🦋 “ BEN GİDERİM “ 🦋

2100 Kelimeler
📖 7. BÖLÜM – “BEN GİDERİM” O akşam evin içi sessizdi ama bu sessizlik huzurdan değil, gerilimden geliyordu. Nehir okuldan eve girer girmez yengesinin yüzündeki öfkeyi gördü. Kadın, bileziklerin kutusunu masanın üzerine koymuş, saçları dağılmış, nefes nefese bağırıyordu: “Altınlarım yok! Kim aldı bunları?!” Dayı hemen yanına geldi, hem şaşkın hem telaşlıydı. “Nasıl yok? Sabah buradaydı.” dedi. Yenge bir anda başını çevirip Nehir’e baktı. Bu bakışta şüphe değil, doğrudan suç vardı. “Bu evde yabancı kim var? Kim? Elbette bu kız!” Nehir’in içi buz kesti. Kalbi öyle hızlı atmaya başladı ki sanki göğsünden fırlayacak gibiydi. “Ben almadım…” diyebildi kısık bir sesle. Ama yengenin onu dinlemeye niyeti yoktu. “Ben ya da o! Bu evde ikimiz olmayacağız!” diye bağırdı. Sözleri havada asılı kaldı. Dayı olduğu yerde dondu. Nehir’in boğazı düğümlendi, sesi titredi: “Dayı, ben…” Tam o sırada dayı, masanın üzerindeki kutuya tekrar baktı. Elini uzatıp yatağın altına doğru eğildi. Göz ucuyla bir şeyin parladığını gördü. Altınlar oradaydı. Tozlu bir köşeye kaymış, kutudan düşmüştü. Çantayı eline alınca derin bir nefes verdi, omuzları bir anda indi. “Nermin! Buradalar işte!” diye seslendi. “Bak, Nehir hiçbir şey almamış.” Yenge suratını astı ama geri adım atmadı; sanki altınların bulunmasına bile kızgındı. “Bulunduysa bulundu.” dedi keskin bir sesle. “Ben yine de bu kızla aynı çatı altında durmam. Ben ya da o!” Dayının sesi iyice kırıldı: “Nermin, bu çok ağır bir söz…” Nehir onları izlerken içi daha da acıdı. Bir evde, bir çocuk için en ağır şey, yetişkinlerin onun üzerinden birbirine düşmesiydi. Kalbinde, kimsenin görmediği kocaman bir suçluluk yumağı büyüdü; oysa ortada suçlanacak biri varsa o değildi. Dayı, yengeye karşı çıkacak gibi oldu, dudakları kıpırdadı, nefes aldı… O an Nehir kendi adımını attı. Sesi inceydi ama söylediği sözler netti: “Dayı… kavga etmeyin. Boşanmayın. Ne olur benim yüzümden tartışmayın.” Dayı şaşkınlıkla ona baktı. Bir an, onu ilk kez çocuk değil de büyümüş biri gibi gördü. “Nehir, sen hiçbir şey yapmadın. Gitmek zorunda değilsin.” dedi. Nehir hafifçe gülümsedi. Bu gülüş, sevinçten değil; kırılmış ama ayakta durmaya çalışan bir gururun gülüşüydü. “Ben giderim.” dedi. “Belki de bu ev hiç benim olmadı.” Dayı susuyordu. Yenge, içten içe rahatlamış gibiydi; yüzündeki ifade istemese de ele veriyordu bunu. O gece hiç kimse ona “Git.” demedi. Ama Nehir, kalbine dökülen her bakıştan, her suskunluktan ne yapması gerektiğini anlamıştı. Sessizce odasına gitti. Dolabın kapağını açtı, valizini çıkardı. Odada yankılanan tek ses, fermuarın sesiydi. Bir çocuğun valizi gibi görünüyordu ama içine doldurdukları, bir çocuğun değil, bir kalbin vedasıydı. Katladığı her kıyafette içinden küçük cümleler geçti: “Bunu ilk geldiğim sene giymiştim…” “Bu eteği okul gezisinde takmıştım…” “Bu kazakta balkonda üşümüştüm ama içim ondan daha çok üşümüştü…” Valize koyduğu her parça, bu evde yaşadığı anların küçük bir izi gibiydi. Kapıya geldiğinde, valizi elinde, dayısına baktı. “Okulda kalırım.” dedi. “Paralı yatılı olur, sorun değil.” Dayı gözlerini kaçırdı. O da Nehir gibi gururluydu ama bu gurur, doğru yerde durmasına engel oluyordu. “Ben gider yerleştiririm seni…” diyebildi. Nehir başını salladı. “Gerek yok. Kendim giderim.” dedi. Bu cümleyi söylerken bile içi sızladı ama geri adım atmadı. Ömrü boyunca kimseyi yormamaya çalışan bir çocuk gibi konuşuyordu. Sokak kapısına doğru yürüdü. Her adımı kalbine batıyordu ama gururu onu ayakta tutuyordu. Kapı kapandığında, Nehir arkasına bakmadı. Bazı kapılara son kez baktığını bilirse geri dönmek zorunda kalacağını hissediyordu. Bazı kapılar kapanınca insan büyürdü. Nehir o gece büyüdü. İçinden sessizce fısıldadı: “Kimse bilmez içimdeki fırtınayı… Ama bir gün herkes duyacak.” O günden bir süre önce, aynı kapıya yine okul çantasıyla gelmişti. On iki yaşındaki Nehir, altıncı sınıfın yorgunluğunu sırtında, mavi okul çantası omzunda taşırken, bu evin kapısının ardında onu neyin beklediğini çoğu zaman tahmin edebiliyordu. Okulda kâğıt sesleri, öğretmen bağırışları, teneffüs gürültüsü, ödev telaşı… Hepsi bir şekilde dayanılırdı. Ama bu kapının ardındaki sessizlik, okulun bütün gürültüsünden daha yorucuydu. Kapıdan içeri adımını attığı anda evin içindeki hava değişti. Koridorda ağır bir koku vardı; yemek kokusuna karışmış gerginlik… Tartışma başlamış, o gelmeden duvarlara sinmiş gibiydi. Yengenin sesi, salondan ince ve keskin bir bıçak gibi yükseldi: “Ben sana ne dedim? Altınlarım yok diyorum, yok!” Nehir istemsizce irkildi. Ayakkabısının ucuyla yere küçük, anlamsız bir daire çizdi. Bu evde, son zamanlarda bir şeyler kaybolduğunda, kaybolan eşyadan önce huzur kayboluyordu. Dayısının sesi duvarlardan yankılandı: “Sakin ol Nermin, bağırma. Belki bir yere kaldırmışsındır.” Yenge, Nehir’in geldiğini fark edince başını kaldırdı, gözlerini ona dikti. Salon bir anda savaş meydanına dönmüştü sanki. “Bak, geldi!” dedi, sesi ince ama zehirliydi. “Evde ben varım, sen varsın, çocuklar var, bir de bu kız. Ben altınlarımı kendim çalmadığıma göre…” Cümlenin gerisini getirmedi. Gerek de yoktu. Nehir ne demek istediğini fazlasıyla anlamıştı. Kalbi boğazına kadar geldi. Ayakları kapının eşiğinde çakılı kaldı. “Ben… ben okuldasaydım keşke.” diye geçirdi içinden. “Biraz daha geç gelseydim belki de bu sahnenin ortasında durmazdım.” Dayı başını yavaşça Nehir’e çevirdi. Yüzünde yorgun bir ifade, gözlerinde büyük bir ikilem vardı. “Nehir,” dedi sessizce, “Sen gördün mü? Bir şey oldu mu, aklına gelen bir şey var mı?” Nehir, haksız yere suçlanmanın o tanıdık sızısını göğsünde hissetti. Bir an nefes almak bile zorlaştı. “Ben… hiçbir şey almadım dayı.” dedi güçlükle. “Görmedim de.” Yenge alaycı bir kahkaha attı. “Tabii görmedin!” Elini havada savurup ekledi: “Altınlar uçup gitmedi ya. Evden hırsız mı girdi, yok. Evde kim var, belli. Ben bu hesabı sorarım.” Nehir’in gözleri doldu ama ağlamamak için direndi. Bu evde gözyaşları zayıflık sayılıyordu. Zayıf olanın sesini kimse duymuyordu. “Ben hırsız değilim…” diye düşündü içinden. Bu cümleyi yüksek sesle söylemek bile gururuna ağır geliyordu. İnsan kendini savunmak zorunda kaldığı anda bile suçluymuş gibi hissedebiliyordu bazen. Dayı, durumu toparlamaya çalışır gibi başını iki yana salladı. “Tamam, bağırma Nermin.” dedi. “Belki düşmüştür, belki yer değiştirmişsindir. Gel bakmadığımız yerlere bakalım.” Yenge homurdandı: “Ben baktım!” dedi. “Ben ya da o! Bu evde ikimiz olmayacağız, haberi olsun.” “Ben ya da o…” Bu cümle Nehir’in kalbine bıçak gibi saplandı. İlk kez bu kadar açık söylenmişti. Bu evde fazlaydı. Ve artık bunu saklama gereği bile duymuyorlardı. Dayı, salondan yatak odasına geçti. Nehir de istemeden peşinden gitti. Yatağın yanına çömelmiş, komodinin altına bakıyordu. “Sen de bir de şuraya bak.” dedi, yatağın altındaki tozlu boşluğu işaret ederek. Nehir dizlerinin üzerine çöktü, elini yavaşça yatağın altına uzattı. Parmaklarının ucuna sert, yuvarlak bir şey değdi. Küçük bir çanta. İçi doluydu, hareket ettikçe şıngırdıyordu. Ziynet çantasıydı bu. Altınların, bileziklerin, takıların olduğu küçük siyah kese. “Bul… buldum.” dedi kısık bir sesle. Sevinemedi bile. Bulmuş olmak, iftirayı hafifletmiyordu. Dayı derin bir nefes aldı, yüzündeki gerginlik bir anda çözüldü. “Neredeymiş?” diye sordu, elini uzatarak. “Yatağın altında, şu köşede.” dedi Nehir. “Herhalde yere düşmüş.” Dayı keseyi eline aldı, içini açtı, altınların yerli yerinde olduğunu görünce rahatladı. “Gördün mü?” diye seslendi salona doğru. “Nermin! Altınların buradaymış. Bak, Nehir hiçbir şey almamış.” Yenge salon kapısında belirdi. Kollarını göğsünde kavuşturmuştu, yüzünde pişmanlık yoktu. “Bulunduysa bulundu.” dedi. “Ben yine de bu kızla yaşamak istemiyorum. Bu ev bana mı dar, ona mı dar, karar ver.” Gözleri öfkeyle yanıyordu. “Ben ya da o. Seçimini yap.” O cümleyi duyduğu an, Nehir için zaman yavaşladı. Evin duvarları, tavanı, kapıları, pencereleri… Hepsi sanki üstüne doğru geliyordu. Dayı susuyordu. Nehir, ondan kendini savunacak tek bir cümle bekliyordu. Ama en güvendiği yer bile sessiz kalıyordu. “Dayı…” dedi fısıltıyla. Yutkundu. “Ben hiçbir şey yapmadım. Sen biliyorsun, değil mi?” Dayının gözleri doldu ama dudaklarından doğru kelime çıkmadı. “Biliyorum.” demedi. “İnanıyorum.” demedi. “Sana kefilim.” demedi. Sadece sustu. Bazı suskunluklar, bağırmaktan daha çok can yakardı. Nehir, o sessizlikte cevabını almış gibiydi. Yenge son darbeyi vurdu: “Ben bu evde hırsızlıktan şüphelendiğim biriyle aynı tabaktan yemek yiyemem. Zaten baştan istememiştim. Söyle, ya ben giderim ya o.” Bu söz, evin ortasına atılmış bir bomba gibiydi. Eğer dayı, “Nermin, sen abartıyorsun.” dese kavga çıkacaktı. Belki boşanma lafı açılacak, kapılar çarpılacak, çocuklar ağlayacaktı. Nehir bunun olmasını istemiyordu. Kendi yüzünden kimsenin yuvası dağılmasın istiyordu. İçinde bir yer, o anda kesin bir karar verdi. “Tamam.” dedi. Sesi beklediğinden daha sakindi. “Ben giderim.” Dayı bir anda başını ona çevirdi. “Nehir, ne diyorsun? Sen…” Nehir, gözlerinin dolmasına izin vermedi. Kırılganlığının üzerine ince bir gurur örttü. “Ben giderim dayı.” diye tekrarladı. “Ne senin üzülmene dayanırım, ne de bu evin dağılmasına. Ben zaten misafirdim. Misafirliğim bitti.” Yenge derin bir nefes aldı. Konuşmadı ama suskunluğu bile “oh be” diyordu. Dayı son bir kez: “Nehir, sen benim sorumluluğumsun. Gidecek yerin yok.” diyebildi. Nehir hafifçe gülümsedi. “Okul var.” dedi. “Hep diyorsun ya, okuyacaksın diye. Paralı yatılı okulda kalırım. Hem böylece kimse rahatsız olmaz.” “Ben gidip konuşur, yerleştiririm seni.” dedi dayı telaşla. “Yalnız bırakmam.” “Gerek yok.” dedi Nehir. Bu cümleyi kurarken içi yeniden sızladı ama geri adım atmadı. “Kendim hallederim. Hep kendim hallettim zaten.” Odası küçük ama ağırdı. Her eşya, yılların sessizliğini taşıyordu. Kiracı gibi yaşadığı bu odada, kendine ait ne kadar az şey olduğunu ilk kez bu kadar net gördü. Bir valiz… Birkaç kat kıyafet… Birkaç kitap… Köşede eski bir oyuncak ayı; ona bile uzun zamandır çocuk gibi sarılmıyordu. Dolabın kapağını açarken, yıllar içinde yaşadığı anlar zihnine üşüştü: İlk geldiği gün, yengenin “Şurada kal işte, idare et.” deyişi… Okuldan yüksek notla geldiğinde sevinçle karnesini göstermesi, ardından duyduğu tek cümle: “İyi, çalış işte.” Bir gece uyuyamadığında balkona çıkıp yıldızlara bakarken içinden geçen cümle: “Belki bir gün gerçekten benim de bir evim olur.” Bu anılar valize sığmayacak kadar büyüktü. Ama o yine de eşyalarını tek tek katlayıp yerleştirdi. Her katladığı bluzda, her yerleştirdiği çorapta sessiz bir veda vardı: “Hoşça kal eski Nehir…” “Hoşça kal hep susturulan Nehir…” “Hoşça kal bu ev…” Valiz kapanırken çıkan küçük klik sesi, bir dönemin bittiğini ilan eden ince ama sert bir nokta gibiydi. Kapıya geldiğinde, dayısı koridorda bekliyordu. Gözleri nemliydi ama ağlamıyordu. Onun da gururu vardı; ama bazen o gurur, doğru kelimeleri engelliyordu. “Nehir.” dedi kısık bir sesle. “İstersen kal. Ben…” Cümlenin devamı gelmedi. Belki ne söyleyeceğini bilmiyordu, belki de biliyordu ama dile dökmeye cesaret edemiyordu. Nehir, elini dayısının koluna hafifçe dokundurup: “Sen üzülme.” dedi. “Sadece okul için bir imza lazım. Gerisini hallederim.” Dayı, bu küçücük kızın bu kadar ağır cümleler kurmasına bakarken içten içe ezildi. “Sen çok gururlusun.” dedi. Sesinde hem hayranlık hem acı vardı. Nehir, “Gururum olmasa zaten çoktan yıkılmıştım.” diye düşündü içinden. Ama söylemedi. Kapıya doğru ilerledi. Yenge, mutfak kapısına dayanmış, onları izliyordu. Ne “gitme” dedi, ne “kal.” Sadece seyretti. Bu bile gidişi onaylamak için yeterliydi. Nehir ayakkabılarını giydi. Elini kapının soğuk metaline koydu. Bu evden ilk kez kendi kararıyla çıkıyordu. Bu karar içini paramparça ediyordu ama yine de geri adım atmadı. Derin bir nefes aldı. İçinde bir ses, yavaş ama net bir şekilde fısıldadı: “Kimse bilmez içimdeki fırtınayı… Ama bir gün o fırtınayı susturmayacağım, yönetmeyi öğreneceğim.” Kapı açıldı. Dışarıdan gelen soğuk hava yüzüne vurdu. Ve Nehir, valizini arkasından çeke çeke, sokağın karanlığına doğru yürümeye başladı. Sokak lambaları birer birer yanmıştı. Her lambanın altında gölgesi biraz daha uzuyor, sanki boyu değil omuzlarındaki yük büyüyordu. Valizin tekerlekleri kaldırımdaki taşlara vurdukça küçük sesler çıkıyordu: tak… tak… tak… Bu sesler, aldığı kararın ayak izleri gibiydi. Biliyordu; yıllar geçse bile bu yürüyüşü unutmayacaktı. “Bugün çocukluğum bitti.” diye düşündü. “Geride sadece kalemim ve kalbim kaldı.” Başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Yıldızların arasında biri, diğerlerinden daha parlak görünüyordu gözüne. “Belki de benim yolum buradan başlıyor.” diye geçirdi içinden. “Evden kovulmadım… Kendimi seçtim.” O an içindeki fırtına biraz olsun duruldu. Çünkü ilk kez başına gelenleri değil, kendi verdiği kararı düşündü. Her güçlü kadının hikâyesi bir gidişle, kapanan bir kapıyla ve kimsenin duymadığı bir iç dua ile başlar. Nehir’in hikâyesi de böyle başladı. O gece Nehir, henüz kapısından bile geçmediği yatılı okulun merdivenlerini, koridorlarını, koğuşlarını hayal ederek yürüdü. Onu neyin beklediğini bilmiyordu. Ama şunu çok iyi biliyordu: Artık bu hayatta kendi ayaklarının üzerinde durmayı öğrenmek zorundaydı. Kimseden medet ummadan, kimseden “kal” demesini beklemeden… “Kimse bilmez içimdeki fırtınayı.” dedi içinden. “Ama ben o fırtınadan bir gün gerçekten güçlü bir kadın çıkaracağım.” Ve o gece Nehir, yalnız sokağın değil, kendi hayatının yönünü değiştiren uzun yürüyüşüne devam etti.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE