Çok tatlı ve çok cana yakın bir çocuktu Kerem. Sekiz yaşına girmiş, kardeşi de olduğu için artık ağabey olmuştu. Nazım onu kendi oğlu gibi seviyordu. O kadar ki onları tanımayan biri onun zaten kendi oğlu olduğunu düşünebilirdi. Kerime eski kocasından Kerem'i mahkeme yoluyla alsa da Nazım o adama epey korku vermiş, adam bırak Kerime'yi aramayı oğlunu bile aramaz olmuştu. Ve böylesi kesinlikle daha iyiydi çünkü Kerem babasından şiddet görmüş bir çocuktu. Adam annesinin öfkesini aylarca oğlundan çıkarmış, canı çok yanmıştı.
Nazım onun yaşadıklarını unutturmak için elinden geleni yapmış ve hala yapıyordu. Onu seviyordu. Kerem de Nazım'ı seviyordu. Ona baba derken, kaç kez Nazım'ın gözlerinin dolduğunu fark etmişti Reyhan. Birlikte futbol oynuyorlar, yüzmeye gidiyorlar, market alışverişi yapıyorlar, bir baba oğul neyi paylaşıyorlarsa onu paylaşıyorlardı. Gerçek babalık buydu işte... Onun dünyaya gelmesinde katkıda bulunmak değil, dünyaya gelince yanında olmaktı...
Ve şimdi yine baba olmuştu Nazım. Bir oğlum daha oldu diyerek hastanenin bahçesinde ağlarken, Reyhan da kendini tutamayıp ağlamıştı. Kendisi için değil, onların mutluluğu için ağlamıştı.
Kucağına atlayan Kerem'in yanaklarını öpüp, ona sarıldı.
"Canım benim..." dedi sarılırken. "Nasıl bakalım benim küçük futbolcum?"
"Çok iyiyim Reyhan Teyze. Babam dün bana yeni krampon aldı."
"Harika çok sevindim. Güle güle giy."
"Teşekkür ederim. Gelecek hafta maçımız var. Sen de gelir misin?"
Küçük çocuğun önünde dizlerinin üzerine çöküp, ellerini tuttu Reyhan.
"Gelmeyi çok isterim ama söz veremem Kerem. Bazen Reyhan Teyze'nin erteleyemeyeceği işleri olabiliyor."
"Biliyorum babam çok çalıştığını söylüyor. Bazen nefes almayı bile unutuyormuşsun."
"Evet."
"Ama nefes al olur mu? İnsan nefes almazsa ölür."
Belli belirsiz gülümsedi Reyhan. Ölmek bu kadar kolay olsaydı, bir sonraki nefesini almamak için elinden geleni yapardı ancak bu kararı vermek çok kolay değildi.
"Tamam."
Kerem'le birlikte açık olan kapıdan içeri girdiler. Evi saran yemek kokusu, ortalığa dağılan çocuk giysileri, açık olan televizyon, salona dağılmış oyuncaklar... Hayat olan bir ev, burada yaşayan bir aile... Ev değildi burası, yuvaydı. Reyhan asla sahip olamayacağı bu güzelliği izlerken, bir kez daha arkadaşının ne kadar şanslı olduğunu düşünüyordu.
"Annem kardeşimi uyutuyor."dedi Kerem usulca. "Neden bebekler sürekli ağlıyor Reyhan Teyze?"
"Çünkü konuşamıyorlar. Dertleri anlatmak için tek yol ağlamak."
"Ya..." derken tek eliyle başını tuttu Kerem."Keşke seslerini kısmak için bir düğmeleri olsaydı."
"Kardeşin seni uyutmuyor mu yoksa?"
"Beni değil annemi uyutmuyor."
"Anneler bu durumdan asla şikayet etmez Kerem. Hatta çok mutlu olurlar."
"Evet annem çok mutlu. Babam da... Ve ben de..." Güldü Kerem. "Arkadaşlarımla oyunuma geri dönebilir miyim?"
"Elbette hadi git."
"Görüşürüz Reyhan Teyze."
"Görüşürüz canım."
Kerem evden çıkınca, Reyhan yatak odasına yöneldi. Nazım gün içinde otelde olduğu için, Kerime'nin yalnız olduğunu biliyordu. Kapıyı usulca çalıp, açtı. Kerime yatağına oturmuş, bebeğini emziriyordu. Biri dünyanın en güzel anı ne diye sorsa, işte bu an diyebilirdi. Annesinin kucağında uyuyan, onun kokusunu ve tenini hissederek, karnını doyuran bir bebek ve ona sahip olduğu için mutlu olan bir anne... Kerime'yi asla kıskanmıyordu. İnsan dostunun mutluluğunu nasıl kıskanabilirdi? Onun yaşadıklarını yaşamayı elbette isterdi ancak nasibinde yoksa elinden bir şey gelmezdi.
Çocukları ne kadar çok sevdiğini Allah biliyordu. Çocuk sevmeyen, anne olmak istemeyen, bu muhteşem anı yaşamak istemeyen kaç kadın olurdu? Çok az...
Kerime onu görünce gülümserken "İçeri gel."dedi. "Hoşgeldin canım."
Reyhan ona sarılıp, yanına oturdu. Hala annesinin kucağında, bir eli annesinin göğsünde karnını doyuruyordu bebek. O kadar tatlı ve güzeldi ki ona bakmaya doyamıyordu. Nazım'a benziyordu. Belki biraz da annesine... Henüz çok küçük olduğu için kararsız kalmıştı.
"Sürekli emiyor. Tüm gün ağzında mememle dolaşsam hoşuna gidecek."derken gülümsedi Kerime.
"Senin kokunu arıyordur. O yüzden. Çok güzel bir an Kerime... İkiniz de çok güzelsiniz."
Reyhan'ı inceliyordu Kerime. Onu her gördüğünde, iyi misin diye sormak yerine iyi olup olmadığını ona bakarak karar vermeye çalışıyordu. Nasıl iyi olabilirdi ki Reyhan? Acısını kalbine gömmüş bir kadın, o acıyı içinden atamadıkça nasıl mutlu olurdu? Şu an kendisini izlerken, neler hissettiğini de anlayabiliyordu. Çocukları çok seven, çok iyi bir anne olacağından emin olduğu dostu, bunun hayalini bile kuramıyordu.
Haksızlıktı!
İyi insanların hayatı neden bu kadar zordu? Neden iyi insanlar daha çok acı çekiyordu? Neden Reyhan? Neden? Kazadan sonra bu soruyu defarca sormuştu Kerime. Fırat'ın öldüğünü kabul edememişti. Hala daha edemiyordu. En güzel gününde, mutluluğu hak eden iki insanı çok büyük bir acı ayırmıştı. Çok yıkılmıştı Reyhan. Onun asla toparlanamayacağını düşünse de şimdi daha iyiydi. Önce Fırat sonra da Nimet Hanım'ın ölümü gerçekten çok kolay değildi. İyi ki Fatoş vardı hayatında... Ben onun için yaşıyorum, onun için ayaktayım diyordu sürekli. Yine de güçlü bir kadındı. Kimseye yaslanmadan, kimseye muhtaç olmadan, kendi ayaklarının üzerinde duruyor, bakıma muhtaç genç bir kıza kendi kızı gibi bakıyordu. Onun annesi gibiydi... Kimse onun gibi yapamazdı. Her kadın bu kadar fedakâr olmazdı.
"Demet Hanım nasıl?"
"İyi..."dedi Reyhan usulca.
"Seviyorum o kadını. Sana yardım ettiği için daha çok seviyorum."
"Ben de seviyorum."
Bebeğe bakıyordu Reyhan. Küçük bedenine, ellerine, dudaklarına... Onun bakışları Kerime'nin yüreğine oturuverdi.
"Adını ne koydunuz?"dediğinde genç kız, gözleri doldu Kerime'nin. "Çok tatlı bir bebek Kerime."
"Reyhan..." Ne zordu ona bu sorunun cevabını vermek. Ah ne zordu. "Adını Fırat koydu Nazım."derken gözyaşlarına engel olamadı.
O an gözlerini kapattı Reyhan. Gözbebeklerinin yandığını, en büyük yangının yüreğinde başladığını hissetti. Eline tutan arkadaşının teselli etmeye çalıştığını biliyordu.
"Nazım istedi Reyhan. Haklı da... Fırat onun kardeşi, dostu, ailesiydi. Senin kadar olmasa da o da yıkıldı biliyorsun. Allah bana bu yüzden bir oğul verdi dedi. Adını Fırat koymazsam olur mu?"
İki kadında ağlıyordu. Kerime Reyhan'ın başını omzuna dayadı.
"Ağla kuzum..."dedi alçak bir sesle. "Ağlamak zayıflık değildir. İçine atacağına, bırak aksın gözyaşların..."
"O geri dönmüyor Kerime... Asla da gelmeyecek."
"Sana bıraktıklarını düşün. Onunla mutlu olduğun günleri... O ister mi sence hayata küsüp, ölene kadar onun yasını tutup, mutsuz yaşamanı? Sen mutlu ol diye neler yaptığını düşün. Sen onun sayesinde bugün ki kadın oldun. Fırat hayatına girmeseydi, şu an burada olmazdın Reyhan. Hayatını değiştirmeye karar vermeseydin, çok daha mutsuz bir kadın olabilirdin. Fatoş olmazdı. Onu asla tanımazdın."
"Fırat ben olmasaydım belki de yaşardı. Kesinlikle yaşardı. O kadın ona benim yüzümden zarar verdi. Onu bıraktığı için..." Bunu çok düşünmüştü Reyhan. Vicdanı ile çok kez hesaplaşmıştı. Kendini suçladığı anlar, acı çektiği anlardan çok daha fazlaydı.
"Senin yüzünden değil Reyhan." Genç kızın çenesini tutup, gözlerine baktı Kerime. Bu kez ses tonu daha ciddiydi. "Hayatın sonuna kadar kendini suçlayamaz, her gün bu acıyla yaşayamazsın. Nereye kadar? Buna yürek mi dayanır? Çok gençsin Reyhan. Fırat'ı sevdin evet. Aşkı onunla hissettin ama o senin kocan olamadı. Belki bir çocuğun olsaydı, ikinizin çocuğu... Bu kadar acı çekmezdin."
"Çekerdim. Ben onun için her an acı çekerdim."
"Ben sana onu unut demiyorum birtanem... Elbette ki kolay unutamazsın... Bak bana... Ben de çok acılar çektim ama şimdi mutluyum."
"Aynı şey değil."
"Evet aynı şey değil ancak mutluluk herkesin hakkı. Senin de hakkın. Yeniden sevebilir, yeniden birine güvenebilir, anne olabilirsin."
Başını iki yana sallarken, ağlıyordu Reyhan.
"Asla olmaz deme Reyhan. Neden olmasın? Yeniden birini sevmek suç mu, günah mı? Belki Fırat'ı sevdiğin kadar sevemezsin, belki aşık olmayabilirsin, ama doğru adam olduğuna eminsen onunla mutlu olabilirsin. Senin de bir ailen olur. Çocukların, yuvan..."
"Fatoş benim ailem... Fırat'a buna yapamam."
"Fatoş hasta Reyhan. Onun için elinden geleni yapıyorsun. Hatta çok daha fazlasını... Belki de onun da bir aileye ihtiyacı var. Bir kardeşe, ağabeye..."
"Bizim kimseye ihtiyacımız yok."
"Kalbini kapatma. Lütfen..."
Hızla ayağa kalktı Reyhan. Yine görünmez olmak istiyordu, yine kaybolmak ve yine kendisiyle başbaşa kalmak... Kerime'nin arkasından seslenmesine aldırış etmeden, arabasına bindi.
**
Kötü bir kaza olmuştu ve beş yaralı hastaneye götürülmüş, sıkışan trafik kaza yapan araçların yol kenarına çekilmesiyle nihayet açılmıştı. Doğan kazadan sonra, oraya koşan ve arabada sıkışıp kalmış insanlara yardım etmek için tüm gücünü tüketen arkadaşına bakıyordu. Otomobilin kapısını bir kağıt parçası gibi söküp atmıştı Tarık... İçeride bulunan beş yaşındaki çocuğu sıkıştığı yerden çıkarırken, yüzündeki ifadeyi asla unutmayacaktı. Sadece o değildi yardıma koşan ama onun kadar çaba harcayan, güç kullanan, güçlü olan olmamıştı. Tarık bir dönem ağırlık çalıştığı için kas gücü olarak gayet iyiydi. Amerika da yıllarını geçiren bir adamın, yabancı bir ülke de kendini savunması için elbette ki güçlü olması gerekiyordu. Üstelik işlek bir caddede çok iyi kazanan, bir kafeye sahipti. Para her zaman düşmandır sözüne sonuna kadar katılıyordu Doğan. Parası çok olanın düşmanı da çok oluyordu.
Nihayet arabaya binmişler, Tarık tişörtünü değiştirmiş, bir şişe de su içmiş, yanındaki koltukta oturuyor, nefesini düzene sokmaya çalışıyordu.
"Neyse ki kimse ölmedi." derken mutlu olduğunu ve şükrettiğini surat ifadesinden okudu Doğan. Onun her haline alışkındı. Ne tehlikeden, ne kavgadan, ne ölümden korkuyordu Tarık. Gözü kara dedikleri adam sınıfına girdiği konusunda emindi.
Arabayı çalıştırıp yola koyuldu Doğan.
"Kaza bu Tarık. Ölebilirlerdi de... Buna engel olamazdık. Sen elinden geleni yaptın."
"Arabada çocuk vardı. Çok küçük bir çocuk. Çok korkmuştu."
"Çocuklara karşı zaafın var biliyorum. Onları seviyorsun?
"Çocukları herkes sever."
"Herkes demeyelim. Şahsen ben çocuk konusunda kararsızım. Eşim de öyle."
Yarı çatık kaşları ile yolu izliyor ve onu dinliyordu Tarık. Aklında hala o kaza ve boynuna sarılıp ağlayan çocuk vardı.
"Elbet bir gün çocuğunuz olacak. Ne kadar erteleyebilirsiniz ki?"dedi Doğan'a.
"Ben senin gibi değilim oğlum ya... Sen çocuk sahibi olmak için bile evlenebilirsin. O küçük insanlar seni mutlu ediyor. Ama ben asla bir çocuk için evlenmezdim. Ya da evliliğim kurtulsun diye çocuk yapmam."
"Çocuk can simidi değil Doğan. Evliliği çocuklar kurtarmaz. Ve ben sadece çocuğum olsun diye evlenmem. Öyle düşünmüş olsaydım, emin ol evlenecek onlarca kadın bulurdum."
"Bundan eminim zaten. Bu konuda hiç bir şüphem yok. Ama baba olmayı bu kadar çok istemeni anlamıyorum."
"İstiyorum çünkü evlat sahibi olmanın harika bir duygu olacağından eminim. Ayrıca bunca çabam, param, malım neden onlara kalmasın? Babamı hiç tanımadım. Bir insanın babası yanında olunca ne hisseder bilmiyorum. Baba olmak ve hissetmek istiyorum."
"Erkek evlat ha..."
"Hayır cinsiyet ayrımı yok bende. Hatta bir kız olursa daha mutlu olurum. Kız çocukları her zaman daha savunmasız. Ve bence babaya daha yakınlar."
"O zaman bul bir kadın evlen Tarık. Seni engelleyen ne?"
"Bir yerde bir söz okumuştum. Çocuğunuza vereceğiniz en güzel hediye, onun annesi sevmektir yazıyordu. Galiba beni engelleyen bu... Biraz olsun sevebileceğim bir kadını bekliyorum."
"Ya o kadın hiç gelmezse..."
Arkadaşına baktı Tarık.
"Ben ona giderim Doğan." dedi ciddiyetle. "Arayan belasını da mevlasını da bulurmuş derler."
Bu sözden sonra kahkaha attı Doğan.
"Valla mevlayı değil ama belayı bulabileceğin konusunda hem fikirim dostum."derken.
Tarık bazen net, bazen kapalı bir kutuydu. Ne düşündüğünü, neler hissettiğini anlamak gerçekten zordu. Üç yıl önce ağabeyinin ölümü onu çok üzmüş, onun hayattan çekip gittiğini kabul etmekte zorluk yaşamıştı. Tuhaf bir adamdı Uğur Kıraç. Doğan onun hakkında hiç iyi şeyler duymamış olsa da ölümüne çok üzülmüştü. Tarık cenazeye geldiğinde yıkılmıştı. Sevdiğin birini kaybetmek elbette ki zordu ama onun için ciddi anlamda daha zordu. Ağabeyi sayesinde yurt dışında okumuş, iyi bir meslek edinmiş, iş kurmuştu. Onun hakkını asla ödeyemeyeceğini her zaman söylerdi. Garip ama iki kardeş birbirine hiç benzemiyordu. Uğur ne kadar yalancı ise, Tarık o kadar dürüst ve mertti. Uğur'un geçmişi karanlık işlerle doluydu. Tarık'ın hak edeni dövmek dışında, karanlık işlere bulaşmadığını adı gibi biliyordu. Ağabeyinin neden intihar ettiğinin peşindeydi Tarık. Bu sorunun cevabını bulamadığı sürece, rahat edeceğe de benzemiyordu. Kötü bir niyetle değil, iyi bir niyetle sorguluyordu sebebini... Çünkü ağabeyinin geçmişini acı da olsa öğrenmişti. Kimin canını yaktı, kime zarar verdi, vicdanını kimlere yaptıkları rahatsız etti demişti geçen gün... Ya da kim onun canını yaktı?
Cevapları bulamadığı sürece huzurlu olmayacaktı..
**
Nasıl sönecekti içini yakan bu yangın? Nasıl bitecekti çektiği acılar? Dünya, insanlar, geçmiş ve anılar üzerine gelirken nasıl iyi olacaktı? Ne için yaşıyordu? Niçin hala nefes almakta ısrar ediyordu? Kaybettiğini neden kabul etmiyordu?
Kaybetmişti!
Umutlarını, hayallerini, ailesini, kendisini ve sevdiği adamı sonsuza kadar kaybetmişti! Şu an gittiği bu yol gibiydi hayatı... Nereye gideceğini, yarın ne olacağını, nerede biteceğini bilmediği bir yolculuktu ömür. Öyleyse neden yaşıyordu? Direksiyonu iki eliyle sıkıyor, gaz pedalına sonuna kadar yüklenmiş, yine bir ağlama ve öfke krizi geçirirken, kendini kaybetmişti Reyhan.
"Adını Fırat koydu Nazım..."
Fırat!
Onu unutmak istemiyordu ki... Onsuz nefes almak da istemiyordu. Onunla aynı acıyı çekerek ölmeli, yattığı karanlığa, onun yanına gömülmeliydi. Kendisini bekliyordu Fırat... Geceleri onun sesini duyuyor, onu kaybettiği anın görüntüleri ile uyanıyordu. Bu bir işaret miydi? Fırat ona kavuşması için mesaj mı yolluyordu?
Allah'ım... Aklını kaçırmak üzereydi. İlaç kullanmaktan, asla olmadığı biri gibi davranmaktan, güçlü olmaya, ayakta durmaya çalışmaktan nefret ediyordu. Masallardan nefret ediyordu!
Gülümseyen insanlardan, kendisine acıyarak bakanlardan, mezarlıklarda nefret ediyordu!
Ölümden nefret ediyordu!
Arabasını hızlı kullanıyordu genç kız. Kerime'nin evinden çıktıktan sonra, amaçsızca gidiyordu. Çevre yolundaydı. Önünde onlarca araba seri bir şekilde giderken, onlardan birine ya da yol kenarındaki korumalıklara çarpması an meselesiydi. Uzun zamandır kendini bu derece de şiddetle kaybetmemişti. Yanından, arkasından geçen arabaların korna seslerine aldırış etmiyor, aklından geçen şeyi yapmak için fırsat kolluyordu.
Öyle bir an olmalıydı ki, o an hemen ölmeli, Fırat'a kavuşabilmeliydi. Hiç kimse hayata geri dönmesi için yardım etmemeliydi. Arabayı sağa ve sola savururken, önündeki arabanın arka camından bakan küçük bir çocuğun bakışları ile karşılaştı. Anında gazdan ayağını usul usul çekerken, ölmek için doğru yerde olmadığını düşündü. Ya başka insanlara zarar verirse, ya kendisi yüzünden bir başkasının sevdiği adam, bir annenin evladı, masum bir bebek ölürse...
Buna izin veremezdi. Kendi giderken, masum birini de yanında götüremezdi. İşte bu yüzden, burada ölmek fikrinden vazgeçti.
Kemer'e merkeze giden yola girmeden biraz dolaşmayı teklif etmişti Doğan. Doğası ve denizi harika görünen bu yere ilk kez geliyordu ve burada uzun süre kalmayı planlamıyordu. Tarık tamam demişti sadece. Bugün her zamankinden daha durgundu Tarık. Doğan arabayı kullanırken, ara ara ona bakıyor, yolculuk boyunca dışarıyı izleyen, çok az konuşan arkadaşının neden Kemer'e gelmek istediğini ise anlamaya çalışıyordu. Türkiye de bir iş yeri açmak istediğini biliyordu ama henüz nasıl bir iş planladığını bilmiyordu. Ağabeyinin galerisini o ölünce devralmış, ancak uzaktan yönetiyordu Tarık. İş konusunda da çok konuşmazdı. Özel hayatını da anlatmazdı. Sert yüz hatlarının yumuşadığını çok az görmüştü. Kaşlarının arasındaki ve göz kapaklarının bitiminden başlayan çizgilerin sebebi gülmekten değil, öfkeden belki de acıdan belirgin hala gelmişti. Zaten çok gülmez, sadece gülümser, bu gülümseme bile içinden gelmiyordu. Saçlarında beyaz teller olmasa da, yer yer sakallarının arasındaki beyazlık göze çarpıyordu. Sakallarını kesse daha genç bir adam olduğu ortaya çıkacaktı ama ağabeyinin ölümünden bu yana sakal kullanıyordu. Ne çok uzun ne de kısaydı sakalları... Ona ayrı bir hava kattığı da gerçekti. Öfkesini kum torbalarından çıkarmak belli ki kol kaslarına yaramıştı. Adam yağ değil, kas depolamıştı. İri kıyım olmasa da atletik bir vücuda sahipti. Ona bakarken ister istemez imrendi Doğan. Hayatı boyunca yapmadığı tek şey spordu. Asla Tarık gibi olamaz, onun az önce yaptığı şeyi yapamazdı.
Acaba karısını etkilemek için spora mı başlamalıydı? Belki de bu onun hoşuna giderdi. Ancak leş gibi ter kokan, testesteron salgılayan heriflerin gittiği spor salonlarına kimse kendisini sokamazdı. Bu fikirden anında vazgeçti. Yola bakmaya devam etti. Yolun sağ tarafı yeşillik bir tepe, sol tarafı denizdi.
"Burada biraz duralım mı?"
Tarık da bu güzelliği fark etmiş olacak ki
"Duralım." dedi.
"Bence de harika olur Tarık. Biraz temiz hava almak ikimize de iyi gelecek. Çünkü bana fena halde uyku çöktü."
Arabayı tepenin kenarındaki şeride yaklaştırıp, park alanı levhasının işaret ettiği yöne girdi Doğan. Cep şeklinde ayrılan yere park etti. İkisi de arabadan inip, yüksek yamaca doğru yürümeye başladılar. Çiseleyen yağmur dinmiş, toprak kokusu daha hissedilir hale gelmişti. Ağır ağır etrafa bakarak, bir kaç metre yürüyüp, buldukları iki taşın üzerine oturdular. Karşıdaki manzaraya bakarken ikisi de ne kadar güzel olduğunu düşünüyordu. Ucu bucağı görünmeyen masmavi bir deniz, çok uzaklarda demir atmış bir kaç gemi ve yağmur nedeniyle boşalmış sahil...
Denizi seviyordu Tarık. Her insan gibi denizi izlerken huzur ve dinginlik hissediyordu. Sahil çok uzakta değildi ancak bu güzelliği yüksek bir tepeden izlemek çok daha keyif vericiydi. Böyle bir yerde hayatının geri kalanını geçirebilirdi. Denize sıfır bir ev, küçük bir kayık, o evde mutlu bir aile kimin hayali değildi ki? İnsan her yıl biraz daha büyüyüp, yolun sonuna yaklaşırken sadece huzur arıyordu. Ve sağlık... Geçip giden zaman paranın önemini azaltırken, sağlıklı ve mutlu olmanın önemini daha çok arttırıyordu. Her insan bir arayış içindeydi... Herkesin hayali ve umutları farklıydı. Önündeki eşsiz manzarayı izlerken, iki kolunu dizlerini koydu, ellerini birleştirip, denizi andıran gözleri geçmişinden asla unutamadığı anılara dalıp gitti.
***
"Katlanacaktın Fatma! Başka çaren mi var? Sana kim dedi o evden kapıyı çek ve çık diye?"
Eziliyordu genç kadın. Sığınacak başka bir yeri olmadığı için ailesinin evine geri dönmek zorunda kalmış, ağabeyine güvenmek istemişti. Ağabeyi onu gördüğü için memnun değil hatta öfkeliydi.
"Daha fazla dayanamadım ağabey..." Ağlayarak derdini anlatmaya çalışıyordu. "Ben onlara yıllarca iki evladım için katlandım. Kocam ölünce kimse ne derdin var diye sormadı. Kimse bu kadın dul kaldı, tek başına kaldı demedi. Kaynanam için bir köleydim ben... Evi temizle Fatma, yemek yap Fatma, kocamın bezini değiştir Fatma. Bir kadın yatalak kocasının bezini değiştirmez mi? Ondan tiksinir mi? Kocam yaşasaydı ben onu kimselere bırakmazdım. Gözünün içine bakardım. "
"Görevin tabii ki yapacaksın! Sen o evin gelinisin!"
"Gelini değil, kölesiydim! Çocuklarımı bile nasıl büyüttüm anlamadım. Uğur kendini sokağa attı, Tarık'ı yatılı okula vermek zorunda kaldım. Oğlumu haftanın iki günü görüyordum. Anneyim ben! Kalbi olmayan bir taş değilim! Tarık hiç tanımadı babasını, Uğur babasının acısını yüreğine gömdü. Hadi kendimi geçtim, insan torunlarını sevmez mi?"
"Abartma Fatma! Senin derdin yeni bir koca değil mi? O yüzden kaçtın geldin!"
"Ne diyorsun sen ağabey... İki tane aslan gibi oğlum var benim. Koca neme gerek?"
"Valla onu bunu bilmem ben! Bu evde fazladan bir boğaza bile bakacak durumda değilim."
"Burası sadece senin evin değil. Anam babam var benim. Ben sana değil, onlara sığınmak için geldim."
"Onların değil, benim sözüm geçerli Fatma! O yüzden al çocuklarını geri dön koca evine. Bu yaştan sonra katil etme beni!"
Ağabeyinin ayaklarına kapandı Fatma.
"Çalışırım ağabey. Ne iş bulursam çalışırım. Uğur liseyi bitirdi. Üniversiteye gidecek. Tam on sekiz oldu dün. Tarık daha on yaşında... Yatılı okulda kalmasına gönlüm razı değil. Çocuklarım için çalışırım. Size de yardım ederim."
"Eşek kadar iki adama ben mi bakacağım? Hem ne yaptın sen o aldığın parayı?"
Kocasından iş kazası sonucu verilen tazminatı soruyordu adam.
"Bankada... O para benim çocuklarımın. Kimseye vermem."
"Seninle bir anlaşma yapalım." derken yumuşadı ağabeyi. "Yani sonuçta bacımsın. Çaresiz de kalmışsın. Ver sen bana o parayı, ben de senin oğullarınla burada kalmana sayayım."
"Bu mu senin anlaşman?" Ayağa kalktı Fatma. "Ben senin kardeşinim. El kızı değilim. Çocuklarımın rızkını sana asla vermem."
"O zaman defolup gidersin!"
Onları salonun kapısının ardından dinleyen iki çocuk, birbirlerine bakıyorlardı. Tarık yumruklarını sıkan ağabeyinin, dayısına karşı hissettiği nefret ve öfkeyi yüzünden anlarken,
"Sakın yapma ağabey..."dedi usulca. "Lütfen..."
"Kimse benim anneme laf söyleyemez Tarık. Bu adam onun kardeşi de olsa, canını yakamaz."
"Gideriz ağabey... Bizi zaten burada istemiyorlar."
Önünde diz çöktü Uğur.
"Gideceğiz kardeşim. Ve bir daha asla ne bu eve gelirim, ne de yüzlerini görürüm. Siz de öyle. Ben çalışır, anamla sana bakarım."
"Sen okula gideceksin ki..."
"Ben değil sen gideceksin kardeşim. Ben zaten yeterince okudum. Bundan sonra okumaya gerek yok."
"Annem çok üzülür."
"Ben onu da seni de üzmem. Asla üzmem..."
**
Üzmüştü...
Kendini öldürdüğü gün, hayatında ilk kez kardeşini çok üzmüştü Uğur. Tarık o günleri, ağabeyi öldükten sonra daha çok hatırlıyordu. Geçmişin acı hatıralarla dolu ise unutmak mümkün değildi. Annesi baba ocağına sığınamayınca, bankadaki para ile küçük bir ev almış, ağabeyi çalışmış, kendisi de okumuştu.
"Yine daldın gittin."dedi Doğan arkadaşına.
"Ne düşünüyorsun Tarık?"
"Hiç bir şey..." diyerek başını usulca salladı Tarık. " Denizi seyrediyorum."
Doğan da denizi izliyordu. Bir an gözleri sahildeki bir görüntüye takılıp kaldı.
"Bu bir kadın değil mi?"
Doğan'ın sorusu üzerine, önce ona sonra baktığı yere döndü Tarık. Doğan konuşmaya devam ediyordu.
"İnsan denize neden kıyafetleri ile girsin ki... Acaba sarhoş mu?"
Tarık tüm dikkatini sahildeki kadına vermiş, onunla aralarındaki mesafe yakın olmasa da bir kadın olduğunu ve ağır adımlarla denize doğru yürüdüğünü net bir şekilde görebiliyordu. Gittikçe suya yaklaşırken, ayağa kalktı.
"Sarhoş mu bilmiyorum ama yaptığı şeyin doğru olmadığını birilerinin ona söylemesi gerek!" dedi ve tepeden aşağı olanca hızıyla koşmaya başladı. Hemen ardından Doğan da ayağa kalktı.
"Tarık dur! Nereye gidiyorsun? Belki de düşündüğün şeyi yapmıyor!"
Onu duysa da arkasına bakmadı Tarık.
"Yine mi oğlum ya... Yine mi kahraman olma derdindesin? Valla dönüşte uçağa bineceğim. Yeter ama!"diye bağırdı Doğan.
Yürüyordu Reyhan... Çıplak ayakları sahildeki kuma gömülüyor, ağır ağır yürüyordu. Denizin dalgalarının sesinden başka ses yoktu şimdi... En sevdiği renge hayranlıkla bakarken, içine dolan huzurun garip hüznü yansımıştı yüzüne. Hafif esen rüzgar, hala uzun olan ve kesmeye kıyamadığı saçlarını savururken, topuzunu açmış, rüzgarın saçlarını okşamasına izin vermişti. Rüzgar değildi saçlarını okşayan.
Fırat'tı...
Dalgaların sesi değil, Fırat'ın sesiydi kendisini çağıran. Buraya nasıl geldiğini hatırlamıyordu. Ceketi ve çantasını bir kaç adım gerisindeki kumların üstüne bıraktığını bile unutmuştu... Pantolonun üzerine saldığı bluzu beyaz renkti. Gelinliği gibi beyaz... Saçları gelin saçı gibi olmuş muydu acaba? Fırat onu görünce beğenecek miydi? Sevinir miydi? Bu maviliğin sonunda onun gittiği yere ulaşabilecek miydi?
Ne kadar sürerdi ki bu yolculuk? Son nefesini verirken acı çeker miydi? Çekmek istiyordu! Fırat nasıl acı çekti ise aynı acıyı hissetmek istiyordu. Yüzmeyi bilmediği için çok şanslıydı... Bilseydi kurtulmaya çalışabilirdi. Ne güzel... Sahil boştu bugün. Onu kurtarmak için kimse gelmeyecekti. Parmak uçlarına değen suyun serinliğini hissedince, gözlerini kapatıp, yere doğru eğildi ve denize dokundu. Onu okşuyordu. Ben geldim diyordu...
Ben geldim...
Delirmiş gibi koşuyordu Tarık. Nefes nefese, bir saniye bile durmadan, önündeki korumalığın üstünden sanki hiç yokmuş gibi atlayarak yola çıktı. Arabalar hızla gelip geçerken, gözleri sahildeki kadındaydı.
Allah'ın cezaları diyordu bağırarak, karşıya geçmesine izin vermeyen şoförlere! Tam yola atlıyor, bir araç geliyor, başka biri daha önünü kesiyordu. Sahil yolun diğer tarafındaydı ve bir an önce oraya ulaşmazsa bir kadın kendini hayattan koparacak, bir daha asla geri dönmeyecekti! Ağabeyi gibi...
Yine ayağa kalkıp, gözlerini açtı Reyhan. Dizlerine kadar suya girerken, ağlamaya başladı. İlk kez ölmek için bu kadar ileri gitmiş, ilk kez bu kararı ciddi anlamda vermişti. Yapmalısın diyordu ki içindeki ses... Sakın geri dönme Reyhan.
Allah'ım...
Durdu olduğu yerde. Kalbi git dese de mantığı hayır diye bağırırken, adım atamadı. Bugün ilaçlarını almıştı. Almıştı değil mi? Demet Hanım gayet iyisin demişti... Evet öyle demişti. Peki neden buraya gelmişti?
"Mutlu olmaya senin de hakkın var Reyhan."
"Adını Fırat koyduk."
"Senin de bir ailen, yuvan, çocukların olur..."
Kerime'nin sözleri yankılanıyordu zihninde. Canını acıtan sözleri... Kerem geldi aklına hemen sonra.
"Nefes al Reyhan Teyze. İnsan nefes almazsa ölür."
Nefes al Reyhan!
Bir adım daha attı. Neden cesareti kırılmıştı? Neden daha hızlı gidemiyordu? Oysa çok emindi buraya gelirken. Fırat'a kavuşacağı için mutluydu. Ve bir ses duydu. Fatoş'un sesi geliyordu.
"Reyyyyaannn!"
Sağa sola bakındı ama onu göremedi. Göremezdi! Kalbindeydi Fatoş. Yaşadığı her an yanındaydı. İşte bu yüzden yapamıyordu.
Yapamazdı!
Adımları ağır ağır geri giderken, korkaklığına, acizliğine, çaresizliğine kızdı. Buraya geldiği ve Fatoş'u düşünmediği için kendisine daha çok kızdı. Ayakları suyun içinden çıkana kadar, denizden yaşlı gözlerini almadan geri geri gitti.
Bir kaç adım ötesinde, onu izleyen ve olduğu yerde taş kesilmiş bir halde duran, nefes almaya çalışan genç adamın farkında değildi. Adam ona bakıyor, o adama bakmıyordu. Gözlerini yere devirmiş, ürkek adımları ile ona yaklaşırken, adamın yüzündeki acı dolu ifadeyi, onun için ne kadar korktuğunu belli eden bakışlarını, buraya zamanında ulaşmak için harcadığı insan üstü gücü görmüyordu Reyhan. Çünkü o görünmez olmaya alışmıştı...
Onu izliyordu Tarık... Gözlerini kırpmadan, bakışlarını onun yüzünden ayırmadan izliyordu. Göğsünü arda arda, tıpkı hızlı koşan bir at gibi tekmeleyen kalbi sanki boğazında atıyor, nefesini tıkıyordu. Çok yakınındaydı genç kadın. Elini uzatsa ona dokunacak kadar yakındı. Dalgalanan uzun saçlarının uçları kolunu okşayıp geçerken, sanki bir filmin ağır çekimi gibiydi bu an. Adımları yavaştı kızın... Gözleri, yüzü, dudakları...
Böylesi güzel ve genç bir hanım neden ölmek istemişti ki? Neden hayattan umudunu kesmişti? Ve nasıl son anda vazgeçmişti? Reyhan yanından uzaklaşırken, genç kızın yerde duran çantasını ve ceketini fark etti Tarık. Onun hala kendine gelemediğinden o kadar emindi ki, yere eğilip, eşyalarını aldı ve hızlı iki adımla ona ulaşıp, onları uzattı.
Aldı Reyhan. Alırken yine yüzüne bakmadı. Yavaş adımlarla, arabasını park ettiği yola doğru yürürken, arkasından onu izleyen adamı ne gördü ne de hissetti. Görmüş olsaydı, onun için gelmiş olduğunu anlardı. Onun hayatını kurtarmak için, burada olduğunu görebilirdi.
Tarık o arabasına binene kadar, olduğu yerden hiç kımıldamadan onu izledi. Araba gözden kaybolunca, kumun üstüne oturup, kollarını dizlerine dayayarak yine denize daldı. Bir kaç dakika sonra yanına gelen Doğan da onun gibi oturdu.
"Bak dedim sana." dedi genç adam gülerek.
"Kadının amacı intihar değilmiş. Boşuna kendini yordun."
Ona cevap vermeden, ifadesiz ve soğuk bakışlarıyla denizi izlemeye devam ediyordu arkadaşı.
"Güzel kadındı ama... Arabaya binerken gördüm."
Yine suskundu Tarık.
"Seni gördü sanırım."
"Görmedi..."diyerek sıkıntılı bir iç çekti Tarık. Alçak sesini yorgun olmasına bağladı Doğan. Oysa sebebi yorgunluk değil, az önce hissettiği korkuydu.
Tarık Kıraç hiç bir şeyden korkmazdı oysa... Allah'tan başka hiç bir şey onu korkutamazdı.
"Yanından geçti nasıl görmedi?" Ona inanmadı Doğan.
"Yapamadı Doğan..."
"Neyi yapamadı?"
"Ölmek istemedi."
"İntihar etmek istediğini nereden biliyorsun?"
Tarık bakışlarını denizden uzaklaştırıp, önündeki kumlara başını devirince, parlayan metali fark etti. Hafifçe eğilip, onu eline aldı. Bir yüzüktü bu... Bir alyans.
Doğan arkadaşının elindeki yüzüğe bakıyordu.
"Onun mu sence?"
"Evet öyle gibi..."
Yüzüğü parmaklarının arasında usul usul çevirince, iç kısmına kaydı bakışları. Orada yazan ismi sessizce okudu.
Fırat
"Kocasından mı ayrıldı ki?" dedi Doğan.
Yüzüğü düşürmüş olabileceğini düşünüyordu Tarık. Ve hala bakışları ismin üzerindeydi. "Yapamadı..." dedi yine alçak bir sesle. "Bir insan intihar etmekten son anda vazgeçebiliyorsa, yaşamak ve mutlu olmak için hala umudu vardır Doğan. Onu ancak bu umut engelleyebilir."
"Nereden biliyorsun?"
"Biliyorum çünkü ağabeyim bunu bir kez denedi ve bir daha asla geri dönmedi." Yine acısı yüzüne yansıdı Tarık'ın.
"O yüzüğü ne yapacaksın?"
Tarık yüzüğün sağ avucunun içine alıp, avucunu kapattı ve yine denize bakıyordu.
"Bilmiyorum... Belki ona veririm."
"Onu bir daha nerede göreceksin? Kim olduğunu, nerede yaşadığını bilmiyoruz."
"Buraya geleceğini de bilmiyordum. Başka bir tesadüf daha olamaz mı?"
***