Nasıl susabiliyorlardı?
Hepsi oradaydı. Koca bir oda dolusu insan. Yıllarca “ailen senin arkandır” diyenler, şimdi duvar gibi karşıma dikilmişti. Gözümün içine bile bakamıyorlardı. Çünkü içten içe biliyorlardı; beni boğazlamışlardı. Ve ben hâlâ ayakta durmaya çalışıyordum.
Karnımın tam ortasında, kıpırdamayan bir acı vardı. Sanki biri içimdeki her şeyi eline alıp sıktı da yerine taş koydu. O an hiçbir şey hissetmiyorum sanmıştım ama meğer o hissettiklerim, sadece kelimelere sığmayacak kadar büyüktü.
Öfke, hüsran, inkâr... Hepsi iç içe geçmişti.
Ben... onların kızlarıydım. Kız çocukları ne zaman bu kadar gözden çıkarılabilir oldu? Ne zaman aile olmak, sessizce kurban seçmek anlamına geldi?
Ellerim istemsizce titredi. Bastırdım. Tırnaklarım avuçlarımı acıttı ama o acı bile güzel geldi. En azından hissettiğimi hatırlattı. Soluğum düzensizdi. Nefes almam gereken her an, içime yutamadığım bir yıkım doluyordu.
Kalbim?
Ne hissediyordu kalbim?
Kırılmak artık basit kalıyordu. Kalbim çığlık atmak istiyordu. “Ben kimsenin barış masasında satılacak eşya değilim,” diye haykırmak istiyordu. Ama dudaklarım kıpırdamıyordu.
Sustum. Çünkü bu evde, susmayanlar cezalandırılmıştı.
Ama bu defa farklıydı. Bu defa içimdeki sessizlik bir isyana dönüşüyordu.
Gözüm babama kaydı… Başını kaldırmadı.
O başını kaldırmadıkça ben küçüldüm. Gücüm, onlara inancımdı. Onu da aldılar.
Kuzey ağabeyim, bana koruma sözü vermişti küçükken. Ellerim üşüdüğünde, elini uzatmıştı. Ama şimdi... elleri yumruk olmuştu. Gözleri yerde, sesi yoktu. Sanki onun da içi yandı ama sesi çıkmadı. Çünkü hepsi... razıydı.
Sırtım terlemişti. Yanağımdan bir damla ter mi aktı, gözyaşı mı… bilmiyorum.
Ama bildiğim bir şey vardı:
Bu evde kalırsam, kendim olmaktan çıkacaktım.
Bu evde kalırsam, bir başkasının karısı, onların barış sözleşmesi olacaktım.
Ve ben... kendimi hiç kimsenin affına bırakmayacaktım.
“Bu evlilik asla olmayacak.”
O söz, boğazımdan değil; kalbimin en karanlık köşesinden kopup geldi. Sert, kararlı, yırtıcı.
“Sizin barış anlaşmanızın bedeli ben olmayacağım,” dedim. Sesim titremedi. Artık hiçbir şey için titremeyecektim.
Babam hâlâ başını kaldırmadı. Ne bir açıklama ne bir bakış. O an, sadece bir baba değil… bir adamdı karşımda.
Ama dedem… O, sustuğum her saniyenin hesabını sorar gibiydi. Çatık kaşlarını bana çevirdi, gözleri delici.
“Evlenmeyip ne yapacaksın?” dedi.
“Ağabeylerinden birinin ölmesini mi istiyorsun?”
Bir an nefesim göğsümde sıkıştı. Gözlerimi kapattım. Derin bir nefes aldım. Hayır… Onların ölmesini istemiyordum. Ama ben yaşarken böyle ölmeyi de hak etmiyordum.
Tam o anda, Kuzey ağabeyim yanıma geldi. Elimi tuttu. Sımsıkı. Gözlerime baktığında, sanki biz çocukken gizlice kaçtığımız dere kenarını hatırladım. Artık kaçacak yerimiz yoktu.
“Kardeşimi o adama asla vermem,” dedi. “Kan dökülecekse... önce beni öldürün.”
Kalbim sıkıştı. İçimdeki bütün o acı, gözlerimden taşıyordu. Annem, hıçkırıklarıyla koltukta büzülmüştü. Murat ağabeyimin eşi korku dolu gözlerle eşine bakıyordu. Sessizlik, bir cehennem gibiydi.
“Şu an duygularınla konuşuyorsun Kuzey,” dedi dedem. “Bu olacak. Sen de, ben de biliyoruz. Defne, Toprak Demirtaş’ın karısı olacak. Çiğdem Demirtaş da senin.”
Sanki alışveriş yapıyorlardı. Sanki bir eşya konuşuluyordu.
Annem, dizlerine vura vura ağladı.
“Vermem kızımı onlara. Ne olursa olsun, vermem.”
Dedem bir adım öne çıktı. Sesi bir tokat gibi indi odaya.
“Oğullarının ölmesini mi istiyorsun?”
Bu cümle... sadece annemin değil, hepimizin içine saplandı. Hepimiz sustuk. Hepimiz paramparçaydık ama kimse konuşmuyordu.
“Bu kanı Arif akıttı,” dedim burnumdan soluyarak. “Derdiniz neyse, onunla çözün. Neredeyse çağırın yüzleşsin. Bu olanların bedelini neden ben ödüyorum?”
Sesim yükselecek gibi oldu ama tuttum kendimi.
“Yıllar önce duran kan davasını yeniden ateşe o verdi. Derdiniz buysa gidin onunla hesaplaşın. Ben kimsenin kefareti değilim.”
Arif ortalarda yoktu. Ne garip... Kanı o akıttı, ama bedeli ben ödeyecektim.
“Defne!”
Yüzümü döndüm. Dedem adımı bağırdı ama arkamı bile dönmedim.
Adım Defne.
Ve bu ev, artık beni hiç tanımıyor.
Odama çıktım. Ve o an kararımı verdim. Ya onlar vazgeçecekti... Ya da ben, bu hayattan.
Kapıyı kapatır kapatmaz bir darbe gibi vurdu içime. Bedenim odaya girerken, ruhum sanki hâlâ aşağıdaki salondaydı. Dizlerim titriyordu ama hâlâ ayaktaydım. Ayakta kalmak… Hayır, buna direnmek denmezdi artık. Bu, tamamen içimde parçalanarak ayakta durmaya çalışmaktı.
Bir anda, patlayacak gibi oldum. Hırsla ilk elime geleni fırlattım. Masanın üzerindeki defter, çerçeve, kalemlik… her şey yere saçıldı. Çekmeceleri açtım, içindekileri avuç avuç çıkartıp odanın ortasına attım. Gardırobun kapağını hızla çektim. Elbiselerim üstüme düşerken birini sıkıca tutup yere fırlattım.
Odam darmadağın olmuştu. Ama içim hâlâ düzenliydi; sessizdi. Ve bu sessizlik… beni delirtiyordu.
Yatağımı kavradım. Üzerindeki yastığı, battaniyeyi, örtüyü bir anda savurdum. Sanki içime bastırılmış ne varsa o yastıkların içine sinmişti de onları yok edince ferahlayacaktım.
Ama ferahlamadım. Hiçbir şey geçmedi.
Ve sonunda…
Gücüm tükendi. Ellerimle yatağın kenarını sıkarken dizlerimin bağı çözüldü.
Yavaşça yere çöküp başımı yere eğdim. Ve o anda ağladım.
İçimde yıllardır birikmiş ne varsa, oracıkta döküldü. Sessiz değildi. Sessizlik artık yük oluyordu. Nefes alamıyordum. Göğsümde sanki biri yumrukla bastırıyordu. Gözlerimden yaşlar değil, içimde kalan her şey akıyordu.
O an kapı hafifçe aralandı.
Annem.
Hiçbir şey demedi. Sadece geldi… Ve yere çöküp ardımdan bana sımsıkı sarıldı. İçimi parçalayarak, beni kendi bedenine bastırdı.
Sadece ağladım. O da ağladı. Ne o bana, “Geçer,” dedi. Ne ben, “Beni anla,” dedim. Ama ikimiz de o an çok iyi anladık: Bu suskunluk, yalnızca bize ait bir yas gibiydi. Ve bu evdeki herkes bir karar vermişti belki…
Ama biz kırılmıştık.
Annem hiçbir şey sormadı. Yerde, darmadağın yastıkların ve kırışmış örtülerin arasında yanıma oturdu. Sırtıma dokunduğunda tırnaklarımı halıya gömmüştüm. Ağlamam kesilmedi. Durmadım. Nefes alacak gücüm kalmasa bile ağlamaktan vazgeçmedim.
Kokusu…
O tanıdık, çocukluğumun güvenli yerlerinden kalan kokusu, yavaşça sarıp sarmaladı beni. Omzuma yaslandı. Birlikte aynı zemine çökmüştük. Ama farklı kırılmıştık.
“Defne’m...” dedi, sesi neredeyse fısıltı gibiydi.
“Ben seni kimseye vermem. Kızımı... düşmana gelin etmem ben.”
Sesi, içimde yıllar öncesine uzandı. Dizlerim kanadığında beni kucaklayışına... Uykum kaçtığında saçlarımı okşayışına... Ama bu defa öyle değildi. Bu defa, canımın içi değil, ruhum yanıyordu.
“Dayıların, ağabeylerin bir yolunu bulacak... Bu iş çözülecek. Birileri buna dur diyecek, inan bana,” dedi.
İçimde bir ses, onun ne kadar inanmak istediğini biliyordu. Ama aynı ses, onun da tıpkı benim gibi gerçeği biliyordu:
Bu sözler, sadece beni yatıştırmak içindi.
Sadece, içimdeki yangının sesini bastırmak için kurulmuş cümlelerdi.
Başımı kaldırmadım, gözlerinin içine bakmadım. Sadece sessizce ağladım.
Omzuma dayanan elini tuttum. Sıkıca değil... sadece hissetsin diye.
Ben onu seviyordum. O da beni. Ama sevgimiz, bu düzene karşı yeterli değildi. O da kırılmıştı. Ben de...
Ve bazı kırıklar, birbirine sarılarak geçmiyordu.
Bu gece, annem yanımda uyudu. Ama ben... Bu gece ilk kez gerçekten yalnızdım.
***
Bütün gece başımın içinde zonklayan ağrıyla debelendim. Her gözümü kapattığımda babamın sessizliği, Kuzey’in öfkesi, annemin çaresizliği… hepsi üstüme çöktü. Yatak dar geldi, duvarlar daha da yaklaştı sanki. Bu ev, artık beni içine almıyordu. Sanki her taşında, beni susturmaya çalışan bir bakış gizlenmişti.
Sabaha karşı, sonunda ayağa kalktım. Banyoda soğuk suyla yüzümü yıkarken aynadaki yansımama bile uzun uzun bakamadım. Gözlerimin altı morarmıştı, ama asıl yorgunluk kalbimdeydi. Bedenim uyanmıştı belki ama ruhum hâlâ dün geceye saplanmış kalmıştı.
Üzerime sade bir kıyafet geçirdim. Çantamı aldım. Ne koyduğumu bile hatırlamıyorum. Birkaç parça eşya. Belki kaçmak için, belki sadece yok olmak için. Sessizce merdivenleri indim. Ev sessizdi. Kimse yoktu. Sormadım. Zaten hiçbiri şu an görmek istemediğim yüzlerdi.
Kapıyı açtığım gibi, sabah serinliği yüzüme çarptığında içime biraz nefes doldu. Ama o da yetmedi.
Gözüm, dün neredeyse öfkeyle parçalayacağım arabaya takıldı. Yan aynası çatlamış, kapısında ezik… tıpkı içim gibi.
Kapısını açmadan önce derin bir nefes aldım. Sanki oturduğumda bu hikâyeye geri dönecektim. Kaçamıyordum ama en azından biraz uzaklaşmak istiyordum.
Direksiyona geçtim. Ellerimi derin bir nefes eşliğinde direksiyona koydum. “Bu bir rüya olmalı,” dedim içimden. “Bu kadar kötü olamaz gerçek.”
Her şey gerçekti.
Nefret ettiğim adamın karısı olmamı istiyorlardı.
Toprak Demirtaş.
Daha dün sabah arabasını neredeyse çukura sürecektim. Şimdi ise… ailesiyle aynı soyadını taşımamı istiyorlardı.
Bu nasıl bir ironi? Nasıl biri, kızını bu kadar kolay harcayabilir? O adam hakkında söylenen onca şeyden sonra nasıl hâlâ “Evet” diyebiliyorlar?
Hiçbir sapağa uğramadan doğruca pastaneye sürdüm.
Tezgâhın arkasında çalışan Aysel, beni görür görmez elindeki bezle tezgâhı bırakıp yanıma koştu.
“Sonunda gelebildin,” dedi endişeyle.
“Akşam uğrayacaktım ama babam ‘Ortalık karışık’ dedi. Sen iyi misin?”
Hiç cevap vermedim. Sadece başımı hafifçe sallayıp, boş sandalyelerden birine oturdum. Karşıma otururken sıkıntıyla iç geçirdi.
“Baban anlatmıştır sanırım.”
“Ben anlamıyorum… Hangi çağda yaşıyoruz biz Defne? Kan davası mı kaldı? Git polise, suçlu kimse cezasını çeksin. Bu iş böyle mi çözülür?”
Gözlerimi yere sabitledim. Kelimeleri duydum ama beynim işlemiyordu artık. O kadar çok konuşulmuş, o kadar çok susulmuştu ki... Aysel’in sözleri sadece bir fon sesi gibiydi kulağımda.
“O psikopat adamla evlenemezsin. Hem ne demekmiş, onların kızı da Kuzey’e verilecekmiş? O dilsiz kız… O Kuzey’le asla yapamaz. Hiç konuşamıyor, kendini savunamaz ki, Kuzey’e yakışmaz bile.”
O an… Burnumun direği sızladı. Sanki biri kalbimin tam ortasına bastı.
Ben bağırabiliyordum. İsyan edebiliyordum. Ama o kız… belki yüz kere bağırmak istiyor, ama kelimeleri olmuyordu.
Kim bilir… O da aynı odada yere çöküp sessizce ağlamış mıydı? Belki de biz… bu savaşta, sadece isim değiştiren kurbanlardık.
***
Demirtaş Konağı’nda gece hiç bitmemişti.
Rüzgâr hâlâ hastanedeydi. Baldırındaki mermi kemiğe saplanmamıştı ama yaranın sızısı kadar, olayın yankısı da ailede kapanmayan bir yara hâline gelmişti. Salonda hava ağırdı. Konuşmalar değil, nefesler bile yankılanıyordu. Koca konakta bir sessizlik hakimdi ama bu sessizlik, fırtına öncesi türden değildi. Fırtına çoktan kopmuştu. Şimdi geriye, darmadağın olan duvarların arasında yankılanan öfke kalmıştı.
Yavuz bir ileri bir geri yürüyordu. Her adımında küfürle bir şeyler söylüyor, elini saçlarına daldırıyor, yumruğunu sıktığında parmak kemikleri bembeyaz oluyordu.
Serhat da farklı değildi. Masanın ucuna dayanmış, gözleri sinirle kıvılcımlanıyordu.
"Ben size demedim mi?” dedi Yavuz, sesi yükselince odanın duvarları bile geri çekilmiş gibiydi. “Karaçamlar durmaz. O pezevengin oğlunu elini kolunu sallaya sallaya dolandırdınız. Rüzgar’ı vurdular. Şimdi ne olacak ha?”
Kimse cevap vermedi. Sadece içerideki gerginlik arttı.
Odanın tam ortasında, koltuğun ucunda dimdik oturan bir adam vardı. Diğerlerinin aksine suskundu. Yüzü taş gibiydi. Bakışları sabitti. Elleri dizlerinde, sırtı dümdüz. Toprak.
Konuşmadı. Hiçbir tepki vermedi. Ama o konuşmadıkça, salondaki hava daha da ağırlaştı. Toprak’ın suskunluğu, diğerlerinin bağırışından daha çok hüküm sürüyordu bu evde.
“Rüzgâr adamın yavuklusunu taciz etmiş. Siz dua edin de mermiyi beynine sıkmamış. Kardeşiniz hatalıdır, bu yüzden bağırıp durmayın. Birazdan gideceğimiz toplantıda sakın aile büyüklerinin önünde konuşmayın. Masada sözü geçecek bir kişi vardır o da işleri devralan Toprak’tır.”
Yavuz ve Serhat babalarına öfkeyle bakarken dedeleri Halis burnunu hafifçe havaya dikip torunlarını süzüyordu.
“Fikret haklıdır, Toprak ne derse o olacak. Siz sakın ola her lafa girmeyin.”
Seher Hanım, konağın bir köşesinde oturmuş, gözleri ağlamaktan şiş, dudakları titriyordu. Herkesin sesini bastıran bir fısıltıyla, “Çiğdem... kızım konuşamıyor. Dilsiz. O evde ezilir, küçümsenir. Ne olur... yapmayın,” dedi kocasıyla kayınpederine.
Kocası yüzüne bakmazken kayınpederi bastonunu yere vurarak, “Sen konuşma,” dedi. “Evlenecek diyorsak evlenecek. Zaten onu bu halde kimse almazdı.”
Herkesin kaşları çatılırken deminden beri sessizce oturan Toprak, “Dede!” diye bağırdı. “Ağzından çıkanları kulağın duysun, susuyorsam sana saygımdan susuyorum. Eğer sana saygı duyulmasını istiyorsan aileme saygı duyacaksın.”
Elini gelişi güzel salladı yaşlı adam. Kalbinin kötülüğü yüzüne vurmuştu adeta.
“Sen gençliğinde o adamla kavga edip kan döktüysen bunun sorumlusu neden biz oluyoruz baba?” diyerek sesini yükseltti Seher Hanım. “Benim kızım neden o aileye gelin gidiyor? Sizin kavganız, düşmanlığınız yüzünden benim çocuklarım neden bu durumdan etkileniyor?”
“Seher, ses tonunu düşür. Ne zamandır büyüklerine karşı gelir oldun?”
Başını dik tuttu, yüreğinden aldığı öfkeyi saklamadı Seher Hanım.
“Evlatlarımı birbirine düşürmeye kalktığınız gündür ben sizin karşınızda dimdik durmayı öğrendim, baba. Gençliğinde o aileyle dalaşıp kan döken sendin. Sene olmuş bilmem kaç, kimse kimseye karışmazken, çocukları hep ateşe attınız. Doldurdunuz içlerini, kavga ede ede büyüttünüz.”
“Senin anlamayacağın konular var Seher, kızının yanına git,” diyen kocasına öfkeyle dönüp gözlerini kıstı.
“Yazıklar olsun sana. Gözümün içine baka baka kızımızı o ailenin içine yollayacaksın ha? Bi’ kere olsun babana ‘dur’ diyemedin, bi’ kere!”
Fikret Bey dişlerini sıkıp iç çekti.
“O aileden de buraya gelin gelecek. Ne istiyorsun, kan mı dökülsün?”
Seher Hanım yerinden fırladı. Artık dizleri değil, ruhu titreşiyordu.
“Ula siz ha deyince kan akıtanlardansınız zaten. Ama niye her seferinde kadınlar öder bu savaşın bedelini ha? Yazık değil mi ikisine de? Tanımadıkları adamların koynuna girecekler, onlara kadınlık edecekler. Nasıl kıyarsınız? Vicdanınız nasıl kaldırır bunu ha?”
Toprak o sırada dizlerinin üzerinde sıkılı yumruğunu iyice bastırdı, alnındaki damarlar belirginleşmişti.
Seher Hanım bakışlarını üç oğluna gezdirdi, gözleri cam gibi doluydu ama sesi netti.
“Yavuz, Serhat, Toprak... Siz kardeşsiniz uşaklarım. Malın, paranın peşine düşüp birbirinize düşman olmayasınız. Bir tane bacınız var... Onun da ağzı var, dili yok... Sakın onu ezdirmeyesiniz. Hiçbirinize hakkımı helal etmem o zaman.”
Son sözlerini söyledikten sonra gözlerini sildi, kimseye bakmadan döndü ve odasına doğru yürüdü. Ama arkasında bir annenin laneti gibi kalan bir sessizlik vardı. Ve o sessizlik... artık Toprak'ın da içinde yankılanıyordu.
“Çıkmamız lazım,” diyen dedesine bakmadı. Herkes birer birer salondan çıkarken, yerinden kımıldamadı. Masaya oturmak onun için bir zorunluluktu ama şu an oturması gereken başka bir masa daha vardı. İçindeki sessizlik, salondakilerin bağırışından daha yüksek sesle konuşuyordu. Herkesin bir fikri, bir tepkisi, bir bahanesi vardı. Ama bir tek Çiğdem hiçbir şey dememişti. Yine de en çok onun içinde fırtına koptuğunu biliyordu.
Ağır adımlarla üst kata çıktı. Merdivenleri çıkarken her basamakta biraz daha ağırlaştı yüreği. Kız kardeşinin odasının önünde durduğunda bir an elini kapıya uzatamadı. Derin bir nefes aldı, sonra parmak uçlarıyla kapıya hafifçe vurdu. Kapı hafifçe aralandı. İçeri girdiğinde odada bir huzur vardı ama o huzur sanki biraz fazla sessizdi. Pencerenin önünde oturan Çiğdem’in yeşil gözleri, dışarıdaki yağmuru değil, sanki içerideki yangını izliyordu. O güzel yüzünde her zamanki gibi o incecik tebessüm vardı ama Toprak o tebessümün ardında bastırılmış bir korkuyu okudu.
Sessizce onun karşısına oturdu. Çiğdem’in ellerini kendi iri elleri arasına aldı. İnce, narin parmaklar. O eller, çocukken çizdiği resimlerde mutlu evler çizerdi. Şimdi o evin içinde hapsolmuş gibiydi.
“Dünden beri neler oluyor bu evde?” dedi usulca. Ses tonunda alışılmış sertlik yoktu. Sorunun cevabını zaten biliyordu, ama ondan duymak istiyordu.
Çiğdem, başını hafifçe yana eğdi. Ellerini kaldırdı, işaret diliyle kısa bir cümle kurdu.
“Biliyorsun.”
Toprak derin bir nefes aldı. Gözleri dolmasa da içi sıkışmıştı. Kız kardeşinin gözlerine baktı.
“Vermeyeceğim seni o adama. Gerekirse kan dökülsün ama seni o eve yollamam. Ne seni ne de o Karaçam kızını bu işin içine sokmayacağım.”
Çiğdem’in gözleri kocaman açıldı. Gözlerindeki ifade, korkuyla karışık bir çaresizliği taşıyordu. Ellerini hızla kaldırdı, birkaç işaret yaptı.
Toprak bu defa daha yumuşak konuştu. “Korkma... kimseye bir şey olmayacak. Ağabeyine güven.”
Çiğdem başını hızla iki yana salladı. Sonra ellerini tekrar konuşmaya zorladı. Bu defa daha uzun bir cümle kuruyordu.
“Ben evlenmek istiyorum.”
Toprak’ın kaşları çatılırken geriye yaslandı. Korktuğun için böyle söylüyorsun. Ama korkma. Seni korurum, söz veriyorum.”
Çiğdem başını yine iki yana salladı. Ellerini kaldırdı, bu sefer işaretler daha hızlıydı. Duygularını kontrol etmekte zorlandığı belliydi.
“Karara uyalım. Rüzgâr o kızı taciz etti. Evlilik olmazsa olay büyür. Seni, Serhat’ı, Yavuz’u... hepinizin canı yanar. Bu yüzden evlenirim abi.”
Toprak öfkeyle yerinden fırladı. Koltuğun kenarını sıkınca deri gıcırdadı. Ses tonunu yükseltmeden, ama titreyen bir öfkeyle konuştu.
“Olmaz Çiğdem. O adamın ne mal olduğunu bilmiyorsun sen. Korkarsın ondan. Vahşi bir herife kız kardeşimi vermem ben.”
Çiğdem’in gözleri bu kez buğulandı. Ama ağlamadı. Ağlamamak için gözkapaklarını kırpıştırdı, sonra yavaşça ayağa kalktı. Ellerini tekrar hareket ettirdi.
“Sizden birine bir şey olursa... ben yaşayamam abi. Bu yüzden... ben istiyorum.”
Toprak bir an hiç kıpırdamadan durdu. Sonra iki adım attı, kardeşinin omuzlarından tuttu. Sesi alçaldı.
“Dedem mi korkuttu seni?”
Çiğdem başını hızla iki yana salladı.
“Hayır. Kimse beni korkutmadı. Olması gereken bu.”
Toprak’ın kalbi sıkıştı. Küçücük, narin kardeşi... herkesi korumaya çalışıyordu. Ellerini yavaşça indirip, geri çekildi. Gözleri Çiğdem’in yüzünde gezindi. Göz göze geldiklerinde, ilk defa kız kardeşini bir çocuk gibi değil, karar verebilecek biri olarak gördü.
Ama ne olursa olsun... içindeki o abilik duygusu, onu bu savaştan koruma arzusu bir adım bile geri atmıyordu.
***
Karadeniz’in sisli sabahı, o gün biraz daha sessizdi. Rüzgâr bile sesi kısmıştı sanki. Yaylanın yükseklerinde, dağların göğe uzandığı, köylerin gözden kaybolduğu bir yerde, taş duvarlı eski bir ahşap yapı duruyordu. Ne tabelası vardı ne de yolu belliydi. Bilen bilirdi, bilmeyen yaklaşamazdı. Çünkü bu ev, kimsenin oturmadığı ama herkesin boyun eğdiği bir yerdi.
İçerideki oda ağırdı. Tahtadan yapılmış masanın çevresinde on iki sandalye vardı. Her bir sandalyede, bu toprakların en eski soyadlarını taşıyan adamlar oturuyordu. Saçlarının beyazına, gözlerinin kırışığına, ellerindeki nasıra geçmişin bin bir gölgesi sinmişti. Kimi bastonuyla gelmişti, kimi sessizliğiyle. Ama hepsinin ortak bir dili vardı: Barış. Birbirlerine isimle değil, soyla seslenirlerdi. Konuştuklarında sesleri yankılanmazdı, ama cümlelerinin ardından odada sessizlik yankılanırdı.
Masada çay yoktu. Söz vardı.
Duman yoktu. Geçmişin külü vardı.
Ve en önemlisi, hesap vardı.
Çünkü masaya kimse ‘ben’ diye oturmazdı. Herkes bir soydu, bir yük, bir mirastı.
Toprak Demirtaş, masanın sağ ucuna oturmuştu. Karşısında, Karaçam soyadını taşıyan Kuzey vardı. İkisi de gençti ama gözlerinde yaşlarından çok daha fazla yıl vardı. Ne konuşuyorlardı ne göz teması kuruyorlardı. Çünkü bu masada konuşmadan da tartışılırdı. Duruş yeterdi.
Masanın tam başında, bastonuna yaslanmış, beli bükülse de sözü bükülmeyen bir adam oturuyordu: Hakkı Albayrak. Yörenin en eski ailelerinden. Ne Demirtaş’tı ne Karaçam. Ama bu iki aile konuşacaksa, aralarında o olurdu.
Kapının kenarında bir ocak vardı. Kimse çay istememişti. Çünkü bu masada susuzluktan değil, suskunluktan çatlamayı göze alırlardı. Toplantının başlayacağını, birinin öksürmesi, diğerinin bastonunu yere hafifçe vurması bile belli etmezdi. Çünkü bu masada zaman da söz kadar ağır akardı.
Bugün bu evde toplananlar, sadece iki ailenin değil; Karadeniz’in sustuğu, hısımların konuştuğu bir kararı vereceklerdi. Ve bu karar, öfke değil... kan değil... itibarla alınmalıydı. Yoksa herkesin yandığı, toprağın bile yüz çevirdiği bir sonuç kaçınılmazdı.
Bastonunun ucuyla yere hafifçe vurdu Hakkı Albayrak. Ses çıkmadı belki ama o baston masaya sözü getirdi. Başını kaldırmadan, gözlerini hiçbirine dikmeden, konuşmaya başladı.
“Biz bu dağlarda, taşın çatladığını da gördük... kanın aktığını da. Ezanla toprağa girenimizi de... bedduayla mezarsız kalanımızı da. O yüzden sözü ne zaman, nasıl söyleyeceğimizi öğrendik. Şimdi... konuşma zamanıdır.”
Masanın etrafındakiler kıpırdanmadı. Hakkı Bey derin bir nefes aldı, devam etti.
“Demirtaş da bizim, Karaçam da... Düğünde horon, cenazede omuz olduk birbirimize. Ama iki soyun da sırtında çok eski bir yük var. Kanın gölgesinden geçmeden bu masaya oturulmaz. Hepimiz biliriz. O yüzden buradasınız.”
Bakışlarını masanın ucuna, önce Toprak’a, sonra Kuzey’e kaydırdı. Gözlerinde yaş değil, hesap vardı.
“Sizin kavganız sadece iki adamın kavgası değil. Sizin öfkeniz, dağların dilinde yankılanır. Sizin sustuğunuz yerde, bu coğrafya konuşur. O yüzden... aklı olan sussun bugün. Çünkü söylenecek her laf, ya yeni bir savaş başlatır... ya da yüzyıllık bir suskunluğu bozar.”
Bir süre sustu. Nefes aldı. Masadakilerin gözleri hâlâ yerden kalkmamıştı. Ardından sesi biraz daha ağırlaştı.
“Toprak... Kuzey... Bu memlekette aile demek soy değil, söz demektir. Şimdi sizden beklenen, soyunuzun devamı değil. Sözünüzün hükmüdür. Evlatlarınız için değil, evlatlarınızın çocukları için konuşacağız bugün.”
Toprak başını hafifçe kaldırdı ama yine de konuşmadı. Kuzey’in çenesi sıkılmıştı, alnındaki damar belirginleşmişti.
Hakkı Bey sözünü noktalamadan önce masanın geneline döndü.
“Şimdi herkes düşünsün. Biz bu coğrafyada bir daha cenazeye değil, düğüne gidecek miyiz? Yoksa yine bir sabah daha, toprağı kanla mı sulayacağız?”
Masaya bu söz indiğinde, her adam biraz daha içine çöktü.
Ve o an belliydi ki, bugün burada söylenecek her kelime, tarihe geçecekti.
Hakkı Bey’in sesi salondan çekildiğinde, bir süre kimse konuşmadı. Nefesler yutkundu, gözler aynı yerde kaldı. Bu sefer sesi çıkartan, masanın diğer tarafında oturan, baston taşımayan ama bükülmüş belini gururla taşıyan bir adam oldu: İsmail Karaçam. Kemal’in amcası, Kuzey’in gözlerini kaçırdığı, babasının dahi çekinerek konuştuğu adam.
“Bu toprak, dikeniyle büyütür evladını,” dedi, sesi yaşına rağmen çınlıyordu. “O yüzden bizim çocuklarımız da genç yaşta keskinleşir. Ama bilirim... keskinlik bazen kanı söker, bazen haysiyeti.”
Sırtını dikleştirdi, ellerini masanın kenarına koydu. Cümleleri ağır, ama kırıcı değildi.
“Ben de genceydim bir vakit. Kan gövdeyi götürdü, kardeşim gitti, yeğenim yetim kaldı. Damağımda hâlâ kan kokusu vardır. Sorarım size... O kokuyu torunlarımızın ağzına mı bulaştıralım yeniden?”
Masa çıt çıkarmadı. İsmail Bey sözünü devam ettirdi, bakışlarını doğrudan Toprak’a çevirdi.
“Toprak... Sen babandan büyüksün artık. Çünkü bu yük, babaların değil, sizin omzunuza indi. Kuzey... Senin damarında Karadeniz’in öfkesi var ama unutma... öfke su gibi akar ama taş gibi iz bırakır. Hepimiz birer iziz artık. Ama iz bırakmamak... sizin elinizde.”
Kuzey başını hafifçe eğdi. Yumrukları dizlerinin üzerinde kenetlendi. İçindeki öfke, gözbebeklerinin kenarına kadar dayanmıştı. Babasının susması, dedesinin sessizliği, amcasının bakışları... hepsi üstüne yıkılıyordu. Toprak’a baktı. Karşısında dimdik oturan o adamla ilk kez aynı yükün altında olduğunu hissetti.
Ve düşündü.
Bu evlilik bir fedakârlık mıydı, yoksa bir ceza mı?
Defne’yi o adamın karısı yapmak, onun koruyucusu olmak mıydı, yoksa hayatını teslim etmek mi?
Kuzey’in içinden geçen her cümle, masaya dökülmeden boğazında düğümleniyordu.
O sırada Fikret Demirtaş hafifçe başını kaldırdı. Söz istemedi, ama sözü aldı.
“Biz oğullarımızı düşmana karşı yetiştirdik, birbirlerine değil. Şimdi düşman evimize damat, bizden biri onlara gelin olacaksa... bu toprakta kan değil, barış konuşsun isterim. Bu bizim kaderimiz değil. Bu bizim kararımız.”
Kemal Karaçam da sessizce başını salladı. Ardından Halis’in gür ve kırıcı sesi duyuldu:
“Bu mesele burada bitecek. Karaçamlar’dan bir kız, Demirtaş’a gelin olacak. Demirtaşlar’dan bir kız da Karaçam’a gidecek. Kız alınıp kız verilecek. Hafta sonu kızlar bundan sonraki yeni evlerine, kocalarının yanlarına geçecek. Kim bu karara karşı gelirse, bu toprakta yer bulamayacak.”
Sözü duyan herkes başını eğdi. Bazıları onaylamak için, bazıları boyun eğmek zorunda kaldığı için. Ama biri vardı ki, başını kaldırdı.
Kuzey.
Çenesini sıktı, bakışlarını doğrudan Halis’e dikti.
“Her şeyin bir usulü vardır,” dedi. Sesi öyle kararlıydı ki, masa üzerindeki nefes bile durdu. “Kız istenir, düğün kurulur, dernek kurulur. Alnıyla, şanıyla, namusuyla evinden çıkartılır. Ben mal almıyorum, her şey olması gerektiği gibi olacak.”
O an ne bir fısıltı oldu ne bir itiraz. O söz salona döküldüğünde, duvarlara bile sinmişti.
Kuzey'in gözleri, bir anlığına yere indi. Ama ne Halis’ten ne de masadakilerden çekinmişti.
Kemal Bey, oğlunun bu çıkışına hafifçe başını salladı. Onun yanında oturan yaşlı dayısı mırıldandı. “Kuzey delidir ama haksız değildir.”
Masanın diğer ucunda hâlâ susan bir adam vardı. Gözleri yerde değildi ama kimseninkine de dikilmemişti. Ellerini masadan çekmemişti ama yumruk da yapmamıştı. Sırtı dümdüz, çenesi kilitliydi. Toprak.
Birkaç saniye daha geçti. Hakkı Albayrak gözlerini ona çevirdi.
“Senin sesini duymadık, oğul. Kabul ediyor musun?”
Toprak bakışlarını Hakkı Bey’e çevirdi. Gözlerinde öfke yoktu, ama huzur da değildi o. Sanki sustuğu her saniyede, içinden bir şey eksiliyordu. Sessizliği çatırdadı.
“Bu evlilik, kanı durduracaksa… olur. Ama kimseye söz vermem bilin, canımı yakarlarsa kimsenin gözünün yaşına bakmam.”
Masadaki tüm yaşlılar birbirine baktı.
Toprak, evet dememişti. Ama hayır da dememişti. O sadece, masaya ağırlığını koymuştu.
Masanın etrafındaki sessizlik, kararın üzerinden bir süre daha sürdü. Çaylar içilmedi, sözler yutuldu, başlar eğildi. Ama iki adam vardı ki… hiçbir yere sığmıyorlardı. Aynı masaya zorla oturmuş iki bozkurt gibi, bakışları her an birbirine diş geçirmeye hazırdı.
Toprak, başını hafifçe Kuzey’e çevirdi.
“Senin evine girecek kız, benim canımdan. Ona bir zarar gelirse, seni o eve gömerim bunu da herkesin önünde söylemiş olayım.”
Kuzey, sandalyenin kenarına doğru eğildi. Gözleri buz gibiydi.
“Senin de evine girecek olan, benim kanımdan. O kıza gözünü dikip sesini yükselten olursa… önce seni sustururum.”
Masadaki yaşlılardan biri araya girmeye çalıştı. “Yeter çocuklar. Artık düşman değil, akrabasınız siz. Bu sözler artık size haram olmalı.”
Söz haramdı da… içlerindeki kin helal gibi oturmuştu.
Toprak gözlerini kısmadan, bakışlarını Kuzey’in üstünden çekmeden konuşmaya devam etti.
“Benim evimde ses yükselmez. Biri ezilmeye kalkarsa... önce ben duvar olurum. Bunu iyi bil.”
Kuzey, dudaklarının kenarından soğuk bir gülümseme geçirdi.
“Biz ezilmeye alışkın değiliz. Ama senin evin, bizim için mezar olursa… bir daha kimse düğün konuşmaz bu toprakta.”
Birkaç yaşlı başını iki yana sallarken Hakkı Albayrak boğazını temizledi. “Siz artık düşman değil, hısım oldunuz. O yüzden sözlerinizi seçin. Bu laf, artık aile içindedir. Her tehdit, kendi akrabanıza edilir oldu.”
İki adamın bakışları değişmedi. Kuzey’in yumruğu masanın altına bastırılmıştı. Toprak’ın gözleri bir an bile kırpılmamıştı.
Bu masa onları akraba yapmıştı belki… Ama gönül, kanı tanır.
Kinle pişmiş bir kahve, dudakta durmazdı.
Masada kısa bir sessizlik daha oldu. Herkes kararın gölgesine çekilmişti. Hakkı Albayrak, gözlerini yere dikmiş, eliyle bastonunun topuzunu okşarken, “Usul diyordunuz,” dedi. “Peki... o zaman sorarım size. İlk adımı kim atacak?”
Kemal Karaçam hafifçe öne eğildi, yanındaki oğluna baktı, sonra başını kaldırmadan konuştu.
“Kızımızı Demirtaşlara verirken... düğün, dernek, töre ne gerekiyorsa yapılacak. Sessizce gitmeyecek. İlk düğün... bizim evden çıkacak.”
Halis’in kaşları çatıldı ama bir şey demedi. Fikret Bey içini çekti, gözlerini bir an oğlu Toprak’a kaydırdı, sonra başını salladı. “Uygundur,” dedi yavaşça. “Kuzey’in düğünü bir hafta sonra olur. Bir hafta sonra da... bizim evde düğün kurulur. Toprak evlenir.”
Ama daha söz tamamlanmadan, Toprak’ın sesi ağır bir taş gibi masaya düştü.
“Önce bizim düğün olacak.”
O an masadaki her nefes durdu. Sesi ne yüksekti ne de aceleciydi. Ama bir duvar gibi dikilmişti ortalığa.
Başını kaldırıp, gözlerini tek tek masadakilerin üzerinde gezdirdi. Kaşları çatılmıştı, çenesi keskinleşmişti.
“Ben düğün dernek istemiyorum,” dedi. “Bir nikâhla hallolsun bu iş. Sessizce, gürültüsüz. Bu mesele uzamasın.”
Kuzey öne eğildiği gibi dudaklarının kenarı seğirdi.
“Ben kardeşimi mal gibi sana vermiyorum. O düğünü ya seve seve yaparsın… ya da sike sike.”
Toprak bir an başını hafifçe geriye attı. Salonda hafif bir kıpırdanma oldu. Yaşlılardan biri, bastonunu hafifçe yere vurdu. Hakkı Albayrak’ın dudakları aralanır gibi oldu ama Toprak elini kaldırarak susturdu herkesi.
Bu kez susmayı değil, hükmetmeyi seçmişti.
“Bir dakika,” dedi. Sesi yine aynı tondaydı ama bu kez altında başka bir şey vardı — öfke değil, netlik.
“Sor bakalım kız kardeşini. Düğün dernek mi istiyor? Eline kına yakılıp sokak sokak dolaşmak mı ister, yoksa sessizce çıkıp gitmek mi? O ne isterse, öyle olur. Ama bana barışla posta koyacaksanız… iyi bilin: ben beklemem. Ha istemiyorsa da… gelir, kapınızdan alırım. Bir hafta değil, yarın bile olur.”
Masada soğuk bir rüzgâr esti. Gözleri, Kuzey’in gözlerine kilitlenmişti. Masadaki herkes o bakışın ne anlama geldiğini biliyordu: Söz değil, gerekirse silah konuşurdu bu bakıştan sonra.
Kuzey yerinde doğrulup, “Lan,” diyerek Toprak’ın yakasına yapışacakken, Hakkı Albayrak masaya bastonunu indirdi.
“Yeter!” dedi ilk kez sesini yükselterek. “Durulun!”
İş işten geçmişti. Toprak çoktan ayağa kalkmıştı. Ellerini yavaşça sandalyeden çekti, başını hafifçe sola çevirdi. Omuzlarında taşıdığı yük, sustuğu her şeyin intikamını alırcasına dökülüyordu üzerinden.
“İki güne bildirirsiniz. Kim istemiyor, kim istiyor… hepsi net olsun. Ondan sonra... ben gereğini bilirim.”
Masaya arkasını döndüğünde kimse bir kelime bile etmedi. Yavaşça yürümeye başladı, o yürüyüş, bir çıkış değildi — bir bildiri gibiydi. Onunla birlikte üç adamı da harekete geçti, ama hiçbiri onunla yan yana gelmeye cesaret edemedi. Toprak, önlerinde yürüyordu; omuzları geriye yaslanmış, çenesi sertçe sıkılmış, adımları ölçülü ve tehditkâr. Sanki her adımıyla yer sarsılıyor, duvarlar biraz daha geri çekiliyordu.
Omuzlarında taşıdığı yük yılların değil sadece; bir soyun onuru, bir düşmanın korkusu, bir kız kardeşin kaderi vardı. O yük şimdi bir tehdit gibi yayılıyordu çevresine — görünmeyen bir silah gibi.
Salonun içinden geçerken kimse gözlerini onun sırtından alamadı. Geniş sırtı, gerilmiş boynu, yürürken hafifçe sallanan elleri… Her biri, suskunluğun arkasında kurşun gibi dizilmiş kelimeler taşıyordu. Sadece yürümüyordu aslında; bastığı yerleri kendine mecbur bırakıyor, arkasında toprak gibi bir sessizlik değil, taş gibi bir korku bırakıyordu.
Adamları dahi birkaç adım geriden yürümeyi seçmişti; çünkü o an Toprak yalnızca bir patron değildi. Adı üzerinde yemin edilmiş bir tehditti. Gözleri görmese de sırtı bakıyordu herkese. Omuzlarıyla sanki evin direklerini itiyor, ayaklarının altındaki taşlara bile “yerinde dur” diyordu. Ve o salonun kapısından çıktığında, ardından sadece kapı kapanmadı. Ardında sessizlik kalmadı. Ardında, hiç dillendirilmeyen bir korkunun vücut bulmuş hâli kaldı.