Zeynep o gece uyuyamadı. Perdeleri kapalı, ışıkları açık, evi sessizdi ama içinde kopan fırtına tüm bu sessizliği bastırıyordu. Her ses, her gölge artık bir tehdit gibi geliyordu. Ofisine gidip çalışmak istese de aklı sürekli aynı noktaya dönüyordu: O yalı. Aras. Mahzen. Ve dün geceki o garip adam. Zeynep şimdiye kadar projelerinden sonra mimari dergilerde çıkan yazılarla anılmıştı. Hiçbiri, güvenlik kameralarını büyüterek görüntü incelemeyi gerektirmemişti. Hayatı, bir başkasının kurduğu bir düzene dahil olmuş gibiydi. Sessizce, fark ettirmeden... Adım adım içine çekilmişti.
Ertesi gün, kendi isteğiyle değil ama bir şey onu zorladığı için arabasına bindi ve tekrar yola çıktı. Bu sefer ne plan yapmıştı ne not almıştı. Yanında sadece çantası ve içindeki belirsiz duygu vardı. Yalının kapısına geldiğinde görevli yoktu. Kapı yine açıktı. Adeta onu içeri davet ediyordu. Zeynep içeri girdiğinde, evin havası farklıydı. Daha boğucu, daha yoğun bir şey dolaşıyordu havada. Aras'ı bulmak için salona yöneldi ama salon boştu. Üst kata çıkan merdivenlerden tırmanırken adımlarının yankısı kulağını çınlatıyordu. Sanki yalının kendisi fısıldıyordu: “Yine mi geldin?”
Aras'ı eski bir kitaplığın önünde, bir dosya incelerken buldu. Yavaşça dönüp ona baktı. Ne bir selam, ne bir mimik. Sadece uzun bir bakış. Sonra dosyayı kapattı, “Bugün kendin geldin,” dedi. Zeynep başını eğdi, “Bana doğruyu söylemeni istiyorum,” dedi. “Benim burada ne işim var Aras? Gerçekten sadece bir mimar mıyım senin için?” Aras birkaç adım attı. Ellerini cebine sokmuştu, başı hafif eğikti. “Gerçek bazen kimsenin işine yaramaz Zeynep,” dedi. “Ama madem istiyorsun…”
Bir çekmeceyi açtı, içinden eski bir fotoğraf çıkardı. Zeynep’e uzattı. Fotoğrafta genç bir çocuk vardı. On dört, belki on beş yaşında. Gözleri Aras’a benziyordu. Ama daha yumuşak. Daha umut dolu. “Bu kardeşim,” dedi. “O yıl ben yurtdışındaydım. O ise burada, bizimle birlikte kalıyordu. Babamın işlerine dokunmaya başlamıştı. Küçüktü ama meraklıydı. Bir gece... bir sevkiyatı takip etmek istemiş. Yanında yanlış insanlar vardı. Geri dönmedi.” Zeynep yavaşça fotoğrafı eline aldı. Çocuğun gözleri içine işledi. “Onu öldürdüler mi?” diye sordu. Aras’ın sesi buz gibiydi. “Hayır. Daha kötüsü oldu. Onu yok saydılar. Ölmediğini bile kabul etmediler. O gün... ben biri oldum. Bu adam oldum. Kimsenin bir daha görmezden gelemeyeceği biri.”
Zeynep kelimeleri toparlayamadı. Bir mimarın çizeceği hiçbir plan, bu kadar dağınık bir yapıyı onaramazdı. Aras devam etti, “Sen o gün o kapıdan içeri girdiğinde, her şey değişti. Yıllardır sessiz kalan bu ev, ses vermeye başladı. Nedenini bilmiyorum. Belki gerçekten senin gözlerin başka bakıyor. Belki de... artık yalnız kalmaktan yoruldum.” O an aralarında ilk defa bir bağ oluştu. Kırılgan, ürkek ama gerçek bir bağ. Aras elini uzatmadı. Zeynep de ona yaklaşmadı. Ama aralarında kurulan o görünmeyen çizgi, iki yabancının birbirine açılma eşiğiydi.
O gün birlikte mahzene tekrar indiler. Bu kez Aras Zeynep'e yeni bir dosya verdi. İçinde uluslararası kargo rotaları, gümrük geçmişi, özel işaretler vardı. Zeynep anlayamadı. “Bunlar neden bende?” diye sordu. Aras onu dikkatle süzdü. “Çünkü bu evin mimari planında olmayan bölümleri senin çizmen gerekiyor. Gizli geçitler, görünmeyen yollar... Onları senin ellerinle yeniden inşa edeceğim. Ama önce...” diye devam etti Aras, “...önce seni sınamam gerek.”
Zeynep’in kalbi hızlandı. Bu bir tuzak mıydı, yoksa bir sınır mı? “Ne sınavı?” diye fısıldadı. Aras gözlerini kısıp yanıtladı. “Güven. Ve sadakat.” Zeynep geri çekildi. “Ben mimarım Aras. Asker değilim. Casus değilim. Bu tür şeylerin içinde olamam.” Aras omuzlarını silkti. “Ama çoktan oldun. Farkında değilsin. Biri seni izliyor, ben değilim. Bu gece ofisinin camı çatladı. İçeriden değil, dışarıdan. Sadece bir uyarıydı. Ama daha fazlası gelecek. Ya benimle kalıp gözlerinin arkasını görürsün... ya da yalnız kalırsın.”
Zeynep, hayatı boyunca hiçbir proje öncesi bu kadar korkmamıştı. Ama aynı zamanda hiçbirine bu kadar bağlı hissetmemişti. Belki de bu bağlılık, sadece projeye değil… Aras'a olan tehlikeli yakınlıktı. O gece arabasına bindiğinde camına yapıştırılmış küçük bir kağıt buldu. Üzerinde sadece üç kelime yazıyordu: “Uzak dur ondan.” Yazı el yazısıydı. Düzgün, sade, ama ölümcül soğuklukta. Kağıdı katlayıp çantasına koydu. Geriye yaslanıp gözlerini kapadı. Karanlık bir hikâyeye sürüklendiğini ilk kez bu kadar açık hissetti.
Ve o an bir karar verdi. Bu hikâyeyi sonuna kadar yaşayacaktı. Kaçmadan. Korkmadan. Çünkü bazı yapılar yıkılmazdı. Onlara ya sahip çıkılırdı, ya da altında kalınırdı.