bc

Blind Warrior 2: Guardian Of The World Tree

book_age16+
9
TAKİP ET
1K
OKU
dark
HE
bxg
loser
lucky dog
detective
magical world
like
intro-logo
Tanıtım Yazısı

Blind Warrior (KÖR SAVAŞÇI) kitabının devam kitabıdır.

.

chap-preview
Ücretsiz ön okuma
1
“Hey, bunu görüyor musun? Yine o kitabı okuyor.” “Ne okuyor ki?” “Elflerin kitabını.” “Bunda sorun ne ki, genç efendi de bir elf değil mi?” “Deli misin, kulaklarına bak. O kesinlikle bir insan melezi.” “Ama Leydi Lydia da melez. Bu garip mi?” “Hayır, aklını mı kaçırdın? Kim bunu söylemeye cüret edebilir?” “Sen?” “Gerçekten dünyadan bihabersin. O yüzden sana soracağım, Leydi Lydia ve kardeşi arasında kaç yaş olduğunu biliyor musun?” “Leydi Lydia bu sene iki yüz kırk yaşına girecek, genç efendinin de iki yüz otuz ikinci yaş doğum günü iki gün sonra yapılacak. Yani, sekiz mi?” “Elflerde yaş sistemi farklı işliyor, bunu biliyorsun. Yani sekiz sene, elf sisteminde bir seneye bile denk gelmiyor. Peki neden Leydi Lydia 20 yaşında genç bir leydi gibi görünürken genç efendi on üç yaşındaki bir çocuk gibi görünüyor?” “Neden?” “Çünkü o lanetli..” “Ne?” “Evet, bunu Agatha’dan duydum. Genç efendinin yetenek tespit töreninde ışık elementine hiçbir yatkınlığı olmadığı ortaya çıkmış. İyileştirme büyülerini geç, küçük bir ışık topu bile oluşturamıyormuş. Bu bir elf için ne demek anlayabiliyor musun? O kesinlikle Marki ailesinin işe yaramaz lanetli çocuğu. Ablasının ne kadar inanılmaz biri olduğunu düşünürsek, onunla aynı kandan geldiğine inanmak gerçekten çok zor.” “Bu korkunç… Onun yerinde olsaydım onurumla kendimi asmayı tercih ederdim.” Fısıldayarak konuştuklarını sanan, ancak bahçeden rahat bir şekilde duyabildiğim iki hizmetçinin sözlerine daha fazla kulak asmadan elimdeki yüzlerce kez okuduğum kitapta yeniden gözlerimi gezdirmeye başlamıştım. Her şeyi ezberlesem de, sayfaları olabildiğince yavaş çevirerek oyalanmaya devam ettim. Ne de olsa melez bir elf olarak, bunun için yeterince vaktim vardı. Tabi ki de dedikoduların hoş olmayan tarafında yer alan genç efendi ben oluyordum. İnsan kanı daha ağır basan, ışık elementine hiçbir şekilde bir yatkınlığı bulunmayan, on üç yaşındaki bir çocuk gibi görünen Markinin işe yaramaz çöpü bendim. Lydia gibi sivri kulaklarımın olmamasının yanı sıra, sadece bizim ailemizin bildiği bir sırrım daha vardı. Yatkın olduğum element, kara büyüydü… Melez de olsa bir elf için yeryüzünde başıma gelebilecek olan en kötü şey buydu. Genel anlamda sanılanın aksine elfler ışık ve şifa büyülerinde iyi değillerdi, iyi olmak zorundalardı. Bu enerji genel anlamda bizim ömrümüzü, yeteneklerimizi, gelişimimizi ve tam anlamıyla tüm hayatımızı birinci dereceden etkileyen yegâne araçtı. Her elfin doğuştan gelen inanılmaz bir manası olurdu ve zamanla kontrolsüz bir şekilde artmaya da devam ederdi. Bu enerjiyi kontrol altına alabilecek teknikler mevcuttu tabi, ancak ustalaşması ciddi manada zaman isteyen bir şeydi. Bir elf için bile uzun olan bir zaman diliminden bahsediyorum. Adı Rhadamanthus’un Hayat Enerjisi olan on sekiz ciltlik kalın bir kitap silsilesinden oluşan bu teknikte ustalaşmadan seviye atlayamadığımız için, bir elfin ilk önceliği tamamen bu teknikte ustalaşmak olurdu. Lydia Cyron, yani özbeöz ablam, bu teknikte yüz yirmi yaşında uzmanlaşmayı başarmış en genç elf olarak adını sağa sola bir yerlere yazdırmayı başarmıştı. Doğuştan dahi olarak anılan ablamın yanında ise ben, Aelarion Cyron, tamamen bir çöp parçasından ibarettim. Zayıf bir vücudum vardı, ablam gibi kılıç sallayabileceğimi hayal dahi edemezdim, sürekli hastalanırdım ve şifa büyüleri genellikle üzerimde işe yaramazdı. Bu yüzden senelerini beni iyileştirmeye adayan Marki bile, son senelerde bundan vazgeçmeye başlamıştı. İnanılmaz bir büyücü olan ablam bile, benim durumumu iyileştirememişti çünkü. Bunun üstüne kim daha iyisini yapabileceğini iddia edebilirdi ki? “Siz kafayı mı sıyırdınız? Genç efendiden böyle bahsetmeye nasıl cüret edebilirsiniz?!” Bir anda ortaya çıkarak geniş malikanenin arka bahçeye açılan cam kapılarının arkasındaki iki hizmetçiyi azarlarcasına konuşan biri ortaya çıktığını fark ettiğimde, başımı o yöne çevirmesem de dikkatim çokta o yöne kaymıştı. “Doğruyu konuşuyoruz, İlya. Söylediklerimizin yalan olduğunu iddia edebilir misin? Genç efendiye son otuz senedir bireysel olarak sen bakıyorsun.” “Bu, böyle konuşabileceğiniz anlamına gelmiyor. Genç efendinin ne kadar çabaladığını görmüyor musunuz?..” Derin bir nefes vererek daha fazla odaklanamayacağımı anladığımda elimdeki kitabı sert bir şekilde kapatıp ayağa kalktığımda, alnımın sol tarafından çeneme doğru ilerleyen ılık bir sıvı hissederek duraksamıştım. Sonra tüm dünya ayaklarımın altından kayarken gözlerimi karanlık bir kulübede açmıştım. Ellerim ve ayaklarım sıkıca bağlanmış, sırılsıklam ıslanmış ve sırtım eski kulübenin ahşap duvarına yaslanarak yere oturtulmuş bir vaziyetteydim. Dışarıdaki gök gürültüsünü ve yağmur sesini hesaba katarsak, bilinmeyenlerden birini de elemiş sayılırdık. İki gün öncesine ait olan bu rüyayı bir kenara bırakarak en son neler olduğunu hatırlamaya çalıştım. Sabah erken uyanmış ve o gün akşam yapılacak olan doğum günü partim için ufaktan hazırlanmaya koyulmuştum. Her şey çok önceden hazırlanmıştı, bu yüzden yapmam gereken tek şey ilaçlarımı içip duşa girmek ve akşam için hazırlanmaya koyulmaktı ancak ben öğle saatlerinden sonrasını hiçbir şekilde hatırlamıyordum. Ne alnımın solundaki kanayan yarayı, ne de ne zaman bilincimi kaybettiğimi… Gözlerimle sessizce etrafı taradım. Ormanlarda bulunan klasik avcı kulübelerinden birine benziyordu. Tek gözlü bir odanın bir köşesinde bulunan şömine, masa, sandalye, kesici aletlerin bulunduğunu düşündüğüm bir dolap ve şöminenin üstündeki duvara asılı olan geyik kafası dışında pek de bir şey bulunmuyordu. O sırada kulübenin kapısı açılarak yağmurdan sırılsıklam olmuş bir halde içeriye giren üç paltolu adama baktım. Hepsinin de eğitimli vücut tipleri, sıradan suikastçılar olmadıklarını gösteriyordu. Ellerindeki nasırlara, vücutlarından sızan mana miktarına ve adım atma şekillerine bakacak olursak her biri en az A seviyesinde olan suikasçılar olmalıydı. Bağlı oldukları organizasyonu tahmin edemesem de, beni sadece fidye gibi bir mesele yüzünden kaçırmadıklarından emindim. Bu durumda pazarlık yapmak, pek de mantıklı bir seçenek olmamalıydı. Yine de aptal ayağına yatıp ağızlarından laf almak pek de zor olacak gibi durmuyordu. “Uyuyan prensimiz uyanmış.” diye kafasındaki pelerinin şapkasını çıkarıp kahverengi kısa saçlarını açığa çıkararak konuşan adam, kulübeye adım atan ilk kişiydi. Tahminimce kırklı yaşlarındaydı, ancak iyi fiziği yaşını biraz gölgede bırakıyordu. “Şimdi uslu bir çocuk ol, ve seninle işimiz bitene kadar sözümüzü dinle.” dedi üzerindeki pelerini çıkarıp sandalyenin üzerine bırakırken. Ben ise sessizce onu izledikten sonra bakışlarımı diğer iki kişiye çevirmiştim. İkinci olarak kulübeye giren kişi de, bu adamın yirmi yaşındaki hali gibi olan genç bir çocuktu, ancak genlerini biraz fazla babasından almış gibi iyi bir duruşu ve güçlü bir aurası vardı. Odaya son giren kişi ise, kırklı yaşlarına adım atmak üzereymiş gibi duran sarışın bir adamdı. “Ailemin gözünde o kadar da işe yarayan bir parça değilim. Benim yerime bir hizmetçiyi kaçırsaydınız, muhtemelen babamdan daha çok para kaçırabilirdiniz.” diye konuştum düz bir tonda, odaya ilk giren adama bakarak. O ise başını bana çevirmeden şömineye odunları koymuş ve elinde bir ateş topu oluşturarak ateş yakarak sonunda bu karanlık ortamın aydınlanmasını sağlamıştı. “Para için soylu birini kaçırmak isteseydim, gözümü daha kolay bir ava dikerdim.” dedi ve sakince sandalyeye oturarak şömineye izlerken pantolonun cebinden çıkardığı metal kutunun içinden bir puro çıkararak puroyu koluna bastırıp kendi etrafında doksan derecelik açıyla bir sağa bir sola çevirmeye başlamıştı. Bunu yaparken kendi kendine duman çıkararak yanmaya başlayan puro da, adamın istediği kıvama gelmiş olacak ki ağır hareketlerle ağzına götürerek derin bir nefes çekmişti. Ufak ufak burnumu sızlatmaya başlayan kokusuna aldırmadan dümdüz bir şekilde ona baktım. Odaya son giren adam kulübedeki dolaptan bir bıçak ve kılıç aldıktan sonra yeniden dışarı çıkarak beni bu kahverengi saçlı adam ve oğluyla baş başa bırakmıştı. “Ya, öyle mi? Bu tamamen bireysel bir mesele o zaman. Arkanızda bir organizyasyonun olduğunu düşünmüştüm. Markinin evinden beni böyle kolayca kaçırdığınıza göre, güvenlik sistemi artık yeterince güçlü değil sanırım.” diye konuşarak onu hafiften kışkırtmayı denerken adamın hiçbir tepki vermeden oturmaya devam etmesi beni bir miktar germişti. “Bunun kolay olduğunu mu sanıyorsun?..” diye söylenerek purosunu yeniden dudaklarına götürürken, elime ufak bir koz vermesini fırsat bilerek konuşmaya devam ettim. “Yani içeriden birisi size yardım etti.” diye konuştuğumda belli belirsiz duraksadığını hissederek konuşmaya devam etmiştim. “Kim olabilir acaba?.. Hmm. Aslında düşününce, fazla bir seçeneğim de yok gibi. Eve döndükten sonra kim olduğunu bulup bu konuyla bizzat ablamın ilgilenmesini sağlamalıyım, değil m...” Ne olduğunu bile anlamadan sandalyesinde oturarak sakince purosunu içen adam, göz kırpma gibi bir süre içerisinde önüme gelmiş, boynumdan tutarak beni kendi göz hizasına kaldırmış ve sırtımı kulübenin duvarına vurarak tehditkâr bir ifadeyle yüzüme yaklaşmıştı. “Sana uslu durmanı söylemiştim.” “Yani istediğiniz şey ablamın gücü.” dedim belli belirsiz, kesilen nefeslerim arasından. “Şu an iş birliği yapmak benim de işime yarayabilir.” Bir çöp parçası gibi beni sertçe kenara atarcasına bıraktığında yerde acıyan boğazımla birlikte birkaç saniye yerde öksürerek yatmaya devam etmiştim ve şahsen konuşmak gerekirse, bu birkaç saniyelik dinlenmeye kesinlikle ihtiyacım vardı. Acı acı sızlamaya devam eden boynumun yarına kalmadan mosmor olacağı farkındalığıyla ağır hareketlerle omzumla yerden destek alarak dizlerimin üzerine oturmuş ve öfkesini kontrol etmeye çalışan adama baktım alttan alttan. “Ne kadar büyük bir meselenin göbeğinde oturduğundan tamamen bihabersin.” dedi genç olan sakin bir sesle, babasının arkasını dönerek sandalyeye geri oturuşunu izlerken. “Muhtemelen şu an seni canlı bir şekilde bırakma şartları ablanın eline ulaşmıştır. Anlaşmanın tamamlandığı haberini alır almaz, seni serbest bırakacağız. İş birliği falan olmayacak, bu kişisel bir mesele de değil.” “Anlaşma ne peki?” dediğimde kısa süreli bir sessizlik olurken genç duran adamın babasına baktığını fark etmiştim. Ardından da bana dönerek ağır ağır cevaplamıştı sorumu. “Kölelik anlaşması. Hayatına karşılık, ablan.” Duraksadım. Bu… Bunu yapabilmeyi hayal dahi edebilecek çok fazla kimse yoktu, benim üzerimden ablamı kullanmayı düşünebilmeleri ise cidden inanılmazdı. Bu adamların soylu olmadığı belliydi, ayrıca bunu planlayan kişinin kendileri olmadığı da açıkça anlaşılabiliyordu. Yine de bu meselenin sadece bu ülke sınırları içerisinde olmadığını da az çok çıkarmam mümkündü. İçinde bulunduğum mesele küçük bir mesele değildi, ancak sanırım buradan kendim çıkmam gerekiyordu. “Bunu kabul etmesine imkan yok.” dedim kısık bir tonda mırıldanarak. Söylenmemi duymalarına rağmen kimseden ses seda çıkmamıştı. “Bu planı hangi aptal soylu yaptı bilmiyorum ancak kesinlikle araya kaynayacaksınız.” dedim genç olan adama bakarak. “Şifa büyüsü bile yapamayan işe yaramaz bir elfim, ailemin gözünde o kadar değerli olduğumu size düşündüren neydi merak ediyorum.” Sessizlik korkunç bir şekilde büyümeye devam etse de, sandalyesinde oturan adamın yenidn sinirlenmeye başladığını seziyordum. Buna rağmen şuursuzca konuşmaya devam ettim. “Size ne teklif ettiler bilmiyorum, ancak ablamla iş birliği yapmanız sizin için daha sağlıklı olur. Birini ölümden döndürmek istiyorsanız, ablam için bu zor bir şey değil. Sizden birisi esir tutuluyor veya tehdit ediliyorsanız da emin olun, ablamın yapmayı becerebildiği tek şey şifa büyüleri değil.” “Ablam, ablam, ablam… Eğer ablan o kadar yetenekliyse neden hala seni kurtarmaya gelmedi? Ya da önce şunu sormalıyım. Madem ablan için o kadar değerli değilsin, neden seni kurtarmak uğruna bütün bunları yapma zahmetine girsin?” diye konuşan yaşlı adama dönerek konuştum. “Çünkü her şeye rağmen bir soyluyum.” O an, yaşlı adamın ne ara kemerinden kısa kılıcını çıkararak yanıma geldiğini ve kılıcı bacağıma sapladığını görememiştim bile. Kılıç bacağımdan o kadar temiz bir şekilde girip bacak kemiğimi tereyağı gibi ortadan ikiye bölerek yere saplanmıştı ki, kılıcı görene kadar acı bile hissetmemiştim. İnanılmaz bir acı tüm vücuduma yayılırken nefesim kesilmiş bir halde öne doğru eğilmiştim. O kadar acı vericiydi ki, nefes hareketlerim bile ağrının katlanması için yeterli oluyordu. İçimde bir şeylerin kaynadığını hissettim. “Bundan bir soylu gibi kurtul o zaman.” Adamın ne dediğinden emin değildim, hayattan kopmuşum gibi sesleri suyun altındaymışım gibi boğuk boğuk duymaya başlamıştım. Ayrıca bilincim de ara ara dalgalı olarak kararıyor gibiydi. İki yüz otuz senelik hayatımda, ilk defa acıdan bilincimi kaybediyordum sanırım. Bu yüzden garipsemedim. “Neler oluyor?” “Bu… Büyü mü?!” “Bize onun büyü yapamadığını söylemişlerdi!” “Baba! Bu kara büyü!” Sanırım kararan şey bilincim değil, görüşümdü. Etrafımdan yükselmeye başlayan kara bulutlu aura, inanılmaz bir şekilde etrafa yayılırken etrafımı görmem git gide zorlaşıyordu. Başımı öne eğerek gözlerimi kapattım. Her elfin doğuştan gelen inanılmaz bir manası olurdu ve zamanla kontrolsüz bir şekilde artmaya da devam ederdi. Her elf ömrünün bir kısmını, bu manayı kontrol etmeye adardı. Eğer bu güç kontrol edilmezse, her zayıf anınızda sizi etrafınızdaki her şeyle birlikte havaya uçururdu. Bir elf için en kötü durum, kara büyü kullanmaktı. Ölümsüz bir hayatla ödüllendirilen elfleri öldürmenin en kolay yolu, onların vücuduna kara büyü enjekte etmekti. Kara büyü yapsalar da aynı kapıya çıkıyordu tabi, ancak milyarlarca yıllık elf tarihinde kara büyü kullanabilen bir elf hiç doğmamıştı. Bu zamana kadar kendimi bir şekilde tutmuştum, ancak sanırım bu gerçek sondu. Kara büyüye yatkın bir elf olarak uzun bile yaşamıştım aslında. Bir pişmanlığım da yoktu, ne de olsa dört duvar arasında pek de pişman olabileceğim bir hayat yaşayamamıştım. Bu hayatta hiçbir şey, o kadar ilgi çekici değildi. Yani sorun olmamalıydı. Ne de olsa arkamdan ağlayacak pek fazla insan yoktu… O ara ne olduğunu pek hatırlamıyorum, sanırım cidden havaya uçmuştuk. Bilincim belli belirsiz gidip geliyordu, ancak hissedebildiğim şeyler vardı. Aura patlaması olduğundan bu patlamadan alacağım maksimum yara, iç kanamalardan ibaret olmalıydı ancak bedenimin kaynarcasına yandığını hissediyordum, ki bu da muhtemelen kara büyüden kaynaklanıyordu. Uzandığım zemin şimdi toprak bir zemindi, şiddetle yağan yağmur artık bedenimi ıslatıyordu. Bacağımdaki ağrı hala ilk zamanki kadar korkunçtu, ancak bilincim buna tepki verebilecek kadar açık değildi. Yarım yamalak buraya çok uzakta bir yerde, buraya doğru koşan insan siluetleri gördükten sonra, işlerin şu ankinden daha kötü olamayacağını kendime hatırlatarak bilincimin kapanmasına izin verdim ve sıcak sonsuzluğu kucakladım.

editor-pick
Dreame-Editörün seçtikleri

bc

KARANLIĞIN GİZEMİ

read
6.3K
bc

AŞKIN KÜLLERİ [ YENİDEN DOĞMAK ]

read
7.4K
bc

İNCİ TANESİ

read
11.1K
bc

Hayaletin Avukatı

read
15.9K
bc

Geyna-Layon'un Fısıltısı

read
1.3K
bc

ŞAHİT OLDUM!

read
4.3K
bc

Küçüğüm +21

read
92.7K

Uygulamayı indirmek için tara

download_iosApp Store
google icon
Google Play
Facebook