Aynı dakikalarda, Duru sokakta yürüyordu. Güneş batmak üzereydi, ama gözleri hâlâ dalgın, ayakları hâlâ sersem gibiydi. Gördüğü, duyduğu, hissettiği şeylerin arasında gidip geliyordu. Dudakları hâlâ sıcaktı, kalbi hâlâ göğsüne sığmıyordu. Sanki Hakan sadece ona dokunmamıştı, hayatını baştan sona sarsmıştı.
Eve varışını bile hatırlamıyordu. Anahtarı nasıl çevirmişti? Üstünü nasıl çıkarmıştı? Ayakkabısını nereye koymuştu? Hepsi belirsizdi. Gözlerinin önünde sadece Alparslan’ın yüzü vardı. Ona nasıl baktığı… Onu nasıl çektiği… Ve en çok da, nasıl...
Bir koltuğa yığıldı. Telefonu hâlâ çantasında sessizce titreşiyordu. Ama Duru hâlâ farkında değildi. Sanki başka bir gerçeklikteydi artık. Bu dünyada değildi.
Birkaç saat sonra ısrarla çalan kapı, onu birden kendine getirdi.
İrkildi. Kalbi göğsünde çırpındı. Hızla ayağa kalktı. İçinden bir ses “O…” dedi. “Hakan”
Kafasından geçirdiği tek ihtimal buydu.
Komutan Alparslan.
Gelen o muydu?
Kapıya doğru hızlı adımlarla yöneldi. Kapıya yaklaşırken kapı ard arda sertçe çalmaya devam etti.. İçindeki heyecan daha da kabardı.
Nefesini tutarak kapıyı açtı.
Ama gördüğü yüz, tahmin ettiğinden çok farklıydı.
Gelen Serra'ydı.
Gözleri merak ve endişeden iri iri açılmıştı. Duru’nun yüzündeki derin hayal kırıklığı fark edince,
“Hayırdır?” dedi. “Başka birini mi bekliyordun?”
Duru’nun yüzü düştü. Gözlerini kaçırdı. Bir şey söyleyemedi. Kalbi hâlâ hızlı atıyordu, ama artık heyecandan değil; hayal kırıklığından...
Serra içeri adım atarken öfkeyle “Sana kaç mesaj attım, farkında mısın?” dedi. “Alihan sana gene birşey yaptı sandım. Aradım, aradım, yoktun. Kafayı yedim meraktan.”
Ama Duru’nun onu dinlerken aklından geçen tek şey: Keşke gelen Hakan olsaydı… cümlesiydi.
...
Karargâh binasının loş koridorunda, Komutan Hakan Alparslan’ın sert ve güçlü adımları yankılanıyordu. Duvardaki lambalar boğuk bir ışıkla etrafı aydınlatıyor, akşamın karanlığı içerideki havayı ağırlaştırıyordu. Buraya gelirken kimseyle göz göze gelmemişti. Bakışları yerde, aklı ise bambaşka bir yerdeydi.
Onca yıllık kariyerinin tüm yükü omuzlarına çökmüştü. Eğitim aldığı kışlalar, geçirdiği bütün operasyonlar, giydiği üniformanın omzuna taktığı her bir rütbe... Hepsi, bir kadının bedeniyle buluştuğu o birkaç dakikanın karşısında yok olma riskiyle karşı karşıyaydı.
“Bir anlık zaaf...” diye mırıldandı, dişlerinin arasından. Ama söylediklerinde onu rahatsız eden bir şey vardı. Duru’ya duyduğu şey bir anlık bir zaaf değildi… Bu kadar basit bir kelimelerle geçiştirilemeyecek kadar yakıcıydı. Gözlerinin renginden, sesinin tonuna, ona baş kaldırışındaki ürkek cesarete kadar her şey zihnine mıh gibi çakılmıştı.
Yutkundu.
Boğazında bir düğüm oluşmuştu.
Adımlarını sıkı tuttu, sert ve kararlı. Koridorun sonunda Albay Kemal’in kapısı siyah bir gölge gibi önünde dikiliyordu. Albay Kemal’i severdi. Babacan, tecrübeli ve kararlı bir adamdı. Hakan onu sadece bir komutan olarak değil, her zaman bir yol gösterici, bir baba olarak da görmüştü.
Ama bu akşam? Bu akşam işler farklıydı.
Albay Kemal’in "hemen gel" talimatı, duyduğu ilk andan bu yana içini kemiriyordu. Çünkü içinde, kontrol edemediği o anın... o anın... bir şekilde görünmüş, bir şekilde duyulmuş olması ihtimalinin korkusu büyüyordu. Normalde Komutan Alparslan asla böyle biri değildi. Disiplinliydi. Kural dışına çıkmazdı. Ama Duru? Onun dokunuşunda, gözlerinde, nefes alışında… Bir şeyler vardı. Onu yoldan çıkaran ve bambaşka şeylere sürükleyen tutku dolu ama aynı zamanda masum bir şeyler vardı...
Kapıyı çalmak için eli Albayın kapısına uzanırken yumruğu hâlâ sertçe sıkılıydı. Parmaklarının içi terlemişti ama ifadesi pürüzsüz bir sertlikteydi. Deneyimli bir askerin refleksi. Ne hissedersen hisset, gösterme. İçi alev alev yansa da yüzünü ifadesiz tutmakta ustaydı.
Derin bir nefes aldı. Son kez geçmişine, mesleğine, yıllarını verdiği askeriyeye baktı. Sonra Duru’nun dudaklarındaki sıcaklık geldi aklına. O an, sanki dünya ikiye bölündü. Bu çatışmadan kurtulmak için öfkeyle kapıya iki kez sertçe vurdu.
“Gir,” dedi içerden bir ses. Tanıdıktı. Sakin ama alışılmadık derecede gergin. Albay Kemal’in ses tonu bu kez farklıydı.
Kapıyı açtı ve içeri girdi.
Botlarının parke zemine çarpması odada kısa bir an yankılandı. Hakan dimdik durdu. Omuzları kare, bakışları keskindi. En az bakışları kadar keskin bir selam verdi. Tüm disiplinini kuşanmış, odadaki havayı ve olacakları sezmeye çalışıyordu.
“Komutanım,” dedi sert bir tonda, alnını hafifçe eğerek.
Başını eğerken gözleri askeri bir refleksle odayı taradı.
O an…
Masanın önündeki koltuklarda oturan iki yabancı dikkatini çekti.
İlki siyah takım elbisesiyle, devletin diplomatik koridorlarından fırlamış biri gibiydi. Masum bir sivil değil, dikkatli, her hamlesi önceden planlanmış biri. Bacak bacak üzerine atmış, elleri dizlerinin üzerinde kenetliydi. Gözleri önündeki siyah çantadaydı.
Diğeri ise ondan daha da rahatsız ediciydi.
Omuzlarındaki birden fazla rütbe paçları, başka bir kuvvet komutanlığından oldukça yüksek rütbeli biri olduğunu gösteriyordu. Üniforması temiz, düğmeleri parlak, bakışları sert ve yargılayıcıydı. Gözlerinde hiçbir sıcaklık yoktu.
Albay Kemal, masasının arkasında ellerini birbirine kenetlemişti, düşünceli gözlerle siyah evrak çantasına bakıyordu. Normalde odasına gelen herkesi sıcakkanlı ve gülümseyerek karşılayan adam bu sefer farklıydı. Yüzündeki ciddi, düşünceli, belki biraz da yorgun bir ifadeyle yerinden kıpırdamadan oturuyordu.
Hakan, içgüdüsel olarak sırtını dikleştirdi. İçeri girdiği andan itibaren bu odada bir şeyler olduğunu hissetmişti. Hem de çok ciddi bir şeyler... Henüz hiç kimse konuşmamıştı ama atmosfer kelimelerden daha gürültülüydü. Hava elektrik yüklüydü.
Bu sefer diye düşündü… Bu sefer herşey sandığımdan çok daha ciddi...
Gözleri bir kez daha odayı taradı. Bu yabancılar neden buradaydı? Neden Albay Kemal bu kadar ciddi ve düşünceliydi?
O sırada Duru’nun yüzü, aklında bir sisin içinden yeniden yükseldi. Tenindeki sıcaklık, sesindeki arzu dolu titreyiş...
Gözleri, koltuklardaki adamlarda kısa bir an daha takılı kaldı.
Ve işte tam o an, fark etti ki...
Ne olursa olsun umrunda değildi...
Aklında olan tek şey buradan çıkar çıkmaz tekrar Duru’nun yanına gitmekti...