2

1535 Kelimeler
Güneş doğmak üzereydi, bahçedeki çiçeklerin üzerleri çiyden parladığından olsa gerek, renkleri daha canlı görünüyorlardı. Hava ise daha erken saatler olduğundan olsa gerek, biraz soğuktu. En azından ağzımdan çıkan buharın göğe yükselişini rahatlıkla görebiliyordum. Elimdeki soğuk su dolu sürahi ve bardakla, nefes nefese antrenman sahasında kılıç sallamaya devam eden ablama doğru ilerlemeye devam ettim. Alnından çenesine doğru ilerleyen teri elinin arkasıyla silen ablam, adım seslerinden beni tanımış gibi bana dönerek gülümsemiş ve elindeki kılıcı belindeki kınına yerleştirerek bana doğru yürümeye başlamıştı. Daha geçen ay krallığın onuncu SS seviyeli avcısı ilan edilmesine rağmen, her zamanki gibi çok erken saatlerde kalkarak antrenman yapmaya devam ediyordu. Ona neden bu kadar sıkı çalıştığını sorduğumda ise alabildiğim en ciddi cevap “Narin kardeşimin iyileşmesi için daha güçlü ışık büyülerine ihtiyacım var.” olmuştu. Tabi bu düzgün cevabı alana kadar bir miktar sabrım sınanmıştı, çünkü her seferinde absürt şeyler öne sürerek beni senelerce geçiştirmeyi başarmıştı. Gökkuşağının sonundaki unicornu yakalamak için bacak kasına ihtiyacı olmasından tut, yeryüzündeki en büyük pastayı yaptığında, onu kesebilmek için kılıç ustalığı öğrenmesi gerektiğine kadar… Kış soğukluğunun başkentte rahatça hissedilmeye başladığı, ağaçların çoktan kel kaldığı bir dönemdi, her şeye rağmen sabahın erken saatlerinde antrenman sahasından aynı kılıç kavurma sesleri asla eksik olmazdı. O gün de diğer pek çok gün gibi hasta bir şekilde yatağımdaydım ve yüksek ateş yüzünden gözüme bir gram uyku girmemişti. Hizmetçiler bana bakmaktan yoruldukları için başımda kimsenin beklemediği sıradan bir gündü. Biraz hava almak için üzerime bir şal alarak bahçede dolanırken antrenman sahasında ablama rastlamıştım. İtiraf etmek istemesem de, azmine her seferinde hayran kalıyordum. Yine de o günü diğer günlerden ayıran büyük bir olay yaşanmıştı. Ben antrenman salonunun girişinde ablamı izlerken hemen arkamda açılan devasa ve simsiyah renkte olan garip bir zindan kapısı, garip bir şekilde hareket ederek bana yaklaşırken insanüstüsezgileriyle durumu fark eden ablam iri iri olan gözlerle bana dönmüş ve inanılmaz bir hızda yanıma koşarak beni zindan kapısının önünden fırlatırcasına çekmişti. Ancak kendisinin kaçmak için fırsatı olmamıştı. Zindan kapısı da, Lydia’yı yutar yutmaz sanki hiç varolmamış gibi ortadan kaybolmuştu. Yerde, ablamın telaşı yüzünden kontrolsüz gücüyle beni kolumdan tutarak fırlatmasından kaynaklı olsa gerek, kırık kolumla yerde yatarken şok içinde onun kaybolduğu yere bakakalmıştım. Olayı gören birkaç hizmetçi ve sabah antrenmanı için uyanan birkaç şövalye de olmasaydı, muhtemelen kimse bana inanmazdı ve ben kırık kolumla ses bile çıkaramadan öylece birinin beni bulmasını beklerdim sanırım. Ablamın ortadan kayboluşunun ardından, babam tamamen kafayı sıyırmanın eşiğine gelmişti. Çocuklarına tapan ve sevgiyle büyüten o adam yerini, kederini öfkeyle yansıtan bir alkoliğe bırakmıştı. “NEDEN?!” diye boğazımdan tutarak sırtımı duvara vuran babam, ayaklarımın yerden kesilmesine sebep olurken alkol kokan nefesiyle yüzüme bağırmaya devam etti. “NEDEN SADECE BUNU BİLE BECEREMİYORSUN?!” Bahsettiği şey kılıç ustalığı dersiydi. Lydia’nın ortadan kayboluşunun ardından kısa bir süre sonra benim tedavime harcanan para akışını bir anda keserek ablamın eğitim gördüğü tüm eğitmenleri bana yönlendirmişti. Teorik derslerin altından kalkmak kolaydı, ancak zayıf bedenim bir anda ağır bir fiziksel antrenmanı kaldıramamıştı ve antrenman sahasında burun kanamasından bayılıp kalmıştım. O günün gecesi, babam beni böyle karşılamayı tercih etmişti. “NEDEN SENİ KURTARMAK ZORUNDAYDI Kİ!.. EĞER SEN… Eğer sen olsaydın..” Eğer ortadan kaybolan kişi ben olsaydım, bu kadar üzülmezdin... Biliyorum… Anneme benzemesinin yanı sıra bu kadar mükemmel olan bir çocuğu kaybetmek üzücü olmalı, üstelik bunu benim gibi hasta ve işe yaramaz bir çöpü kurtarmak için yapması işleri daha da trajik bir hale getiriyor değil mi? Biliyorum, ve ben de aynı şeyi düşünüyorum. “Ölen kişi ben olmadığım için… Özür dilerim.” diye konuşmaya çalıştım kesik nefeslerim arasından. Bunu duyar duymaz üzgün ifadesi yavaş yavaş şaşkın bir hal almış, ne yaptığının bilincine yeni varmış gibi geri adım atarak kendini benden hızla uzaklaştırmıştı. Yere çökerek öksürmekten başka bir şey yapamadım. Yüksek ateşim ve antrenman yüzünden ağrıyan bedenimle kendi başıma ayağa kalkacak halde de değildim. O gün babam başka hiçbir şey söylemeden odamdan ayrılmış ve bir daha odama adım atmamıştı. Daha doğru söylemek gerekirse, evet ve hayır ile cevaplanarak son bulan süper kısa konuşmalar dışında benimle bir daha iletişime geçmemeyi tercih etmişti. Yine de bu, tüm sorumlulukları üstümden attığı anlamına da gelmiyordu. Ablam olmadığına göre yetiştirilmesi gereken beceriksiz bir vâris vardı ve antrenmanlar biraz hafiflese de, tedavi için yeniden bana doktorlar gönderilmeye başlansa da bir varis yetiştirmek hiç de kolay bir süreç değildi. Her iki taraf için de… Bu şekilde geçen on beş senenin ardından ablam mucizevi bir şekilde geri dönünce, babam da geri dönmüştü. Lydia geri dönmüştü, hem de inanılmaz derecede güçlenerek. Babamdan mutlusu artık olamazdı, artık her şey yoluna girmiş olmalıydı. Yine de ben değişen pek bir şey hissetmemiştim. Ablamın geri dönüşünden bir hafta sonra odamda sakince kitap okurken on beş yılın ardından ilk defa kapıyı çalan kişi ablam değil, babam olmuştu. Sakince odama gelip davranışları için özür dilemiş, aklının yerinde olmadığını ve bana da en az Lydia kadar değer verdiğini söylemişti. Bunları söylerken gözlerim bir an olsun kitaptan ayırmamıştım. Her ne olursa olsun, gözlerimin içine bakarak yalan söylemesi içimde bir şeyleri kıracakmış gibi hissettirmişti çünkü. “Tamam.” dedim sakin bir sesle, babamın yüzüne bakmadan kitabın sayfasını çevirerek. “Sorun değil.” “Beni hemen affetmek zorunda değilsin, zamanla sana düzeldiğimi kanıtlayacağım.” dedi garip bir tonda, ne demek istediğimi anlamamış gibi. “Hayır, bunu yapmak zorunda değilsin. Seni affediyorum.” “Ne?” “Seni affediyorum.” dedim ve elimdeki kitabı masaya bırakarak babama döndüm düz bir ifadeyle. “Sorun değil.” O anki yüz ifadesinden, sonunda bir şeylerin farkına vardığını anlamak çok da zor değildi. O günden sonra aramızdaki garip atmosfer sürmeye devam etti ve babam, benim olduğum ortamlarda garip bir şekilde sessizleşti. Ben de onu görmezden gelmeye devam ettim. “Siz ikiniz ben yokken kavga falan mı ettiniz?” Sonunda aramızdaki bu garip atmosfere daha fazla dayanamayan ablam, bir akşam yemeğinde bu sorusunu dile getirmişti ancak kimse soruyu yanıtlamaya cesaret edemedi. “Hayır.” dedim sakince, babamdan ses çıkmayınca. “Bu yüzünüzün hali ne öyleyse?” diye sordu ablam dik dik yüzüme bakarken. “Ben doydum, size afiyet olsun.” diyerek ayağa kalktım ve çıkış kapısına yöneldim. “Rion! Nereye gittiğini sanıyorsun! Daha yemeğe başlamadık bile!” diye sitemle ayaklanan Lydia’nın kolundan tutarak onu durduran babam, sakince başını iki yana sallayarak ablamı durdurmuştu. O gece, babam ve ablam ilk büyük kavgalarını ettiler. Aslında bunun kavgadan çok, tek taraflı bir azarlama olduğunu söyleyebilirdim. Sanırım her şeyi ablama anlatmıştı. Kavgaları yatıştıktan sonra kapımı çalan kişi Lydia olmuştu. Ben karanlık odamda arkamı dönmüş bir şekilde yatarken Lydia sakince odama girmiş ve yatağın kenarına oturarak konuşmaya başlamıştı. Söylediği şeylerin çoğunluğu babamı suçlayan ve benim hiçbir hatamın olmadığını belirten sözlerden ibaret olduğu için o kısımları o kadar da dinlememiştim. Sadece son cümleleri aklımda kalmıştı. “Seni yalnız bıraktığım için özür dilerim.” Hiçbir şey söylemedim, ve arkam dönük bir şekilde uyuyormuş gibi yapmaya devam ettim. “Bu geç saatte seni rahatsız ettiğim için üzgünüm. Şimdi çıkacağım, iyi geceler.” diyerek bana doğru eğilmiş ve saçlarımın üzerine bir öpücük kondurduktan sonra kulağıma fısıldamıştı. “Her ne olursa olsun, ne zaman istersen seni dinlemek için burada olacağım, tamam mı?” Sonrasında acil bir mesele çıktığı için Edora’ya yola çıkan ablam uzun bir süre eve dönmedi, ve başkentte çıkan savaşta yakın arkadaşını kaybettikten sonra tamamen Edora’ya yerleşerek orada eğitmen olarak işe başladı. Ara sıra ziyaretleri haricinde onu doğru düzgün görme fırsatım bile olmadı. Bu yüzden… Böyle sözler söylerken onların gözlerine bakmama sebebim, kelimenin tam anlamıyla buydu. Yine de ablam uzakta da olsa bana özel yapılan ilaçlar göndermeye ve ara ara durumumu kontrol etmek için gelip gitmeye devam etti. Benim durumumu akademide araştırmanın daha verimli olduğunu, henüz bir çözüm bulamadıklarını ancak durumumla alakalı şifreli bir kitap bulmuş olabileceklerinden bahsetmişti. En son şifreleme stilini çözmek için çalışmalar yapıyordu, ancak henüz ortada pek bir şey yoktu. Son yirmi beş senem, tam olarak buydu. “İçinde biriken mananın kara büyü aracılığıyla patlaması genç efendi Aelarion için en kötü senaryoydu. Lanet vücuduna inanılmaz bir hızda yayılıyor.” diye konuşan kırklı yaşlarında birinin sesini duyarak uyanmıştım, ancak bilincim açılsa da bedenimi hareket ettirmek benim için bambaşka bir meseleydi. Göz kapaklarımı aralamak için bile inanılmaz bir güç sarf etmem gerekiyormuş gibi hissetmiştim, bu nedenle en başından hiç çabalama zahmeti bile göstermedim. “Bu şekilde ilerlemeye devam ederse, onun üç aydan bir gün fazla yaşaması bile mucize olur.” İki yüz otuz iki senenin sonunda, nihayet beklenen gün gelmişti. İki yüz sene boyunca asıl yeteneğimi kullanmamak için kendimi o kadar geri tutmamın bir anlamı yokmuş gibi, sonunda bana verilen sürenin sonuna gelmiştik. Sıkıcı bir hayattı, ve pek pişmanlığım yoktu. Hayatımdaki tek eğlence odamda kendi kendime oynadığım satrançtan ve okuduğum cinayet romanlarından ibaretti. Kılıç sallamayı beceremeyen, büyü kullanamayan ve ışık büyüsüne hiçbir yatkınlığı bulunmayan bir elfin ölümü, bu dünyaya da pek bir şey kaybettirmezdi. “Uyanır uyanmaz onu Edora’ya götüreceğim.” diye Lydia’dan bir ses duydum kısa bir sessizliğin ardından. Onun ardından babamın da içerisinde bulunduğu itiraz seslerini... “Ne halde olduğunu görmedin mi, bu halde yolculuk yapamaz.” dedi babam beni düşünüyormuş gibi çıkan sesiyle. “Her şeyi ayarlayacağım, bunu bana bırak. Eğer o yakınımda olursa araştırmaları daha da hızlandırabiliriz.” “Ama Lydia-“ “Yeryüzünde kara büyü ile ilgili gerçek bilgiler yalnızca Edora’da var.” dedi kararlı sesiyle. “Bir şeyler bulacağımızdan eminim.” Konuşma gittikçe odamın kapısından uzaklaşırken ben de sessizce kendimi yeniden uykunun kollarına bıraktım ve bu an, aklımda sadece gerçekle karışık bir rüya olarak yer edindi.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE