Alamut'un Gölgesi - Bir Selçuklu Casusu
Zorlu Başlangıç
Gecenin karanlığı, Kazvin'in güneyindeki kerpiç bir hanın arka sokağını koyu bir mürekkep gibi yutmuştu. Sokak lambaları sönük ve seyrek, gölgeler keskin ve uzundu. Yusuf, kalın kapüşonuyla yüzünü gizlemiş, neft yağı ve taze kesilmiş samanın kokusunun sindiği havayı ciğerlerine çekti.
Üç gün önce tanıştığı ve kendini sadece 'Rumi' olarak tanıtan adam, eline ıslak ve ılık bir kese tutuşturmuştu. İçindeki gümüş sikkelerden daha ağır olan, kesenin beraberinde gelen emirdi: Kazvin kadısı İbn-i Zahir şafak sökmeden ortadan kaldırılacaktı. Bu, Yusuf'un Alamut’a giden yolda ödemesi gereken ilk ve en kanlı aidat, Bâtınîlerin saflarına katılımını mühürleyecek sadakat testiydi.
Yusuf'un zihni, Selçuklu’nun ona öğrettiği her şeye karşı çıkan bir fırtınanın içindeydi. O, devletin kılıcıydı, masum kanı dökmek için değil, Selçuklu nizamını korumak için yemin etmişti. Ama burası, İsfahan'ın güvenli medreseleri değildi. Burası, Hasan Sabbah'ın gölgesinin düştüğü bir ara bölgeydi ve kılıcını kınından çıkarabilmek için önce kılıcını inkar etmesi gerekiyordu.
🤫 Alternatif Hedef
Görevi öğrendiği andan itibaren, İbn-i Zahir'in hayatını bağışlamanın bir yolunu aramıştı. Kadı, temiz ve dürüst bir adamdı; onun ölümü sadece Selçuklu'ya değil, adalet fikrine de zarar verirdi. Gece boyunca yaptığı son dakika araştırmaları sonuç vermişti.
Kazvin'deki tüccar loncasının başkanı olan Şahabettin, görünürde dindar bir Sünni olmasına rağmen, gizlice Bâtınîlere mali destek sağlıyordu. İbn-i Zahir’in Selçuklu’ya ait resmi belgelerini sızdıran da oydu. Yusuf’un planı basitti: Şahabettin’in malikanesinin bahçesine sızacak, cinayeti işleyecek ve olay yerine İbn-i Zahir’in şahsiyetini zan altında bırakacak sahte deliller bırakacaktı. Cinayet işlenmiş olacak, ancak Selçuklu’ya ihanet eden biri ölecekti.
Malikanenin yüksek duvarlarını bir kedi çevikliğiyle tırmandı. Bir Fedai'nin çevikliği, bir Sünni teologun kararlılığıyla birleşiyordu bedeninde. Avluyu geçerken, bileğindeki hançerin soğukluğu, kalbindeki ateşi dengelemeye çalışıyordu. Şahabettin, yatak odasının penceresinden sızan fersiz bir ışık huzmesi eşliğinde, hala uyanıktı.
Yusuf, pencereye yaklaştığında Şahabettin'in bir mektup okuduğunu gördü. Kâğıt, titrek mum ışığında parlıyordu.
Aniden, pencerenin altındaki gölge hareket etti. Bu, bir nöbetçi değildi. Koyu renk cübbesi içinde, tamamen sessizce duran başka bir silüetti. Rumi, kendi ajanı!
🔪 Sınırın Aşılması
Yusuf’un nefesi boğazında düğümlendi. Rumi onu denetlemeye gelmişti. Artık alternatif hedefi devreye sokma şansı yoktu. Eğer Rumi'nin gözetimi altında İbn-i Zahir yerine Şahabettin'i öldürseydi, görevdeki en ufak bir sapma bile bir ihanet kokusu olarak algılanır ve görevi daha başlamadan sona ererdi. Alamut’a sızma şansı sonsuza dek kaybolur, muhtemelen kendisi de o gece ölürdü.
Aceleyle geri çekildi, Rumi'nin dikkatini dağıtmamak için neredeyse duvara yapıştı. Zihni hızla çalışıyordu. Cinayeti işlemeliydi, hem de İbn-i Zahir'i.
Hızla yolunu değiştirdi. Kadı İbn-i Zahir'in evi, malikanenin birkaç sokak ötesindeydi. Koşarken, kılıcının kabzasını sıktı. "Devletin selameti için," diye fısıldadı içinden. Bu gece Selçuklu nizamını korumak için, Selçuklu nizamına ihanet edecekti.
Kadı'nın evine ulaştığında, Rumi'nin onu takip edip etmediğinden emin değildi, ancak riski almak zorundaydı. Sessizce kapıyı zorladı ve içeri süzüldü. Kadı, çalışma odasında, yatağında değil, masasında uyuyakalmıştı.
Yusuf, Kadı'nın arkasına geçti. Yüzü acı, gözleri kapalıydı. Gecenin sessizliğinde, hançerin Kadı'nın göğsüne saplanış sesi, Yusuf'un beyninde yankılanan bir çığlık gibiydi. Kan sıcak ve yoğundu, Yusuf'un elini hemen lekeledi.
Görevini tamamlamıştı. Bir Bâtınî gibi, bir masumu katletmişti.
Hemen, önceden hazırladığı küçük bir Haşhaşi sembolünü Kadı'nın masasına bıraktı. Olay yerinden ayrılmadan önce, kanlı elini Kadı'nın masasının kenarına bastırarak kanlı bir el izi bıraktı. Bu, onun Alamut'taki yeni hayatının ilk, kanla mühürlenmiş imzasıydı.
Sokaklara çıktığında, ruhunun derinliklerinde bir ağırlık hissetti. Artık Yusuf bin Abdullah değildi. O, Sancak'tı; görevi için ruhunu satan bir gölgeydi.
***