İnadım İnat

3598 Kelimeler
Keyifli okumalar. Sabahtan beri ne güneşe yüzümü dönebildim ne de evin kapısından içeriye adım atabildim. Ayaklarım beni sabah nereye götürdüyse orada kalakaldım: Fırtına Deresi’nin kenarında. Karadeniz’in ciğerine işlemiş, uğultusu geceye karışmış o deli suyun yanı başında. Ne zaman kafamda bir fırtına esse, soluğu burada alırdım. Ama bu gece... fırtına dışımda değildi artık. İçimde kopuyordu. Sanki içimdeki her kırgınlık, derenin suyuyla birlikte taşlara çarpıyor, parçalanıp yeniden birleşiyordu. Üzerime yağan yağmur sırılsıklam etmişti bedenimi ama ne ellerim üşüyordu ne de yüzüm. Çünkü ruhum donmuştu. Telefonum defalarca çaldı. Annem, babam, ağabeylerim… Hepsi arıyor, mesaj atıyor, nerede olduğumu soruyorlardı. Hiçbirine cevap vermedim. Ama annemin ismi her ekranda belirdiğinde, parmaklarım açma tuşuna kayıyordu istemsizce. Açamadım. Açmadım. İçimde de bir sızı büyüyordu. Çünkü annem hariç, hepsine kırgındım. Babama... bir baba böyle mi susardı? Dedeme... beni hiç duymamış gibi davranmasına. Ağabeylerime... sözüm yerine kendi kararlarını daha yüksek görmelerine. Hepsine birer parça küsmüştüm. Hepsine içimden bağırıyordum: Ben sizin kurbanınız değilim! Ben onları kaybetmek istemiyordum. Onların kanını dökülmüş görmek istemiyordum. Ama onlar, kendi canlarını korumak uğruna benim hayatımı gözden çıkardılar. Sanki evlatlık bir kız çocuğuydum da “ver gitsin” demek daha kolaydı. Oysa ben aynı sofraya oturmuştum, aynı dizin dibine baş koymuştum. Kalbim hâlâ çocuktu belki de, bu yüzden bu kadar yanıyordu. Kafamı kaldırdım, yağmur gözlerime aktı. Ama ben ağlamıyordum. Ya da ağlıyordum da ayırt edemiyordum. Belki gözyaşı, belki sadece yağmur. Ne fark ederdi ki? Hangi devirde yaşıyorduk biz? Bunca zaman düşman denilen aileyle, şimdi kanımızı karıştırarak mı barışacaktık? Bir nikâh defteriyle silinecek miydi onca öfke, kin, intikam? İçimde büyüyen o soruyu kimse cevaplayamazdı. Çünkü inanmıyordum. Onların barışına, onların hesaplarına, onların adaletine… İnancım yoktu. Dereden yükselen uğultuya kulak verdim. Sanki biri bana bir şeyler fısıldıyordu ama anlayamıyordum. Belki sadece doğaydı. Belki iç sesimdi. Bir şeyden emindim: Ben bu savaşa doğmamıştım. Ama şimdi... tam ortasındaydım. Ve herkes beni bir damla kanla susturmaya çalışıyordu. Arabamın kapısını açtığımda içime değil, sadece koltuğa değil, geçmişime de yağmur yağmış gibiydi. Oturduğum anda direksiyona uzanan ellerim, titreyen parmaklarım bana ait değilmiş gibi geldi. Bir an gaza basmak istemedim. Gitmek istemedim. Ama kalacak yerim de yoktu. Fırtına'nın kenarı bana huzur verirdi eskiden… Artık burası bile kalmadı. Şimdi... sadece gitmek istiyorum. Nereye bilmiyorum ama buradan uzaklaşmak istiyorum. Direksiyona sıkıca tutundum. Yağmurun camda yarattığı bulanıklık, kafamdakilerden farksızdı. Ağabeylerim bu arabayı alırken ne çok heveslenmişlerdi. Birlikte bakmıştık, birlikte karar vermiştik. Hatta ehliyeti aldığım gün Murat ağabeyim, “Bizim küçük asfalta çıktı artık,” diye dalga geçmişti. Gülmüştüm o zaman. İçten içede, onlara bir şey kanıtlamaya çalışıyordum: Bakın, ben büyüdüm. Yapabiliyorum. Kendimi koruyabilirim. Şimdi düşünüyorum da... neyi kanıtlamaya çalışıyordum? Kim için, neden bu kadar uğraştım? Ben onların kardeşiydim ama hiçbiri bugün ben onların kardeşiymişim gibi davranmadı. Susarak beni gözden çıkardılar. O yüzden bu arabada giderken sadece direksiyonu değil, içimdeki o ışığı da bıraktım arkamda. Küçük bir kıvılcımdı belki ama bana aitti. Ve bugün... söndü. Evimiz sokağın ucunda göründüğünde içime daha ağır bir şey çöktü. Evin önünde park etmiş siyah araçlar gözlerimi aldı ilk. Hepsini tanıyordum. Amcamın arabası, dayımın aracı, dedemin aracı... Hepsi oradaydı. Hepsi içerideydi. Ama ben o eve ait hissetmiyordum artık. İstemeye istemeye yavaşladım. Arabamı park ederken, elim vitesin üzerinde dondu kaldı bir an. Motor sustuğunda, içimde bir şey daha sustu. Gözlerim evin kapısına takıldı. Daha arabadan inmeden kapı hızla açıldı. Ve iki silüet yağmurun altından hızla bana doğru koşmaya başladı. Kuzey. Murat. Simsiyah gömleğiyle Kuzey ağabeyim, gözlerini kısıp arabanın yanına koşarken bağırıyordu. “Sabahtan beri neredesin Defne? Delirdin mi sen? Telefonlar... Mesajlar... Hepsini açmadın.” Murat ağabeyim diğer taraftan geldi. Kapımı açarken gözleri telaştan büyümüştü. “Allah’ım Defne, sırılsıklam olmuşsun... Üşüyeceksin, hadi gel içeri... Ne yapıyorsun burada böyle?” Ellerini omzuma attılar. Ceketlerini bana siper ettiler. Islak saçlarımı, titreyen ellerimi görünce daha da paniklediler. Kuzey ağabeyim arabanın içini kontrol etti, sanki biriyle gelmişim gibi. Murat ağabeyim üstümdeki yağmurdan sırılsıklam olmuş kumaşa sinirle baktı. Hiçbir şey demedim. Ne gözlerine baktım ne de sorularına cevap verdim. Onları duyuyordum, hissetmiyordum. Çünkü içimde hâlâ o karanlık oturuyordu. Ve ben... hâlâ kırgındım. Hâlâ yalnızdım. Evin kapısından içeri adım attığımız anda, bütün gözler üzerime çevrildi. Gerginlik havada keskin bir bıçak gibi asılıydı, nereye dokunsam kanayacak gibiydi. Bense hâlâ sırılsıklam, hâlâ içimdeki fırtınayla baş başaydım. Bana doğru koşan annemi görür görmez içimdeki kırgınlık ikinci plana atıldı. “Sakin ol anne,” dedim usulca, düşüp bir yerini incitmesinden korkarak. Kollarını belime doladığında, göğsüme dayadığı alnını hissettim. Ellerini sımsıkı sardı belime, sanki bir daha kaybolacakmışım gibi. O an, tüm o koca evdeki tek iyi şeydi o kucak. “Neredesin sen kızım? Aklımı aldın benim. Öldüm, bittim sana ulaşamadığım için... Yapma yavrum, korkutma beni böyle,” diye ağladı, sesi titriyordu. Saçlarına gömüldüm. Kokusunu içime çektim. Boynunu usulca öptüm, ama o sevgi dolu an bile içimdeki öfkeye set olamadı. Çünkü o anda o kalabalığın içinden biri, zehrini fısıldadı: “Sen artık sözlüsün Defne. Adımlarını ona göre at. Kafana estiği gibi bu evden çıkıp gidemezsin.” O sesi tanıyordum. O suratın soğukluğunu, yıllardır içinde taşıdığı kötülüğü biliyordum. Babamın amcası, İsmail. Gençliğinde bu topraklarda herkesin canını acıtmış, geçmişin kanını hâlâ gölgesinde taşıyan bir adam. Şimdi yaşlanmıştı ama içindeki zehir duruyordu. Sadece konuşurken değil, baktığında bile karşısındaki insanı ezecek bir bakışla konuşuyordu. Bakışlarımı doğrudan ona çevirdim ama sesim babama gitti: “Sözlendim demek yani, öyle mi?” dedim, soğuk ve keskin bir tonla. Babam başını eğdi. Her zamanki gibi suskunluğa sığındı. Ardından gözlerimi ağabeylerime çevirdim. Yüzlerinde o utangaç, ama çaresiz ifadeyle bana bakıyorlardı. Ne diyeceklerini bilmiyorlardı. Çünkü her şey çoktan karara bağlanmıştı. “Bana sormadan, beni dinlemeden, benim ağzımdan tek bir kelime bile çıkmadan nasıl benim adıma kararlar verirsiniz siz?” Sesim titremedi, hayır. Bu kez güçlüydü. Sadece kırgın değil, öfkeliydim. “Ben o adamla evlenmem. O aileye gelin gitmem. Sizin kararlarınızın benim için hiçbir hükmü yok.” İsmail amca bir anda bastonunu yere vurdu, sesi tok bir yankı gibi odada dolaştı. “Kan mı dökülsün istiyorsun ha? Ağabeylerin mi ölsün?” Gözlerim doldu, ama ağlamadım. Ağlamayacaktım. “Ben kimse ölsün istemiyorum. Ama ben de ölmeyi kabul etmiyorum,” dedim bir adım öne çıkarak. “Siz yıllar önce düşman olmuşsunuz, şimdi beni verince mi barış oluyorsunuz? Düşmanlık benim bedenimle mi bitecek? Ben acı çekerken siz huzura mı ereceksiniz? Bana ne! Ben sizin günahlarınıza kefaret olmam.” Ayağa kalktı. Gözlerimden ateş fışkırıyor gibiydi. Annem bir anda önümde belirdi, kollarını iki yana açarak beni korumaya aldı. “Amca, otur,” dedi Kuzey ağabeyim arkamızdan seslenerek. “Bu kızın dili çok uzun,” diye bağırdı. “Onu şımarttınız. Her şeyde söz hakkı verdiniz. Şimdi erkeklerin karşısında laf yetiştiriyor.” “Erkeksiniz diye susacak değilim,” dedim, annemin ardından başımı uzatarak. “Senin gibi yaşlıların hâlâ kadınları susturmaya çalıştığı bu evde, ben susmayacağım.” O an, bastonunu bana doğru fırlattı. Sinirim öyle noktadaydı ki öne doğru bir adım attım, ellerim yumruk olmuştu, tam karşısına dikilecektim ki, annem kollarını göğsüme bastırdı. Kuzey ağabeyim de bir adım öne çıkarak aramıza girdi. “Amca yeter artık. Ses tonunu düşür.” “Asıl size yeter. Bu kız bir hafta sonra Demirtaşlara gelin gidiyor. İstiyorsa düğün yapılır, istemiyorsa nikâhla gidecek.” Asla birinin canını yakmak istemezdim. Ama bu adamı... bu adamı boğmak istedim. Beni harcamaya kalktıkları yetmedi, şimdi beni küçümsemeye, susturmaya, bir eşyaymışım gibi elden çıkarmaya çalışıyorlardı. Bir şey koptu içimde. Dilimde, ciğerimde, kalbimde ne varsa... o an yerinden söküldü. Boğazıma kadar dayanan çığlık, daha fazla duramadı. Sustum sustum... ama artık susmayacaktım. Yüzümü kalabalığa döndüm. Dudaklarımın kenarı titriyordu. “Yeter! Yeter artık!” Gözlerim, önce dedeme döndü. “Senin suratındaki o asırlık düşmanlık, kimsenin yükü olmamalıydı. Sen gençliğinde kan dökmüşsün diye ben neden ölü gibi yaşamaya mahkûm oluyorum? Senin düşmanın, benim kaderim olamaz.” İsmail amcaya çevirdim yüzümü, gözlerinin içine baka baka. “Sen! Gençliğinde herkesi korkutmuşsun, şimdi yaşlanınca barış diye tutturdun. Ölüm korkusu sardı ya yüreğini, şimdi bana kefaret ödetiyorsun. Senin vicdanın susmuş, bana sus diyorsun. Ben senin günahını taşımayacağım.” Babam... Ona bakarken içim parçalanıyordu. Ama en çok ona öfkem vardı. “Sen… sen nasıl sustun baba? Bir kere bile ‘kızım ne istiyor’ demedin. Onların kararlarını kabul ettin, onların sesi oldun, ama benim sesime hiç dönüp bakmadın. Sen baba değil misin?” Sonra Kuzey, Murat... Ağabeylerim... canım sandıklarım. “Ya siz? Her seferinde ‘ben seni korurum’ diyen siz, nerede kaldı o sözleriniz? Benim başıma yıkılacak evliliğe göz yumarken mi kardeş oluyorsunuz? Siz beni korumuyorsunuz. Siz beni harcıyorsunuz.” Kalabalık öfke içinde kıpırdanıyordu ama ben artık durmuyordum. “Arif nerede? Nerede o silahı çekip bizi ateşe atan sözde adam? Neden burada değil? Neden onun yüzünden ben ceza çekiyorum? Onun yaptığı hatanın bedelini neden ben ödüyorum?” O an İsmail amca bastonunu yere vurdu, gözleri alev alev yanıyordu. “Bu ne edepsizlik! Bir kız böyle mi konuşur? Ev dolusu adamın önünde bağırmaya mı utanmıyorsun?” Dedem sertçe yerinden kalktı. “Dilini topla Defne. Bu evde büyük var, akraba var. Haddini aşma.” “Ben haddimi aştım, evet. Çünkü siz sınır tanımadan hayatıma müdahale ediyorsunuz. Ben de artık size sınır çizeceğim.” Kuzey ağabeyim araya girmeye çalışıp omzuma dokundu. “Yeter Defne’m. Dur biraz. Gel biz konuşalım önce.” “Elini çek,” dedim omzumu silkeleyerek. “Ben sizin hiçbirinizin sus demesini dinlemeyeceğim artık. Siz bir karar verdiniz, benim üstüme basarak geçtiniz. Şimdi ben de size bas bas bağıracağım.” Sözüm bitmemişti. Ama dünya birden durdu. Arkamdan gelen bir ses... bir sarsıntı gibi düştü kulaklarıma. "Annem."diye bağırdı biri. Ben arkama döndüğümde, annemin bedenini yerdeydi. Gözlerim büyüdü. Kalbim yerinden çıktı sandım. “Sakın...” dedim fısıltıyla. “Sakın...” Ve sonra içimden çıkan o çığlık… Sanki içimde bir can kopup boğazımdan fırlamıştı. “Anne!” Dizlerimin bağı çözüldü, çamura düşer gibi koştum yanına. Sesler sustu. Kimse kıpırdamadı. O kalabalıkta artık ne baston sesi vardı ne bağırış. Sadece bir kadının dizlerinin üzerine yığılmış kızı vardı. Ben ve annem. Yalnızca bir kelime döküldü dudaklarımdan. Söylemeye doyamadığım… Ama koruyamadığım o tek kelime: “Anne…” *** Hastane koridorunun soğuk seramiklerine dizlerimi koyduğumda ne zaman oturduğumu bile hatırlamıyordum. Ayaklarım uyuşmuştu, ellerimden sıcaklık çekilmişti ama umurumda değildi. Ne saatin kaç olduğu ne kimlerin gelip geçtiği… Bu koridorda zaman durmuş gibiydi. O kapının arkasında annem vardı. Canımdan can. Birkaç saat önce boynuna sarılıp ağlarken hâlâ nefes aldığını hissedebiliyordum ama şimdi… şimdi hiçbir şeyden emin değildim. Doktor, “Hızlı müdahale ettik, hayati tehlikesi yok ama...” demişti. Ama’sı her şeyi bozuyordu. “Bundan sonra çok dikkatli olunmalı. Stres, yorgunluk, duygusal travma... bir kriz daha geçirirse, sonuçları çok daha ağır olabilir.” O “ağır olabilir” cümlesi çivilenmişti beynime. Defalarca o kelimelerin içinden geçip tekrar başa dönüyordum. Sanki kaderim, o cümlede duraklamıştı. O gün bir şey koptuysa içimde, şimdi bir şey çatladı. Bu sefer korkuyordum. Gerçekten. Bir gün boyunca dizlerimin üstünden kalkmadım. Ne ağabeylerim ne yengelerim... kaç kere yanıma geldiklerini hatırlamıyorum. Kuzey ağabeyim önce sessizce omzuma dokundu. Sonra Murat ağabeyim başımı okşar gibi yapıp, “Hadi artık,” dedi. Aysel, Arzu yengem başucuma gelip, “İstersen yanında oturalım,” dedi. Ama hiçbirine cevap vermedim. Kıpırdamadım. Yalnız kalmak değildi istediğim. Kalmak, sadece kalmak… burada, bu çatlak zeminde, bu sessizliğin içinde. Çünkü hareket edersem, kabullenmiş gibi olacaktım. Ve kabullenmekten korkuyordum. Ta ki Aysel usulca diz çöküp yanımda oturana kadar. “Defne... anneni odaya alıyorlar.” Bu sefer başımı çevirdim. Gözlerine bakmadım. Ama dizlerimden destek alarak ayağa kalktım. Hiç konuşmadım. Adımlarımı saymadan yürüdüm. Kalbim, odaya yaklaştıkça boğazıma yükseldi. Ellerim birbirini sıktı. Kapının eşiğinden içeri adım attığımda... her şey sustu. Oda beyazdı. Sessizdi. Annem yatakta uzanıyordu. Gözleri kapalıydı. Göz kapakları bile solgun görünüyordu bana. Yanına gidip usulca elini tuttum. O narin eller... defalarca saçımı tararken “canım” diyen, ateşlendiğimde alnımı ölçen, sırtımı okşayan o eller şimdi öylece yatıyordu. Yüzüne eğildim. Solgun yanağını öptüm. Sıcaktı... hâlâ sıcaktı. Ama ben donuyordum. Kalbimdeki öfke, dizlerimdeki güçle birlikte dağılıyordu sanki. Onu kaybetme ihtimali, içimdeki tüm hayırları silip atmıştı. İstemezdim. Ne olursa olsun, annemi kaybetmeyi istemezdim. Ve o an… neye razı olduğumu fark ettim. Bu savaşın sonunu ben getirecektim. Kendimi feda ederek belki, belki de sonsuza dek kırılarak. Ama annemin başında dururken tek düşündüğüm şey şuydu: Bir daha kriz geçirmemesi gerekiyorsa, gerekirse ben susarım. Gerekirse... evlenirim. Annemin parmakları az önce dokunduğumdan farksızdı; hâlâ sıcak, hâlâ yumuşak... Ama gözlerini açmadıkça hiçbir şey içimi ısıtamıyordu. Elini bırakmadım. Saatler geçti. Hemşireler içeri girip çıkıyor, kimse beni kaldırmaya çalışmıyordu artık. Oturduğum sandalyeyle birlikte kök salmış gibiydim yatağın başucuna. Gözlerim tavana takılı, kalbim ellerindeydi. Onu kaybetme korkusu boğazımda duruyordu. Ve bu gece... işte bu gece, sadece onu kaybetmemek için tüm savaşımı bırakmıştım. Kendimi değil, onu seçmiştim. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Bir an o yorgun göz kapakları yavaşça titredi. Gözleri aralandığında, içimde bir ışık gibi yayıldı bakışı. Gülümsedim. Ama gerçek bir gülümseme değildi bu. Saklanmış, cilalanmış bir tebessümdü. İçimde fırtına kopuyor olsa da ona göstereceğim tek şey, güneşti. “Annemm…” dedim, dudaklarım titreyerek. “Nasıl korkuttun beni, iyi misin?” Elini öptüm, yüzüme sürdüm. Sanki biraz önce bütün gece ağlamamışım, korkudan dizlerim çözülmemiş gibi davrandım. Sanki içim hâlâ çığlık atmıyormuş gibi... Gözlerini bana dikti, dudakları titredi. “Ağlama...” dedim hızla. “Ne olur ağlama... Şu an her şey iyi. Geçti. Korkulacak bir şey kalmadı.” Gözleri dolmuştu. “Ben seni vermeyeceğim o adama. Kaçacağız buradan kızım. Gerekirse her şeyi bırakır gideriz.” İçimde bir şey daha kırıldı ama... gülümsedim. Öyle tatlı, öyle içten bir kahkaha attım ki, kendi yalanıma neredeyse ben bile inanacaktım. “Anne... sakin ol. O adam buraya geldi.” Gözleri kocaman oldu. “Toprak geldi mi?” diye sordu şaşkınlıkla. Başımı usulca salladım. “Evet. Konuştuk. Bizimkiler gibi değilmiş anne. Ben ne istersem, öyle olacakmış. Zorlamayacakmış beni. Evlenince de, alışana kadar kendi halime bırakacakmış. Hemen kabullenmemi beklemeyecekmiş. Sert biri değil... düşündüğüm kadar değilmiş.” Gözleri hafifçe nemlendi. Ama bu kez korkudan değil, rahatlamaktan. “Gerçekten... buraya mı geldi?” dedi boğuk bir sesle. Yalanı biraz daha büyüttüm. Çünkü onun kalbinde en küçük bir yük bırakmaya cesaretim yoktu. “Evet anne. Buraya geldi. Seninle görüşmek istedi, uyanınca görüşürsün dedim. Onunla konuştuk. İçim rahatladı. Korktuğum gibi olmayacak.” Elini biraz daha sıktım. İçimdeki gerçek boğazımı yakıyordu. Ama onun gözlerindeki huzur... o her şeye bedeldi. Kapı açıldığında bizimkiler birer gölge gibi içeri süzüldü. Her biri annemin başucuna yaklaşırken ben sessizce geriye çekildim. Kimse fark etmeden, kimse bir şey sormadan sıyrıldım odadan. Koridoru geçip lavaboya girdim. Yüzüme çarpan soğuk suyun keskinliği, içimde birikmiş her kırgınlığı uyandırdı sanki. Ellerim titriyordu. Aynada kendime baktım. Şişmiş göz kapaklarım, çatlamış dudaklarım... Kızgınlığımı kusacak gibi hissettiğim gözlerim. Kime bu kadar öfkeliydim? Herkese. Herkese ve biraz da kendime. Ağlama Defne, yeter. Bu zamana kadar ne yaşadıysan, kimseden beklemeden direndin. Yine diren, yine savaş. Zorun içine düştün mü? O zaman o zoru kendine kalkan yap. Kimsenin senin için savaşmadığı bir hayatta, kendi savaşı için dövüşmeyi öğrenmiş kızsın sen. Ve şimdi... sadece annen için güçlüsün. Son kez yüzümü yıkadım. Islak kirpiklerime baktım aynada. Bu lavaboda döktüğüm gözyaşı, son olsun. Derin bir nefes alıp çıktım. Koridorun ucundan odamızı görebiliyordum. Annem ağabeylerimin ellerini tutmuş, gülümsüyordu. O gülüşün arkasında hâlâ keder vardı ama o da biliyordu, elinden bir şey gelmiyordu. "Kızım, ben iyiyim," dedi beni görünce. "Söyle eve götürsünler beni." Başımı iki yana salladım. “Olmaz,” dedim kararlı bir sesle. “Doktor ‘çıkabilir’ diyene kadar bir yere gitmiyorsun.” Ofladığında gülümsedim. “Oflayıp durma, itiraz da yok.” Yorgun bir gülümseme yayıldı dudaklarına. “Ben su alıp geliyorum,” dedim. “Biz alırdık,” dedi Murat ağabeyim arkamdan. Yüzüne bile bakmadan yürüdüm. “Ben alırım.” Koridordan geçerken gözüm kalabalığın arasındaki bir yüze takıldı. Arif. Dizlerimin bağı çözülmedi ama içimdeki öfke boynumdan yukarı tırmandı. Göz göze geldiğimiz an başını çevirdi. Eli ensesine gitti. “Abla...” dedi kısık bir sesle. Sesini duymasaydım keşke. yüzüme bakacak yüzü yoktu, gözlerini kaçırdı. Başka bir yöne yürüdü. Kaçsın. Kaçsın da bakalım, nereye kadar? Bir gün vicdanı yakalar onu. Ben yakalayamazsam, vicdanı yakalar. Merdivenlerden çıkarken nefesimi düzene sokmaya çalıştım. Tam dış kapıya varmıştım ki... Gelen ayak sesleri, konuşmalar, belli belirsiz silüetler tanıdıktı. İki kadın, bir yaşlı adam, Demirtaş ailesi. Görünce donakaldım. Kalbim yumruk gibi sıkıldı. Beni fark etmemişlerdi. Görülmemek için kalabalığa karıştım, adımlarımı hızlandırarak hastanenin yan merdivenlerine sapıp hızla aşağıya indim. Ne işi vardı onların burada? Ağaçların gölgesi altında bir banka ilerledim hızla. Hava soğuktu ama içim daha soğuktu. “Gelin Hanım.” Tam oturmuştum ki, o ses... Derin, tok, tanıdık. Damarlarımı geren, nefesimi dizlerimin arasına gömen. “Misafirleri görür görmez başka yere kaçmak... tam da senin yapabileceğin iş.” Elim bankın üzerinde dondu kaldı. O sesin sahibini görmek istemiyordum. Ama o buradaydı. Başımı yavaşça kaldırdım. Ve karşımda duruyordu. Toprak Demirtaş. Düşmanım… Ve yakında, kocam olacak adam. Yüzünde küçümseyen bir ifade vardı. Bana yukarıdan bakmıyor, beni eziyor gibiydi bakışlarıyla. Sanki ne kadar çaresiz olduğumu o da biliyor, ama bunu yüzüme söylemeye gerek bile görmüyordu. Karşısında dikildim. Gözlerini benden ayırmadan bir adım daha yaklaştı. Kalın kaşlarının altında kısıldıkça sertleşen gözleri, yüzüme değil, doğrudan içime bakıyordu sanki. “Yüzleşmeden kaçmaya alışkınsın demek.” Sesi hâlâ tok, hâlâ umursamazdı. “Kaçtığım tek şey, senin gibi duygusuz adamlara harcanacak ömrüm.” Yüz kası hafifçe seğirdi. İncecik bir gülümseme belirdi dudaklarının kenarında. O gülümseme, öyle bir küçümsemeydi ki... insanın içini bile aşağılıyordu. “Seninle ilgili masada karar alındı. Kimse itiraz etmedi. Ne deden ne baban, ne ağabeylerin. Ömrün artık benim çizdiğim sınırlarda yürüyecek.” Bir adım daha attım. Aramızda sadece nefeslik bir mesafe kalmıştı. Göz göze geldik. Ben onun tehditlerine değil, karanlığına bakıyordum. O benim inadımı değil, isyanımı izliyordu. “Bu evlilik sizin kurduğunuz barış sofrasının yemeğiyse, ben o sofrada servis edilen kurban olmam. Ne pişirdiyseniz, ben yemem. Neye razıysanız, ben de ona başkaldırmaya razıyım.” Gözbebekleri küçüldü. Çenesini biraz yukarı kaldırdı, yüzü daha da sertleşti. Gözleri karardı resmen. “Bana karşı diklenmenin bir bedeli olur.” Her kelimesi soğuk bir kurşun gibi yerleşti içime. “Bana da saygısızca konuşmanın olur,” diye karşılık verdim. “Ben senin oyun kurduğun sokaklarda büyümedim. Adımı taşıyanlara bir söz daha söylersen... o bedeli önce ben ödetirim. Hiç çekinmeden, hiç düşünmeden.” Kaşlarından biri hafifçe kalktı. Omuzları genişti, vücut dili kendine sonsuz güven taşıyordu. Ama onun o karanlık duruşu beni korkutmuyordu. Ben, onun ne kadar tehlikeli olduğunu zaten biliyordum. “Demek dişlerini göstermek istiyorsun. Güzel. Isırabilecek misin, asıl mesele o.” “Senin karanlığından korkmuyorum. Ne kadar sert olduğunu değil,ne kadar vicdansız olduğunu biliyorum.” Gözleri parladı. Bir adım daha attı. “Vicdanla bu işler yürümez. Bu evlilik olacak. Senin adın Defne, soyadın Demirtaş olacak. Ve buna göre konuşacaksın. Buna göre yürüyeceksin. Buna göre susacaksın.” Sırtım dikleşti, kalbim kaburgama yumruk atıyor gibiydi. Ama sesim dimdikti. “Senin soyadına göre yaşamayacağım. Benim adım Defne. Ve senin kurallarına göre nefes bile almam.” Nefesimi tuttum. Sonra gözlerini gözlerime kilitledim ve net, kararlı, içimden değil, yüzüne baka baka söyledim: “Bu evliliği seninle yapacağım belki. Ama bu savaşı sana kazandırmayacağım.” Bileğimden öyle bir hızla tuttu ki, sanki elim değil bütün bedenim onun avucuna sıkıştı. Sertçe kendine çektiğinde dengesizce sendeledim, ama gözlerimi kaçırmadım, başımı eğmedim. Gözleri gözlerimdeydi; karanlık, keskin ve meydan okuyan. “Çok konuşan kadınları sevmem ben,” dedi dişlerinin arasından, sesi tıpkı buz gibi, kırıldığında can yakan cinsten. “Senin dilin fazla uzun. Bu nikâh kıyılıncaya kadar kendine çeki düzen ver.” O an yanağımın içini öyle bir kuvvetle ısırdım ki ağzımda yayılan kanı suratına tükürmemek için bütün gücümü dişlerimin arasında tuttum. Kolumu hızla çekip avcundan kurtardım, ama tenimde bıraktığı o baskı hâlâ sızlıyordu. “Kimsin sen ya?” dedim, nefesim titreyerek göğsümden yükseldi. “Geçmiş karşıma beni tehdit ediyorsun. Senin adın, senin soyadın… zerre kadar umurumda değil! Götün yiyorsa git de ki ben bu evliliği istemiyorum.” Gözleri parladı, dudağının kenarı kasıldı, eli yumruk oldu ve o yumruğu hafifçe kaldırıp “Lan, bak fena olacak...” dediğinde başımı bir milim bile eğmedim. İçimdeki öfke bedenimi yakacak kadar sıcaktı. “Seninle evlenmek başlı başına midemi bulandırıyorken, karşıma geçip bu sözleri söylemen ateşimi başıma çıkarıyor. Benimle konuşurken haddini bileceksin. Bilmezsen—” Daha sözüm bitmeden elini belime bastırdı, sertçe, tehdit eder gibi yaklaştı. Yüzüme doğru eğildi, sesiyle nefesini karıştırarak, “Bilmezsem?” dediğinde tırnaklarımı göğsüne sapladım. “Uzak dur. Patlatmayayım beynini.” Dudakları kımıldadı, gözlerinde bir parıltı vardı. Yüzüme doğru eğilip hafifçe güldü, tıpkı sinir bozucu bir alay gibi. “Allah Allah... patlasana bi’. Nasıl yapacaksın, merak ettim ben.” Bu lafı duyduğum an ayağımın ucunu tam parmaklarının üzerine bastım. Sertçe. Canı acıdı ama bırakmadı. Yeter artık diye bağıracakken dişlerimi sıktım. “Uzak dur benden,” diye hırladım. “Git de ki bu düğün olmayacak. Kuzey’le Çiğdem evlenecek ama biz evlenmeyeceğuk!” Dilini damağına vurup, hafifçe başını yana eğdi. Sanki oyun izler gibi izliyordu beni. “Yok ya… ben evleneceğum senunle. Ne tür bi şeysün sen, onu bi görmem lazum.” Gözlerim yuvalarından çıkacak gibi oldu. “Hasta mısun sen ha? Neyimi göreceğisun? Ben istemeyrum seni, istemeyrum dedum ya, duymadun mi?” Elini çekip geri adım attı, ama gülümsemesi orada kaldı. Gözlerini gözlerime dikti, karanlık, kararlı. “Senin isteklerinin bir önemi yok güzelim. Ben ne istersem o olur. Ve ben seni istiyorum.” Yumruklarımı sıktım, tırnaklarımı avcuma batırdım. Göz bebeklerim genişledi, sesim titredi ama haykırır gibi bağırdım: “Ruh hastası. Evlenmeyeceğim seninle. Bu iş olmayacak.” O ise hâlâ sakin, hâlâ kendinden emin bir adımla arkasını dönerken umursamazdı. “Çeyizini topla. İki güne geleceğim seni almaya.” Donup kaldım. Birkaç saniye boyunca yerimden kıpırdayamadım. Sonra içimdeki tüm kinle, hınçla, ciğerimi yakarak bağırdım arkasından. “Ha ben sana verecem o çeyizi, sen bi gel kafana fırlatacam sandalyeyle beraber. O eve gelin mi girer, mezar mı kazılır, görürsün Toprak Demirtaş!” Yürümeye devam etti. Bir an olsun arkasını dönmedi. Omuzlarının o kendinden emin hâli, adımlarındaki o rahatlık… Delirtti beni. “İki güne gelir miş! Sen hele bi gel, ben de seni nasıl karşılayacağım bi gör. Öyle kolay mı sandun ha? Ben senun başına bu evliliği öyle bi dert ederum ki, sülalene miras kalır dertlerun.” Ruh hastası... Böyle bir adamla nasıl evlenecektim ben? Nasıl onunla aynı evin içinde nefes alacaktım? Ya o beni öldürecekti... ya da ben onu. Nasıl bir evlilik olacak derseniz?
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE