Şişli - Abdi İpekçi Caddesi
Saat 10 Suları;
Lina; Kumral, uzun saçları omuzlarından aşağı süzülüyor, yüzüne düşen birkaç tutamına rağmen belirgin elmacık kemikleri ve hokka burnu net bir siluet çiziyordu.
Uzun boyu ve dolgun hatlarıyla, zarafeti ve iddiayı aynı anda taşıyan bir havası vardı.
Işıltılı, şıkır şıkır pul payet bir etek…
Üzerinde salaş ama zarif bir saten gömlek… Ve her adımında kulaklara çalınan ritmik topuk tıkırtıları…
Her adımı, kulaklara çalınan bir melodi gibi yükseliyordu; İçinde, sanki bir marş gibi çalan o ezgi vardı:
***"İzmir'in kızları bir elinde de cımbızları
Dişidir, anadır, efedir gidinin tatlı huysuzları
Çıktılar mıydı ipek çoraplarla kordon boyuna
Savaşta da aşkta da esaslıdır kadın duruşları
Hiçbir topuk tıkırtısı bu kadar davetkar çalamaz
Bir göz vuruşuyla yerle bir eder böyle bir şey olamaz..."***
Beyninde çalan bu ritimlerle tek bir şeyi düşünüyordu...
''Az sonra ya hayatımın en büyük şansını yakalamış bir patroniçe olacağım ya da hayallerimi bir kez daha kıl payı kaçırmış bir kadın.
Restoranın camından baktı, ve mırıldandı.
Bunu belirleyen tek şey, şu masadaki kodamanları etkileyip etmeyeceğim.
Eğer doğru kelimeleri seçer, onlara yeterince güven verirsem, sonunda o krediyi kapabilirim.
La Perla, Abdi İpekçi’nin en prestijli restoranlarından biri. Loş ışıklar, altın detaylarla süslenmiş duvar panellerine vuruyor, içeriyi sıcak ama etkileyici bir atmosferle dolduruyordu.
Ortada, cam panellerle çevrili devasa bir şarap mahzeni yükseliyor; özenle dizilmiş bordo ve altın etiketli şişeler, mekâna sofistike bir hava katıyordu.
Yuvarlak, krem rengi örtülerle kaplı masalar zarifçe sıralanmış, her biri kristal kadehler ve gümüş çatal-bıçaklarla kusursuz bir şekilde hazırlanmıştı.
Fondaki hafif caz melodisi, ortamın zenginliğini tamamlıyordu.
Tam köşedeki büyük masada dört adam oturuyordu.
Koyu renk, kusursuz dikilmiş takım elbiseleriyle orta yaşlarının sonlarında, iyi giyimli, belli ki iş dünyasının güçlü isimleriydiler.
Sohbetlerine ara verip kapının girişine yöneldiklerinde, Lina kendinden emin adımlarla onlara yaklaştı.
"Selamlar, beyler," dedi, dudaklarında zarif ama etkileyici bir gülümsemeyle.
Masadaki adamlar, Lina’nın güzelliğini ve duruşundaki çekiciliği fark eder etmez, iltifatlarla karşılık verdiler.
"Ah Lina Hanım, her zamanki gibi göz kamaştırıyorsunuz," dedi içlerinden biri, sıcak bir tebessümle.
"Ve tabii ki kaleminize de hayranız," diye ekledi bir diğeri.
"Yazılarınızı büyük bir keyifle takip ediyoruz. Eminim ki bugün bize anlatacak harika fikirleriniz vardır."
Lina, içten bir kahkaha atıp sandalyesine yerleşirken, masadaki herkesin ilgisini üzerine çektiğini biliyordu.
Şimdi sırada onları ikna etmek vardı.
Lina, masadaki dört adamın önüne dikkatlice hazırlanmış dosyaları bıraktı. Bakışları kendinden emin, ses tonu sakin ama etkileyiciydi.
“Açıkçası beyler, fikirlerim reklam dünyasını sarsacak nitelikte. İnsanlar yazılı metinlerin sadece hikaye kitaplarında ya da pembe dizilerde kullanıldığını sanıyor. Oysa ben size bu gücü vermeyi vaat ediyorum.”
Konuşmasına kısa bir duraksamayla ara verip, masadakilerin yüzlerini tek tek inceledi.
Onların ilgisini yakalamıştı, şimdi ise bunu körüklemesi gerekiyordu.
“Düşünün,” diye devam etti, gözlerinde hınzır bir parıltıyla.
“Firmanızın tüm güncel haberlerini, tanıtımlarını düzenli yayınlayan bir yayın organınız var. Ama bu bir iş dünyası dergisi değil. Bu bir yaşam dergisi!
Mühendisler odası dergisi, tıp dergisi, edebiyat dergisi… Bunları sadece meraklıları alır. Ama bir aktif yaşam dergisinde her şeyi bulabilirsiniz.
Zayıflama ipuçları, güzellik sırları, ekonomik alışveriş tüyoları, magazin ve daha nicesi.”
Masadaki adamlardan biri, alaycı bir tavır takındı ve kollarını sandalyeye yaslayarak hafifçe geriye çekildi.
Başını yana eğerek konuştu.
“Açıkçası Lina Hanım, ses tonunuz ve mimiklerinizle mırıldansanız bile sizi dinleriz,” dedi, dudaklarının kenarında küçümseyici bir gülümseme vardı.
“Ama firma reklamlarımızın bir derginin köşesinde sıkışıp kalıp diğer sayfaya geçileceğini düşünüyorum. Saydığınız diğer dergiler bize daha mantıklı geliyor.”
Lina, kaşını hafifçe kaldırdı. Dudaklarında sinsice beliren küçümseyici bir gülümseme ile kollarını göğsünde birleştirdi.
“Siz de haklısınız. Biz yazarlar, yazdığımız her kelimeyi gözümüzün önünde bir sahne gibi canlandırırız.
Ama sıradan beyinler için bunu hayal etmek zor olmalı. O halde sizin için fiziksele dökeyim.”
Lina, elindeki dosyalardan birini kaldırıp masanın ortasına attı.
“Zayıflama ipuçları; biliyor musunuz, vücudunuzdaki yağ hücreleri asla kaybolmaz? Sadece su kaybedip küçülür veya büyür.
Bu yüzden ne kadar ödem tuttuğunuz önemlidir. Peki, ödemden kurtulmanın yolu nedir? İşte Abdi İrfan Şirketi’nin yeni ödem atıcı bitkisel çayı!”
Adamların gözleri dosyanın kapağındaki parlak başlığa kayarken, Lina hız kesmeden devam etti. Bakışlarını diğer adama dikti.
“Ekonomik alışveriş tüyoları… Her kadın hem tarz hem de kaliteli bir stile sahip olmak ister. Peki, kalite ve lüks neden bu kadar pahalı?
DHM mağazaları, yıl sonu özel haute couture ürünlerini vitrinlerine taşıdı! Üstelik yüzde 70’e varan indirimlerle.”
Elindeki dosyayı bir diğer adamın önüne fırlattı, sonra masadaki diğer isimlere gözlerini dikerek çenesini hafifçe kaldırdı.
“Hepiniz için bu şekilde açıklamamı ister misiniz, yoksa gözünüzde canlandı mı?”
Masada kısa bir sessizlik oluştu. Adamlar birbirlerine bakarken, Lina içlerinden en tecrübeli olanın konuşmasını bekledi.
Bankacı olduğunu tahmin ettiği adam, kravatını hafifçe gevşetip kollarını masaya dayayarak ona döndü.
“Lina Hanım, kabul etmeliyiz ki muhteşem fikirleriniz var.” Sesi ağır ama keskin bir ciddiyet taşıyordu.
“Ancak para, fikirlerden daha somut bir şeydir. Ne yazık ki, babanız kendi elinde olmasa da milyonlar topladığı iş fikrini batırdı. Ona inanıp yatırım yapan insanlar da milyonlar kaybetti.
Açıkçası size bir kefil gerek. Üzgünüm ama bu sadece sizin intibanızla olmaz.”
Lina, adamın yüzüne dikkatlice baktı. Onların asla bu krediyi vermeyeceklerini anlamıştı.
Buraya sadece göstermelik bir nezaketle çağrıldığını anladığında, içinde aniden yükselen öfkeyi bastırmaya çalıştı.
Ama dudakları istemsizce gerildi, gözleri keskinleşti.
“Keşke telefon etseydiniz o halde.” Sesi buz gibiydi.
“Sizin zamanınız değerli olmayabilir ama benimki değerli.”
Sandalyesini sertçe itip kalktı. Çantasını alırken hiçbiri gözlerine bakamıyordu.
Arkasına bile dönmeden, topuklarının sert tıkırtıları eşliğinde restoranı terk etti.
Kadın olmak yetmezmiş gibi, iş dünyasında da var olabilmek için illa birilerinin adamı mı olmak gerekiyordu?
Güçlü, hırslı ve yetenekli olmak, tek başına yeterli değildi demek. Onca emeği, bilgisi ve yeteneği bir kenara itilmiş gibi hissediyordu.
Kendi kendine iç çekti. Lina hiçbir zaman yerinde sayan biri olmamıştı. Sanat onun ruhuydu; resim yapardı, dünya mutfaklarında ustaydı, uzman bir yüzücüydü.
Bir hedefi olduğunda, mutlaka başarırdı öyle ki erkek arkadaşının bir kelimesine gıcık olmuş silah kullanmayı öğrenerek atıcılıkta uzmanlaşmıştı, dört dili akıcı şekilde konuşabiliyor, hatta müzik listeleri bile milyonlarca kez dinleniyordu.
DEHB sağ olsun, hayatı boyunca her şeyi merak etmiş, her şeyde en iyisi olmak istemişti. Ama iş dünyasında yetenek ve emek, soyadı kadar değer görmüyordu.
DEHB (Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu)***
Tam bu düşünceler içinde boğulurken telefonu çaldı.
Ekranda Ece yazıyordu.
İçini ısıtan bir dostluk hatırlatması gibi...
"Hey babe, ne yapıyorsun?"
"İyiyim canım, Şişli’deyim. Ofise geçiyorum."
"Uww, ses düşmüş. Görüşmen kötü mü geçti?"
Lina iç geçirdi. "Fazlasıyla."
"Vaktin varsa gelsene, benim salon yakın. Bir kahve içelim, elektriğini alayım!"
Lina hafifçe gülümsedi. "Tamam, iyi olur."
Ece, Lina’nın üniversiteden ev arkadaşıydı. Birbirlerinin hayatına o zamandan beri kök salmışlardı.
Ece’nin mesleği, karakterine tamamen uygundu. Yoga ve pilates eğitmeniydi, hayatı dengede tutmayı kendine ilke edinmişti.
Lina’nın iniş çıkışlarına, onun sakin dengeleyici haliyle eşlik ederdi.
Lina, salonun kapısından içeri girdiğinde, buranın hemen huzur veren atmosferini içine çekti.
Burası büyük ve kurumsal bir stüdyo değil, tam anlamıyla butik ve sıcak bir yerdi. Zemindeki ahşap parkeler, çıplak ayakla yürüdüğünde insana rahatlık hissi veriyordu.
Duvarlarda büyük makrome süsler, raflarda ise minik kristaller ve doğal taşlar vardı. Köşede bir kaç minderin olduğu dinlenme alanı, küçük bir çay köşesiyle tamamlanmıştı.
Mumlar ve aromaterapi difüzörü, içeriye lavanta ve sandal ağacı kokusu yayıyordu. Bu ortam, Lina’nın kafasındaki gürültüyü biraz olsun susturuyordu.
Ve işte, stüdyonun tam ortasında, kollarını açmış gülümseyen Ece…
Ece, adeta güneş gibi enerjik bir insandı. Dalgalı, doğal kızıl saçları omuzlarından dökülüyor, açık teninde serpiştirilmiş çiller ona masalsı bir hava katıyordu.
İnce yapılı ve minyon tipliydi, Lina’nın uzun boylu ve dolgun hatlarına tam bir zıtlık oluşturuyordu.
Ama dostluklar böyle değil miydi? Karşıtlıkların kusursuz uyumu…
Ece’nin gülümsemesi kocaman oldu, gözleri sıcacık parlıyordu.
“Ahh bebeğim, gel buraya!” dedi neşeyle.
Lina içini çekip gülümsedi. Ece'nin kollarına atılmadan önce "Beni kurtarmaya geldin, değil mi?" diye mırıldandı.
Ece göz kırpıp gülümsedi. "Hem de en sevdiğin yöntemle… Kahve ve dedikodu!"