7. Bölüm

1076 Kelimeler
 Doymak bilmeyen insanlarız biz. Tamamen açlığın pençesine düşmüş insanlar. Kimimiz sokakta aç gezerken kimimiz sıcacık evinde aç.      En zoru da bu sanırım. Her şeyinin tam olduğunu bildiğin halde içinde bir yerlerin açlık hissetmesi. O açlık hissi öyle hükmediyor ki beynimize çoğu zaman sadece doyum hissine ulaşmak için yaşıyoruz.     Mesela bir evimiz, arabamız ve daha güzeli bir ailemiz var. Ama biz daha çok para kazanacağımız bir işe açız ya da daha büyük bir eve.    Maddi açlıklarda doyuma ulaşmak kolaydır belki. Zaman kaybedersin biraz ama ulaşırsın. Asıl sorun duygusal açlıklarda.    Aşka aç olan insanlar var. Karşısına çıkan herkesi hayatının aşkı olarak adlandıranlar hani.    Sonra… Sevgiye aç olanlar var. Kimi sevse yetmeyen ne kadar sevilse az gelenler.    Ama en kötüsü güvene olan açlık. Bunu doyuracak hiçbir şey bulamazsınız işte. Eğer size bu duyguyu verebilecek kişiler elinizde değilse, güvene doymak yerine sadece farklı duygularla bunu geçiştirmeye çalışırsınız.    Şirketin yanındaki kafeye girerken fark ediyorum da çocukluğumdan sonra güven duygusunun tadına tekrar varırsam açlığım hiç bitmeyecek. O yüzden kolay olanı seçip kimseyi güvenmemeyi tercih ediyorum.    Hani adını bilmediğiniz başkalarının bayıldığı ama sizin tatmaya yanaşmadığınız meyveler vardır. Tadının mükemmel olduğunu kokusundan hissedersiniz ama yine de yanaşamazsınız öyle bir şey bu.    Kahvemi alıp ortalardan bir masaya geçiyorum. Cam kenarları izleyip gülümseyebileceğim bir manzara içermiyorsa tercih ettiğim yerler olmazlar genelde. O yüzden montumu çıkarıp sandalyeye asarken kafeye giren insanlara bakıyorum. Sadece beş dakika sonra Kerem de kapıdan içeri girince: -İşte şimdi tam olduk. Diye fısıldıyorum içimden.    Şirketten birkaç arkadaş var yanında henüz isimlerini öğrenemediğim. Gözlerimi masaya dikip onları görmemiş gibi davranmaya çalışıyorum. Tabi bu yaptığım sadece birkaç saniye işe yarıyor. -İstersen kafanı da masanın altına sok. Belki bu taktiğinden daha çok işe yarar. Diyor Kerem sandalyeyi çekip masaya otururken. -Oturabilirsin demedim farkındaysan. -E bende oturabilir miyim diye sormamıştım zaten. İyi oldu kendini yormadığın. Diyor artık alıştığım alaycı gülüşüyle. Öfke yine bütün hücrelerime nüfus ederken sessiz kalıp derin nefesler almayı tercih ediyorum. -Ona kadar say. O zaman daha çok işe yarıyor. Böyle lokum gibi insan oluyorsun. Diyor yüzüme bakıp gülmeye devam ederken. -Bayılıyorsun değil mi? dememe kalmadan: -Ben bayılmam. Diyor. -Beni deli ediyorsun. Cidden. Diyorum öfkelendiğimi fark etmesini isteyerek. -Sen zaten delisin. Hem kendi kendine konuşuyorsun o da yetmiyor kedilerle konuşuyorsun. Diyor yapay bir ciddiyetle.    İki gün önceki olayı hatırlatmasa ölür değil mi?  zaten cevap da veremiyorum bu konuda. Bütün dalgalarını çekiyoruz paşamızın. -Bak yoldan geçerken bir tırın altına iterim seni. Sonra da aa önüne bakmıyormuş derim. Diyorum. -Patrona ne acı tehditler bunlar? Hiç yakışıyor mu sizin gibi bir avukata. Deyip masaya yayılıyor biraz daha.    Sabrımın sonuna doğru geldiğimi hissettiğimden eşyalarımı toplayıp masadan kalkmaya hazırlanıyorum. Kerem kolumdan tutunca şaşkınca ona bakıyorum. O da şaşırıyor ki hemen çekiyor elini. Kısa bir duraksamadan sonra alaycı yüz ifadesinin yüzüne yayıldığını hissediyorum tekrar. -Hesabı ben ödeyeyim diye yapıyorsun değil mi? çok fenasın. -Bilmem farkında mısın fişle alıyoruz kahveleri. Gerçekten bu zekâyla nasıl patron olacaksın merak ediyorum. Kafeden çıkarken oda benim peşime takılıyor. Hızlı adımlarla yürürken: -Hayır, her zaman bu kadar sinirli olmasan diyeceğim ki kadınsal mevzular ama sen hep gergisin hep sinirli. Yani vücudundaki gerilimden koca bir ülke elektrik üretecek neredeyse. Deyince öfkeyle dönüyorum ona.    Caddenin ortasında birbirimize bakıyoruz öyle. Ne Kerem konuşuyor ne de ben. Biraz önce patlayacak olan öfkemin sis halinde benden uzaklaştığını hissediyorum. Arkasından yetişmem gerektiğinin farkındayım ama kıpırdamak da istemiyorum yerimden. Zümrüt yeşili gözleri yüzümü inceleyip gözlerimi kucaklarken çekemiyorum gözlerimi ondan. Saniyeler belki dakikalar geçiyor üstümüzden ama ikimizde kıpırdamak adına bir şey yapmıyoruz.     Beynim tekrar çalışır duruma geldiğimde ilk yaptığım kafamı önüme çevirmek oluyor. Öfkeli değilim ama garip bir gerginliğin olduğunu da hissediyorum üzerimde. Montumu üzerimde çekiştirip yürümeye devam ediyorum. -Bak karda yağacak. Gevşe biraz. Diyor sesindeki garip bir tınıyla. O da durumun garip olduğunun en az benim kadar farkında tek sorun o kolay toparlanırken ben daha çok dağılıyorum. Bu yüzden de en kolay yol olan öfkenin arkasına sığınmayı tercih ediyorum. -Yağsın bana ne. Diyorum sadece. -Sevmez misin sen kar? -Sevmem. Oldu mu? Diye tekrar dönüyorum ve özellikle gözlerine bakmaktan kaçınıyorum. -İlginçmiş. Diyor sadece mırıldanarak.    Şirkete girmeden hemen önce havaya bakıyorum. Haklı Kerem kar yağdı yağacak. Senenin ilk karı İstanbul’da. İçim garip bir duyguyla dolunca yüzümdeki gülümsemeyi yok ediyorum hemen. Kerem, Ahmet Bey ile konuşmak için yanımdan ayrılınca düşünmeye zaman buluyorum odaya geçip.     Aklım bundan iki yıl öncesine kayıyor usulca. Kapanan kapı sesinden aslında uyku saatimin geldiğini anlıyorum ama bedenim reddediyor uyumayı. Odamın camına yaslanıp gecenin karanlığına rağmen bembeyaz bir örtü gibi yeri kaplayan kara bakıyorum. Ne zaman kartopu oynamıştım en son? On iki yaşındayken mi? evet. Hatta öfkeyle eve sokulmuştum. Bu dünyada soğuktan başka bir şey getirmeyen kardan daha önemli şeyler varmış bu evdekilere göre. O zaman bilmiyordum ama sonra öğrendim. Karın aslında havayı soğutmak için değil de o çok soğuk olan havayı biraz olsun nemlendirmek için yağdığını. Tabi ki söyleyemedim bunu kimseye.    Yine aynı gecenin ilerleyen saatleri dans ediyor ben şirketin camından dışarıyı izlerken. Yatağıma yatmak istemiyorum o gece. Çünkü biliyorum ki uyuyamayacağım. Yaptığım, yapmadığım hatta yapacak olduğum bütün delilikler dolacak yine beynime ve koca bir meydan savaşının fitilini ateşleyecekler. Bir taraf: -Kendine gel nasıl bir oyuna hazırlanıyorsun? Derken, diğer taraf: -Masanın üstündeki fotoğrafı görüyor musun? Diyecek.    Bu düşünceyle masanın üstündeki fotoğrafa baktığımı hatırlıyorum hayal meyal. Babamın sahil güvenlikten çekmesini rica ettiği fotoğraf karesi gayet netken, o anının zihnimde bulutların arkasında kalmasını çok garipsemiştim o zaman.    Babamla ben kumdan kale yaparken annem saçıma öpücük kondurmaya çalışmakla meşguldü. Mutluyduk o zaman işte. Şimdiki halimin aksine gözlerim ışıl ışıldı. Şimdi neden mutlu değildim o zaman?    Doğru ya babam yoktu annem var bile sayılmazdı. Yanlış soru Zeynep diye fısıldıyorum kendi kendime iki yıl öncenin karı altında. Vicdanım ise çoktan köşesine çekilip kapılarını kapatmıştı bana.    Şaşırmamıştım. Hep yapardı çünkü bunu. Ben ne zaman ikilemde kalsam vicdanım kendini kapıların arkasına kilitlerdi. Sessizliğiyle cezalandırırdı beni ki “ Sen ne zaman böyle bir insan oldun?” sorusunu kendime sorayım diye.    Ama sormazdım. İnatçıydım çünkü. Vicdanım bana elini uzatmadıkça beynimin beni fotoğrafa yönlendiren kısmına sarılacaktım.    Uyuyamayacağımı bilerek kitaplığımdaki ki kitabın kaldığım sayfasını açıyorum. Ve sanki odada başkaları da varmış gibi karşıma gelen ilk sayfayı seslice okuyorum iki yıl öncenin karı altında. Şöyle diyor Şamil Akay yazısında:    “Olmuyor değil mi? Sana acı veren hiçbir şeyi bir kenara bırakamıyorsun. Uyumak için vücudundaki tüm hücrelere baskı uyguluyorsun. Çünkü uyuyunca geçeceğini umuyorsun. Ama uyuyunca geçene değil uyutmayana deniyor acı.”    Kitabı kapatıp hırsla yatağa fırlattığımı hatırlıyorum şimdi net bir şekilde. Elimi öfkeyle yumruk yapıp tırnaklarımı etime geçiriyorum. Öfke tüm hücrelerimi harekete geçirirken, Sayer Holding de yağmak üzere olan karı izleyen Zeynep ile anılarımdaki Zeynep aynı anda ikimizin de bildiği soruyu fısıldıyor: -Mutluluğunu elinden kim aldı?
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE