazırlanmam gerekiyor. Yarın akşam sekizde Koridor’da olacağım. Şimdi hepiniz gidin.” Kapıyı kapattım. Gardımı henüz indirmemiştim ki ikiletmeden hepsi hareketlendi. Tek tek çıktılar. Tek tek gittiler. Gittiklerinden emin olduğumda ellerimi lavabonun kenarına koyarak gözlerimi açtığım suya odakladım. Su gibi akıp gitmek… Gitmişlerdi ama çevremdelerdi. Aynı aldığım nefes gibi gerçek ve en yakınımdalardı. Parmaklarımı soğuk suya daldırarak yüzüme çarptım. Bir hışımla kapıyı açıp adım atmıştım ki Adalet ablayla burun buruna geldim. “Hülya. Az önceki adamlar kimdi?” kuşkulu gözlerle bakıyordu bana. Hiçbir şey bilemezlerdi. Onların iyiliği ve güvenliği içindi. Bizim bataklığımıza çekemezdim onları. Buradan gidince hayatlarından hayırsız bir Hülya geçmiş olacaktı. “Hangi adamlar Adalet abla? Ben lavabodaydım.” Şaşkın bakışlarımı görünce gardını biran için indirdi. “Birileri girmiş. Bahçeden son anda gördüm. Ben gidene kadar çıktılar yetişemedim. Hırsız sandım başta ama iyi giyimlilerdi.” Onu arkamda bırakarak odama girdim. “Bilemedim abla. Belki oda tutacaklardı sonra vazgeçtiler.” Arkamı döndüğümde gözlerini yukarı dikmişti. Dudaklarını büktü ve yüzünde tiksintili bir ifade oluştu. “Yani. Bazen olabiliyor öyle. Neyse. Sen ne yaptın? Yatmadın mı daha.” Tedirgin olmamalıyım. Kardeşlerime karşı nasıl ketumsam onlara karşıda olabilirdim ama… kocaman amalarım vardı ve ben bunu onlara yapamıyordum. Yaparsam bu durum beni içten içe yiyip bitirecekti biliyordum.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE