Hayatınızın dönüm noktası olduğuna inandığınız anlar vardır. Bir kaza, bir karşılaşma ya da bir dokunuş…
Ne zaman, nerede olacağına karar veremezsiniz. Hatta o anın dönüm noktası olduğunun bile farkında değilsinizdir. Çünkü beyninizin sizi yönettiğini düşünürsünüz.
Ama o andan sonra içinizde yönetim el değiştirir. Nasıl olur? Kalp insanı nasıl yönetir demeyin. Çünkü o an gelince çekilmeyi tercih eden beynimiz olur. Usulca çeker hâkimiyetini üzerimizden. Yerini kalbe bırakırken de bir an bile tereddüt etmez. Ama ihtiyaç duyacağımız her an da yanımızda olduğunu belli eder.
Asıl mesele bundan sonra başlar işte. Kalbin acemiliğinin can yaktığı zamanlara aldırış etmeyiz başta. Kırılır, parçalara ayrılır ama tekrar toparlarız. Doğru kişileri hayatımıza almayı, birilerine değer vermeyi zamanla öğreniriz.
Bunların hepsini kalbiniz yerindeyken yapabilirsiniz. Kalbiniz başka biri için atmaya başlamışsa eğer yapabileceğiz tek şey başka bir kalbin size nasıl hükmettiğini izlemektir.
Ahmet Bey’in odasında kahvemi içerken kontrolün hala beynimde olduğunu bilmek içimi bir galibiyet duygusuyla dolduruyor sanki. İçimde bir yerler bunu zayıflık olarak görüyor çünkü. Ne kadar acımasız olduğunu bilsem içimdeki o sese uymaktan da alamıyorum kendimi.
-Dört haftalık bir süre için oldukça iyi çalıştığınızı söyleyebilirim Zeynep Hanım. Diyor Ahmet Bey ve düşüncelerimden hızla uzaklaşıyorum.
-Teşekkür ederim. Eğer sizi memnun edecek bir tempoda çalışıyorsam bu beni çok mutlu eder. Diyorum kahveyi masaya bırakırken.
-Ama tabi ki daha iyilerini yapabileceğinizden şüphem yok. Diyor.
Sesindeki beklenti beni şaşırtsa da zihnimi vereceğim cevaba odaklıyorum.
-Elimden gelenin fazlasını yapmaya çalışacağımdan emin olabilirsiniz.
-Benim de teşekkür etmek istediğim bir konu var aslında. Diyor Ahmet Bey ve ben kaşlarımı kaldırarak devam etmesini bekliyorum. Beni çok bekletmeden de devam ediyor konuşmasına.
-Kerem uzun zaman sonra ilk kez düzenli bir şekilde çalışıyor. Bunun beni ne kadar mutlu ettiğini bilemezsiniz. Deyince:
-Ben onu zorlamıyorum. Diyorum hemen.
Zihnime Kerem’in bana patronun kendisi olduğunu hatırlatan kavgamız üşüşürken, kendimi yarım yamalak bir kırgınlıkla baş etmeye çalışırken buluyorum.
-Biliyorum. Kerem zorlanarak çalışacak bir insan değil. Ben istediğim kadar tehdit edeyim onu istemezse bu şirketin semtine bile uğramaz. Diyor küçük bir gülümsemeyle.
Kerem’in babasının adı geçince gözlerindeki ifade gözümün önüne düşüyor bu sefer. Adını koyamadığım bir duygu o. Ne desem eksik kalıyor sanki. Ama Ahmet Bey’in gözlerindeki ifade net: sevgi, şefkat hatta sesindeki tını onunla gurur duyduğunu bile gösteriyor.
-E neden çalışıyor o zaman? Diye soruyorum.
-Çünkü size karşı sorumlu hissediyor kendini.
-Nasıl yani? Diyorum söylediği cümleden çıkarım yapmaya çalışırken.
-Bakın Kerem ne kadar az çalışsa da şirketle ilgili bütün kararları ortak veririz. Ve bu kararların arasında sizin şirket avukatı olup olmayacağınız da var.
Kısmen beni şirketin avukatı konumuna getirecek olan kişinin Kerem olmasından mı bahsediyor?
Hani Kerem’in de bana söylediği gibi.
-Anlıyorum. Diyebiliyorum sadece.
-Ama içimden bir ses Kerem’in sizin çalışmanızdan memnun kalacağını söylüyor. Onun da böyle bir düşüncesi olmasa asla saat sekiz buçukta şirkette olmaz. Diyor gözlerinin içine yayılan bir gülümsemeyle.
-Belki eski dosyaları inceleme fırsatı bulursam hangi şirkete hangi tavrı takınmamız gerektiğine daha rahat karar verebilirim. Böylelikle daha memnun edebilirim sizi ve Kerem Bey’i. Diyorum sesimin olabildiğince sakin çıkmasını sağlayarak.
-Bence bunun için biraz daha zamana ihtiyacınız var Zeynep Hanım. Zaten doğru zaman gelince arşivin anahtarını bizzat kendim veririm size. Diyor.
Bu konuyu uzatmadan gülümsüyorum sadece. Ahmet Bey’in bu söylediği saklayacak bir şeyim yok der gibi bağırsa da o sese kulaklarımı tıkıyorum.
Çünkü benim içimde bunun aksini fısıldayan bir ses var. O fısıltıyı dinlemek daha kolay benim için. En başından beri doğru olanı yaptığıma inandırmak istiyorum kendimi. Bunun için o fısıltıya ihtiyacım var benim.
Bu işin sonuna geldiğim de bana kapattığı kapılar arkasında kendini güçlendirmiş olarak karşıma dikilecek vicdanıma, ben doğru olanı yaptım demek için ihtiyacım var.
Her şeyden önce benim yeniden hissedebilmem için bu fısıltıya ihtiyacım var. Belki de bu yüzden hala masum olduğuna inandığım çok küçük bir parçam can simiti gibi tutunuyor o fısıltıya.
Odadan çıkmak için toparlandığımda gözüm büyük camdan dışarıya kayıyor. Benden kontrolsüz bir şekilde yüzümde oluşan gülümseme Ahmet Bey’in de dikkatini çekmiş olmalı ki:
-Çok mu seversiniz karı? Diyor.
Kafamı sallamakla yetiniyorum sorusuna.
-İsterseniz şirketin çatısına çıkın. Soğuktur ama izlemesi en zevkli yer orasıdır. Deyince şaşkın bakışlarımı yere eğip çıkıyorum odadan.
Merdivenlere yönelip çatıyı bulmak için basamakları çıkmaya başlıyorum. Merdivenlerin giderek daraldığı ve odaların bittiği kısımda ne büyük ne de küçük diyebileceğim bir kapı çıkıyor karşıma.
Anladığım kadarıyla çalışma saatleri içinde sürgüyle kilitlenen kapıda, gece koruması içinde başka bir anahtar yeri görüyorum. Sürgüyü biraz zorlanarak açtıktan sonra çatıya çıkıyorum. Geniş değil kesinlikle, İstanbul’un yarısı ayaklarınızın altında hiç değil. Ama garip bir şekilde hep burada kalmak gibi delice bir istek geçiyor içinizden.
Kafamı kaldırıp yağan karın yüzümü okşamasına izin veriyorum. Soğuğun en sevdiğim hali işte diyorum kendi kendime.
-Üşüyeceksin burada. Diyen sesle arkamı dönüyorum hemen zaten bildiğim sesin sahibine dönmek için.
-Sen beni takip ediyor olabilir misin acaba? Diye soruyorum ilk kez Kerem’i gördüğüme öfkelenmeyerek.
-Montunu da almamışsın. Diyor soruma cevap vermek yerine.
Omzumu silkmekle yetiniyorum sadece.
-Ceketimi vereyim diye yapıyorsun değil mi? diyor gülmeye çalışarak.
Kendimi tutma gereksinimi duymadan gülüyorum bu söylediğine. Yanıma yaklaşıp ceketini çıkarmaya yeltenince.
-Hayır Kerem. İstemiyorum. Diyorum net bir sesle.
Kerem vazgeçip kafasını sallıyor bana teslim olmuş bir ifadeyle. Sessiz kalıp cevap vermeyebilirim en kolay yaptığım şey bu hatta. Ama susmayı kısa süreliğine rafa kaldırıyorum.
-İnsan kaç kez bu kadar güzel yağan bir karın altında ıslanabilir ki? Diyorum. Kafamı tekrar gökyüzüne kaldırarak.
Bu sefer Kerem’ de kafasını kaldırıyor benim gibi.
-Karı sevmediğini söylemiştin. Diyor gözümün içine bakarak.
Cevap vermek istiyorum hem de deli gibi ama önce Kerem’in zümrüt yeşili gözlerinden uzaklaşmalıyım. Öyle de yapıyorum. Kendimi hızla toplayıp:
-Herkesin her söylediğine inanır mısın? Dememe kalmadan:
-İnanmak istiyorum. Diyor hızla.
Kendime zaman tanımak için kenardaki yüksek duvara oturuyorum. Üzerinde henüz birikmeye başlayan karı temizleyerek. Kerem’de yanıma oturunca ilk olarak saçıma bakıyor dikkatlice.
-Ne bakıyorsun sen saçıma?
-Yaşlanınca bile güzel olacaksın. Malum ne demişler yiğidi öldür hakkını yeme. Diyor yarım yamalak bir kahkahayla.
-Sende yaşlanınca bile sinir bozucu olacaksın. Diyorum.
Gülümsemesi yüzüne yayılırken:
-Senin yüzünden erkenden yaşlanacağım zaten. Diyor.
-Asıl ben senin yüzünden yaşlanıyorum. Bak gözlerimin kenarlarına yakında çizik çizik olacaklar.
-Hani bakayım. Deyip gözlerini gözümün kenarına dikiyor.
Ya sabır der gibi içimi çekiyorum.
-Yok ya o kadar da değil. Bir elin parmağını geçmez ya da iki elin bilemiyorum üçte olabilir. Diyor tepkimi ölçmek için yüzüme bakarken.
-Ne dedin sen? Diyorum şaşkınlıkla gözlerimi büyütürken.
-Sakin ol sinirlenme hemen. Şaka yapıyorum.
Bu sefer sinir bozucu tavrını uzatmadan susuyor. Sessizliğin bizi kuşatmasına izin verip bende ona herhangi bir sataşmada bulunmuyorum. Elimi açıp yavaş yavaş yağan karın aynı yavaşlıkla eriyişini izliyorum.
-Her kar tanesini bir meleğin indirdiğini biliyor muydun? Diye soruyorum Kerem’e dönüp.
Önce elime sonra yüzüme bakıp tekrar önüne dönüyor.
-Her meleğin bir kar tanesi indirdiğini bilmiyordum ama kar tanelerinin yeryüzüne melek indirdiğine eminim. Diyor yüzüme bakmadan.
Bende önüme dönüp tekrar susuyorum. Sana diyor diyen iç sesime sarılmak istiyorum deli gibi nedenini bilmeden. Kısa bir zaman sonra Kerem’e döndüğümde onu beni izlerken görüyorum.
-Ne oldu? Neden öyle bakıyorsun bana? Diyorum huysuzlanarak.
- Bir şey düşünüyorum.
-Ne düşünüyorsun?
Kerem biraz duraksayıp cevap veriyor:
-Aslında kendime bir şey soruyorum desem daha doğru olur.
- Sende kendi kendine konuşuyorsun yani. Bu delilik bulaşıcı sanırım. Diyorum gülerek.
Kerem cevap vermeden yüzüme bakmaya devam edince tutamıyorum çenemi:
-Allah aşkına Kerem bana bakıp ne soruyorsun kendine sen?
Kerem içten bir gülümseme gönderiyor önce bana. Derin bir nefes alıp zor duyabildiğim bir sesle konuşuyor.
-Sadece sana bakmak bile bu kadar iyi hissettiriyorsa. Kim bilir sana dokunmak nasıl hissettirir?