Kanın İzleri (Kazvin Civarı, Olaydan Bir Gün Sonra)

504 Kelimeler
​Kazvin'in kalabalık pazarından, erik kurusu ve baharat kokularından uzakta, kurumuş bir nehrin kenarında bekliyordu. Öğle güneşi çorak toprağı ısıtıyor, Sancak'ın (Yusuf) içindeki huzursuzluğu artırıyordu. Bir gün önce döktüğü kanın kokusu, ellerini ne kadar yıkarsa yıkasın, tenine sinmiş gibiydi. ​Rumi, atı üzerindeki gölgesiyle aniden belirdi. Üzerinde dünün koyu renk cübbesi yerine, bir kervan muhafızına ait sade, deri zırh vardı. Rumi'nin yüzü her zamanki gibi ifadesizdi, ancak kahverengi gözleri Sancak’ın ruhunu okumaya çalışıyormuş gibi keskindi. ​“İbn-i Zahir’in işi bitti,” dedi Rumi, atından inmeden. Sesi, ne onay ne de memnuniyet taşıyordu; sadece bir tespitti. ​Sancak başını salladı. “Kanı sıcaktı. Eser, ardımızda bırakılması gerektiği gibi bırakıldı. İnsanlar, bunun bir Bâtınî işi olduğunu konuşuyor.” ​Rumi, atının yelesini okşarken gülümsedi. Bu, dostça bir gülümseme değildi. Alaycı, hatta tehditkâr bir ifadeydi. “Konuşmaları umurumuzda değil. Önemli olan, senin ne yaptığındır, yeni yoldaş.” ​🔍 İlk Sadakat Sınavı ​Rumi aniden atından indi ve Sancak'a yaklaştı. ​“Dün gece, sen bir Fedai gibi hareket ettin. Ama sen henüz bir Fedai değilsin. Sen sadece bir adaysın, Mülhid. Bâtınîlere katılmak isteyen yüzlerce aptaldan birisin. Aramızda kalmak için, Hasan Sabbah’ın yoluna olan sadakatini kanıtlaman gerekir. Ve bu, Kadı’nın kanından daha fazlasını gerektirir.” ​Rumi, elini Sancak'ın omzuna koydu. "Kadı'yı öldürmek kolaydı. Zor olan, Selçuklu kimliğini, Yusuf bin Abdullah’ı öldürmektir." ​Rumi cebinden küçük, oymalı bir tahta parçası çıkardı. "Bu tahta parçası, Kazvin’deki eski bir caminin mihrabından çalınmıştır. Selçuklu'nun mührünü taşıyor. Hasan Sabbah’ın emri: Bu camiye geri dönüp, bu parçayı eski yerine, yani mihraba çiviyle çakacaksın. Ancak bunu yaparken, camide toplanmış olan sabah namazı cemaatine Bâtınîlerin doktrinlerini haykıracaksın. Selçuklu Sünniliğini ve Sultanı lanetleyeceksin." ​Sancak'ın boğazı kurudu. Cinayet, gölgede kalmıştı. Ama bu eylem... bu, alenen isyan demekti. Selçuklu askerleri onu yakalasa, idamı kesinleşirdi. En önemlisi, bu, Yusuf'un inancının en derin köklerine bir darbeydi. Nizamülmülk, "Günah işlemek zorundasın" demişti, ancak inancını alenen inkar etmek... ​"Bunu yaptığımda, benim için geri dönüş olmayacak," dedi Sancak, sesi kararlı çıkmaya çalışsa da içindeki savaş su yüzüne çıkıyordu. ​"Zaten bir Bâtınî adayı için geri dönüş diye bir şey yoktur," diye yanıtladı Rumi, kaşını bile oynatmadan. "Ya Alamut'un kucağı, ya da Selçuklu'nun kılıcı. Seçim senin." ​👣 Birlikte Yürüyüş ​Rumi, caminin yerini ve buluşma noktasını tarif ettikten sonra, "Yolculuğun bugün başlıyor. Ben sana rehberlik edeceğim, ama aramızdaki mesafe yoldaşlıktan çok daha farklı olacak. Ben senin gölgenim. En ufak bir tereddüdünde, Kadı İbn-i Zahir’in kanının üzerine senin kanın da akacak. Alamut, zayıfları kabul etmez." ​Sancak, tahta parçasını Rumi'nin elinden aldı. Soğuk ve sertti. ​“Anlaşıldı. Ne zaman yola çıkıyoruz?” diye sordu. ​“Hemen. Önce camiye gideceğiz. Sadakatini kanıtladıktan sonra, kuzeye, Elbruz Dağları’nın eteklerine doğru yol alacağız. Alamut yolu, sadece dağlarda değil, ruhunda da yükselir.” ​İki adam, o an oracıkta yola koyuldu. Rumi at sırtında ilerlerken, Sancak onun peşinden yürüdü. Sancak, artık sadece bir casus değildi; aynı zamanda inancını ve kimliğini terk etmek üzere olan bir isyancıydı. O camiye girdiğinde, Yusuf bin Abdullah tamamen ölecek ve Alamut'un karanlık labirentine kabul edilecek olan Sancak doğacaktı.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE