GİRİŞ
Lalin, okul çantasını omzuna sıkıca asmış, kulaklığından yükselen hafif ritimli şarkıya temposuz adımlarla eşlik ederek eve doğru yürüyordu. Gün batımının turuncuya çalan ışığı, mahallenin dar sokaklarına usulca yayılıyor; kaldırım taşlarının arasındaki gölgeler, rüzgârın hareketiyle hafifçe titriyordu. Son sınıf öğrencisi olmanın verdiği yorgunlukla gözleri donuktu ama adımlarında evine varmanın huzuru vardı.
Sokağın köşesine geldiğinde, elini cebine sokup kulaklığın sesini biraz daha açtı. O sırada köşeyi döner dönmez, gölgenin içinden biri çıktı. Lalin önce fark etmedi; ama bir adım sonra attığında kalbi ritmini şaşırmış gibi durdu. Çünkü tam karşısında, karanlığın içinden süzülmüş gibi duran bir adam vardı.
Adamın yüzünün tamamı siyah bir kar maskesiyle kapalıydı; sadece gözleri görünüyordu. O gözler… Lalin’i yerinde mıhlayan şey işte tam oydu. Kehribar rengi, yakıcı bir sıcaklık gibi ama aynı zamanda karanlık bir dip barındırıyordu. Kendinden bir karış uzun olan bu adam, siyah kapüşonlu ceketinin gölgesine saklanmış halde ona bakıyordu. Sanki konuşmak ister gibi bir an duraksadı, nefesini kaçırmış gibi hafifçe afalladı. Lalin, ilk kez gördüğü biriyle böylesine yoğun bir göz temasında bulunuyordu; birkaç saniyelik o sessizlik sonsuzluğa yayılmış gibiydi.
Kalbini boğan o anı ilk bozan rüzgâr oldu. Lalin refleksle bir adım geri çekildiğinde adam aniden bakışını kaçırdı. Kafasını hafifçe yana çevirdi, sonra hiçbir şey demeden hızlıca yürümeye başladı. Adımlarının sertliği kaldırımda yankılanırken, Lalin sadece arkasından bakakaldı. Bir anlığına nefesi boğazına düğümlenmişti; neden bu kadar irkildiğini bilmeden, sadece içgüdüsel bir ürperti hissetmişti.
Birkaç saniye sonra kendine gelip yürümeye devam etti. “Boş ver…” diye mırıldandı ama sesi çıkmadı. Adımlarını hızlandırdı; kulaklığındaki müzik devam etse de artık duyduğu tek şey kendi kalbinin hızlanmış atışlarıydı.
Sokağın sonuna yaklaşırken evini gördü. Kapı… aralıktı.
Lalin’in kaşları hafifçe çatıldı. Elleri soğudu. Normalde kapı böyle bırakılmazdı. Çenesini sıkarak kulaklığını çıkardı, çantasını omzundan indirip daha sıkı kavradı. İçine çöken rahatsız edici hissi bastırmaya çalışarak seslendi:
“Anne? Ben geldim!”
Ev sessizdi. Fazla sessiz.
Ayakkabılarının karanlık koridorda çıkardığı hafif ses bile bu sessizliğin içine yabancı bir çığlık gibi düştü. Lalin nefesini tutarak salonun kapısına yöneldi. Kalbi göğsünde yumruk gibi çarpıyordu. “Anne?” Bu kez sesi daha titrek çıktı.
Salonun kapısını ittiği an, her şey dağıldı.
Yer… kanla kaplıydı. Koltuğun hemen yanında, halının üzerinde annesi yatıyordu. Gözleri yarı açık, boş bir noktaya kilitlenmişti. Birkaç adım ötede babası… göğsünde kapkara bir delik. Her şey donmuştu; zaman, nefes, nefesinin sesi, hatta dünyadaki tüm gürültüler.
Lalin’in kulaklarında uğultu başladı. Geriye doğru bir adım attı, sonra bir tane daha. Boğazı yandı, gözleri büyüdü. Nefesi kesildi; sanki bütün hava evden çekilmişti. O an, zihninin köşesinde bir görüntü parladı…
Az önce köşede duran o adam.
Kehribar gözleri.
Duraksayışı.
Afallayışı
Lalin’in dizleri çözülecek gibi oldu. Salonun ortasında, kırılmış bir hayatın sessizliğinde...
Evin üzerine bir anda çöken o ağır hava, Lalin’in omuzlarına tüm ağırlığıyla bindi. O an anladı… hayatının biraz önce gördüğü o adamla kesiştiği anda, geri dönülmez bir şekilde değiştiğini.
Her şey o adamın gözlerinde başlamıştı. Ve belli ki burada bitmeyecekti.