Tanıtım..
Ben Hilal… Hilal Demir… Hiçbir zaman soyadımın kızı olamadım. Hayata karşı demir gibi dimdik, sapasağlam duramadım. Hep kırılgan, hep sessiz bir yanım oldu. Kaderimi bana yazıldığı gibi kabul ettim. Onu değiştirenlere de, canımı acıtsa da ses çıkarmadım. Ne isyan ettim ne de hakkımı aradım. Kimse bana “Sen ne istiyorsun Hilal?” diye sormadı. Ben de ne istediğimi söylemeye hiç yeltenmedim. İçimde koskoca bir suskunluk büyüttüm yıllarca.
Ortaokulu bile zar zor bitirmeme izin vermişlerdi. Lisenin hayalini bile kurmadım o yüzden. Çünkü biliyordum, kurduğum her hayal annemin gözlerinde daha ben anlatmadan parçalanacaktı. Ben üç kardeşin en küçüğüydüm. Bu evde sözü geçen, yöneten, buyuran her zaman annem Nurhayat olmuştu. Dedemin köyde hatırı sayılan bir adam olması, ona öyle bir güç vermişti ki, bu gücün altında biz hep susmaya mecbur kalmıştık.
Babam ise etliye sütlüye karışmadan, kendi köşesine çekilmiş bir adamdı. Bizim ne düşündüğümüz, ne hissettiğimiz, neye ihtiyaç duyduğumuz onun umurunda değildi. Sabah erkenden köy kahvesine gider, akşam karnı acıkınca eve gelir, yemeğini yer ve sessizce yatağına girerdi. Sanki biz onun değil, o bizim misafirimizdi.
Abim Nafiz… O, evin hem ağabeyi hem babasıydı. Her şeye tek başına koştururdu. Sabah erkenden kalkar tarlaya gider, toprağın yükünü sırtlanırdı. Ardından şehre iner, tesisat dükkanını açar, orada çalışırdı. Bazen gözlerinin altındaki morluklara bakar, içimden ona kıyamazdım. Ama o, bütün yorgunluğuna rağmen bana hep koca bir dünya gibi gelirdi.
Benim günüm ise sabah ezanıyla başlardı. Namazımı kıldıktan sonra önce ahıra gider, hayvanların yemini verirdim. Soğuk sabahlarda nefesim buhar olup yükselirdi, ellerim donardı ama yine de şikâyet etmezdim. Sonra dama çıkar, oraları düzenlerdim. Kahvaltı hazır olunca annem çağırır, hızlıca bir iki lokma bir şey atıştırır, yeniden ahıra koşardım. Öğlene kadar ahırı temizler, kış için kullanılacak tezekleri dizerdim. O ağır kokuyu içime çeke çeke büyüdüm. İşim bitince eve döner, çamaşır, bulaşık, temizlik… ne varsa yapardım. Annem sadece yemeği yapar, başka hiçbir işe elini sürmezdi. İşler istediği gibi yapılmadığında ise hiç düşünmeden bozup yeniden yaptırırdı.
Bazen annemin beni hiç sevmediğini düşünürdüm. Belki de haklıydım. Çünkü ondan hiçbir zaman sevgi ve şefkat görmedim. Saçımı okşadığı tek an, okula hazırlamak için saçlarımı taradığı vakitlerdi. O anlar bile sevgiden değil, mecburiyettenmiş gibi gelirdi bana. İçimde aç kalan, kocaman bir sevgi boşluğunu abimle doldururdum.
Akşam olunca, yorgun argın eve döndüğünde bile benimle uzun uzun sohbet ederdi. Bana kendimi değerli hissettiren tek kişi oydu. Bazı geceler annemden gizli gizli kitap alır getirirdi. Ben gizlice okur, satırların içinde bambaşka dünyalara kaçardım. Sonra o kitabı geri alır, şehre götürür, bana başka bir kitap getirirdi. Bir annenin, kızının kitap okumasına bile karşı olabileceğini o günlerde öğrendim. Ama benim annem olurdu işte… Okumak isteyeceğim, direnmek isteyeceğim diye ödü kopardı. Çünkü işlerinde ona yardım edecek kimse kalmayacaktı.
Ablam Gülay evlenip Fransa’ya gidince, annemin korkusu daha da büyüdü. Ortaokulun son iki yılı burnumdan geldi. Annemin zihninde, “Okuyan kızın başı beladan kurtulmazdı. Doğru durmaz, birini ayartır, namuslarına leke getirirdi.” Oysa ne kadar yanlış bir düşünceydi bu! Ben yalnızca okumayı bir kurtuluş olarak gören, kendi ayakları üzerinde durmak, iyi bir hayat yaşamak isteyen bir kızdım.
Hem… Aşık olmak, birini sevmek kötü müydü? Günah mıydı? Benim için aşk, sadece kitaplarda gördüğüm kadar vardı. Gerçek hayatta kalbim ilk kez sadece birinde kıpırdamıştı. O da aşk denemezdi belki… Ama hissettiğim şeyin adı başkaydı.
Kim miydi bu? Emriye teyzenin oğlu Soner… Onu ilk gördüğümde 12 yaşımdaydım. Bayburt’a, köyümüze bir düğün için gelmişlerdi. O gün kalabalığın içinde göz göze geldiğimizde, bakmaya bile utanmıştım. İçimde bir şeylerin kıpır kıpır olmasına engel olamamıştım. Çocuk aklımla anlam veremediğim ama yüreğimin derinlerinde sakladığım bir histi bu. O anı hatırladıkça, hayatın onu karşıma çıkarmasının boşa olmadığını çok sonradan anlayacaktım…
Ben Soner… Soner Kurşen.
Kırıkkale’de işçi bir babanın, terzi bir annenin oğlu olarak dünyaya geldim. Dört çocuklu bir ailenin en küçük oğluydum. İki ablam, bir abim vardı. Evimizin en küçüğü, göz bebeği bendim. Çocukluğum boyunca istediğim çoğu şey önüme getirildi. Şımartılarak büyütüldüm dersem yalan olmaz. Ama şunu da bilirdim: Annemin sözü, benim için her zaman bir emir olmuştu. Onun hasta oluşu, kırılganlığı ve o narin bedeninin ardındaki güçlü irade, üzerimde büyük bir etki bırakmıştı. Ona hayır demeyi hiç beceremedim.
Kırıkkale’de doğup büyüdüm. Çocukluğum sokak aralarında, toz içinde koşarak, mahalle arkadaşlarımla kavga ederek, bazen ablamların gölgesinde, bazen abimin desteğiyle geçti. Ama içimde hep bir şeyleri daha farklı yaşama arzusu vardı. Hayatın bana sundukları, yaşamak istediklerimle hiçbir zaman örtüşmedi. Yine de hayatımın en güzel yıllarının onlar olacağını bilemeden yaşadım..
Sonunda Antalya’ya okumak için gittiğimde, işte o farklı hayatın kapıları ardına kadar açıldı. Üniversite yıllarım… kimilerine göre en güzel, bana göreyse en karanlık yıllarım oldu. Orada hayatın her türlü pisliğini gördüm, yaşadım. Zevk sandıklarım, aslında beni yavaş yavaş tüketen şeylerdi. Günahın ve hatanın içine gömülüp çıkamadım. Belki özgür olduğumu sandım, belki de hayattan intikam alıyordum. Ama aslında en çok kendime zarar veriyordum.
Okulumu zar zor altı yılda bitirebildim. O yıllar bana diplomanın ötesinde hiçbir şey kazandırmadı. Arkadaş dediğim insanların çoğu da birer birer silindi hayatımdan. Geriye sadece pişmanlıklar ve yarım kalmışlıklar kaldı.
Antalya’da kalacak sebebim de kalmamıştı artık. Çünkü orada hayatım tehlikeye girmişti. Kendi ellerimle ördüğüm o bataklık beni yutmaya hazırlanıyordu. Kaçmaktan başka çarem yoktu.
Böylece Kırıkkale’ye geri döndüm. Yorgun, kırgın ve içi boşalmış bir şekilde. Kendime söz verdim: “Bir süre dinleneceğim. Sonra yeniden ayağa kalkacak, temiz bir sayfa açacağım. Yeni bir hayat kuracağım.” O an gerçekten inanmıştım buna. Ama insanın planları, kaderin planlarıyla çatıştığında, hangisinin galip geleceğini çok sonra anlıyor insan.
Çünkü hayat, benim bütün planlarımı bir kenara atıp bana bambaşka bir yol hazırlamıştı. Benim bundan henüz haberim yoktu. Öğrendiğimde ise iş işten geçmiş olacak, geri dönüşü olmayan bir noktada kendimi bulacaktım.
Karar vermem gereken yerde, iki yolun arasında kalacaktım: Kaderime razı gelip boyun mu eğecektim? Yoksa her şeyi göze alıp kendi yolumu mu seçecektim? Bilmiyordum… Tek bildiğim, hangi yolu seçersem seçeyim, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağıydı. Ne benim için, ne de onun için...
Peki bunca günahın bedelini kim ödeyecekti? Ben mi? O mu? Yoksa ikimiz de mi?
Gerçek Bir Hayat Hikâyesinden Uyarlanmıştır..
Bu hikâye yalnızca bir kurgu değil…
Gerçek bir yaşamın izlerinden, acılarından ve umutlarından doğdu.
Hilal… Hayata karşı hep sessiz kalmış, kaderine boyun eğmiş bir kız. Onun için okumak, özgürlüğün ve kurtuluşun tek yoluydu. Ama ailesi, toplumun yüklediği ağır kurallar ve annesinin korkuları onu zincirledi.
Bir kız çocuğunun en çok annesinden beklediği sevgi yerine, ona yüklenen sorumluluklar kaldı.
Soner… Hayatı kendi elleriyle kirletmiş, üniversite yıllarında kaybolmuş bir genç adam. Kendi günahlarının ağırlığıyla Kırıkkale’ye geri dönerken, geçmişten kaçmak istiyordu. Ama kaderin hazırladığı plan, onu Hilal’in yoluna çıkardı.
İki farklı dünya, iki farklı hayat…
Birbirine hiç benzemeyen ama aynı acının içinde buluşan iki yürek.
Onların hikâyesi; gerçeğin, pişmanlığın ve umudun tam ortasında filizlendi.
Okurken belki kendi hayatınızdan izler bulacaksınız… Belki de hiç yaşamadığınız duygulara tanıklık edeceksiniz.
Çünkü bu yalnızca onların değil, biraz da hepimizin hikâyesi.