Welat işini halledip restorana geçmiş, karısını almak için İhsan’ı göndermişti.
“Gel yenge, böyle gideceğiz,” diyen İhsan’la yan yana yürürken, Ewin ayağındaki topuklu ayakkabının azizliğine uğrayıp sendelemişti.
Böyle şeylere alışık olmadığı belliydi.
İhsan hemen müdahale etmişti:
“Bana tutun istersen yenge, gel koluma gir. Düşüp bir yerini kırma sonra…”
“Olur kardeşim,” diyerek koluna girmişti Ewin.
İhsan’ın kolunda, kocasının olduğu masaya doğru yürürlerken, masadakilerden biri fısıltıyla,
“Bu İhsan’ın karısı mı? Neden kimseyle tanıştırmadın?” diye sormuş, ardından gülerek eklemişti:
“Şimdi daha iyi anlıyorum nedenini…”
Söylenenleri duymasa da hissetmişti Ewin. Başını kaldırıp kocasına baktığında, Welat karşısında adeta Barbie bebek gibi duran karısını görünce önce büyülenmişti… ama İhsan’ın kolunda oluşu sinirini de tepeden tırnağa zıplatmıştı.
“İhsan’ın değil, benim karım,” diyerek ayağa kalkmış, elini uzatıp Ewin’in elini tutmuştu.
Ama öyle bir tutmuştu ki, neredeyse elini kıracak gibiydi.
Ewin ne olduğunu anlayamadan masadakilerle tanışmış, sonra geçip kocasının yanına oturmuştu.
Kadınlar tek tek masaya oturdukça Ewin çevresine bakmış, içerideki kadınların hepsine bakımlı ve iddialı bulmuştu.
Kendi kendine “Eğer bu kadınlarsa, biz neyiz?” diye geçirmişti içinden.
Elbette onların hayatı farklıydı, bu normaldi.
Ama normal olmayan şey…
O kadınların, kocasının ağzının içine düşüyor gibi davranmalarıydı.
Ewin, bütün gece kendini yemişti.
Yemekler yenmiş, müzik başlamış, sohbet derinleşmişti ama masadaki kadınların bakışları, sözleri, iğnelemeleri onu yormuştu.
“Ben bir lavaboya gideyim,” demişti sonunda.
“Ben de eşlik edeyim,” diyen kocasına,
“Gerek yok, garsona sorarım,” diyerek gitmişti.
Çünkü biraz daha o masada kalırsa, birinin ağzını burnunu dağıtabilirdi.
Lavabodan çıkıp masaya dönerken gözleri, az ilerde Welat’la kahkahalar atarak sohbet eden kadına takılmıştı.
Gecenin başından beri surat asan kocası, şimdi gayet neşeliydi.
O kadar öfkelenmişti ki hiçbir şey söylemeden çıkış kapısına yönelmiş, dışarda duran taksiye atlayıp soluğu sahilde almıştı.
Welat, uzun süre dönmeyen karısını merak edip lavaboya gitmiş, ancak garsondan “Eşiniz biraz önce çıktı, taksiye binip gitti,” yanıtını almıştı.
Hemen cebinden telefonunu çıkarıp defalarca aramıştı.
Ama Ewin, açmaya niyetli bile değildi.
Masadakilere kısaca veda edip doğruca eve geçmişti… ama evde de yoktu.
Aklıyla oynuyordu artık bu kadın.
“Sora sora Bağdat bulunur” derler ya…
O da Ewin’i sora sora bulmuştu.
Kapıyı açtığında karşısında ağlamaktan makyajı akmış bir kadın duruyordu.
Welat, onu sağ salim karşısında gördüğüne şükretmişti içinden… ama ağzı başka, içi başka söylüyordu.
“Şu an neredesin sen? Saate baktın mı? Bana haber vermeden nasıl çıkar gidersin? Ne yaptığını sanıyorsun sen ha? Söylesene derdin ne?” diye bağırmıştı.
“Hiçbir derdim yok benim, Welat Ağa. Derdin olan sensin belli ki,” demişti Ewin.
“O kadar önemli toplantının ortasında nasıl kalkıp gidersin? Beni ne duruma düşürdüğünün farkında mısın? Senin yüzünden toplantıyı yarıda bırakmak zorunda kaldım!”
“Gelmeseydin. Sana gel demedim, sana haber bile vermedim. Çünkü umurunda bile değildim! Bütün gece bana surat astın, sebebini bilmeden… Ama o kadınla dip dibe kahkahalar atarak sohbet ettin. İşte bunu hazmedemedim,” demişti Ewin.
“Saçmalama Ewin, gereksiz kıskançlık yapıyorsun,” demişti Welat sinirle.
“Öyle mi? O zaman bundan sonra senin kapının önüne bile çıkmam. Kıskanacak bir şey de kalmaz,” diyerek odasına girmişti genç kadın.
Topuklu ayakkabılarını fırlatmıştı bir köşeye.
Üzerindeki elbiseyi parçalar gibi çıkarıp yere atmıştı.
Bir daha böyle şeyler giymesine gerek kalmayacaktı zaten.
Belki de baştan hataydı buraya gelmek…
Sinirle böyle düşünüyordu ama aslında… kırılmıştı.
Duşa girip çıktıktan sonra bornozuyla yatağa girmiş, battaniyeyi başına kadar çekmişti.
Welat’ın anlamsız kıskançlığı ona, Ewin’in öfkesi de Welat’a geceyi zehir etmişti.
Odaya geldiğinde karısının yatakta olduğunu görmüş, usulca yanına uzanmıştı.
Belki ileri gitmişti, ama kıskanmıştı…
Başkasının kolunda görmek, onun başkasının karısı sanılması… delirtmişti Welat’ı.
“Güzelim… özür dilerim. Niyetim seni kırmak değildi. Ama seni İhsan’ın kolunda görünce… kıskandım. Hele o masada, seni onun karısı sandıklarında… delirdim resmen. Çünkü sen bana aitsin. Benimsin,” demişti yavaşça.
“O kadınla ilgiliyse mesele, bil ki onlar senin tırnağın bile olamaz. Benim gözüm senden başkasını zaten görmez, sen bunu en iyi bilensin…”
Ama Ewin taş gibiydi. Hiçbir şey söylememişti.
Welat onun uyanık olduğunu biliyordu.
Onu kendine nasıl getireceğini de çok iyi biliyordu…
Açıkta kalan bacağına dokundu önce, parmak uçlarıyla yukarı doğru çizgiler çizdi.
Kasıklarının orada biraz oyalanınca, genç kadın hissettiklerinden neredeyse nefessiz kalmıştı.
“Çeker misin elini… rahatsız oluyorum,” deyip sırtını dönmüştü Ewin.
“Bak sen… Demek rahatsız oluyorsun ha?
O zaman sana rahatsız olmak neymiş göstereyim,” diyerek bir anda kucakladığı gibi yatakta çevirmişti onu.
“Bırakır mısın beni? İstemiyorum diyorum, Welat Ağa! Anlamıyor musun?”
“Sen şimdi gör… bakalım gerçekten istemiyor musun, yoksa Welat, Welat diye yalvaracak mısın?” demişti.
Çoktan soyunmaya başlamıştı bile…
Hayır, ikisi de birbirine deli gibi aşıktı.
Ama birbirlerini sınamaktan da, inatlarından da…
bir türlü vazgeçemiyorlardı..