Olivia onun dediğini yapıp, başını usulca yukarı kaldırdı. Ve aynı anda tekrar indirip “Siz çıplaksınız!” diye cevap verdi.
"Çıplak değilim Hintli. İyi göremedin galiba. Üzerimde kiltim var.”
“Ama bedeniniz diğer bölümleri açık.” "Sorun bu değil seni aptal! Daha önce çıplak bir adam görmedin mi?"
"Gördüm ama şey..." diyerek geveledi Olivia. Aptal bir kadını oynamak hem komik hem de garipti ancak daha fazla nasıl inandırıcı olabilirdi ki?
"Sidelya ya neden vurdun? Daha ilk günden senin derdin ne be kadın?”
"Çünkü hak etti.”
"Ne demek hak etti? Benimle açık konuş!” “Hizmetçiniz size olanları anlatmıştır sevgili Lordum. Bence tekrar anlatmaya gerek yok öyle değil mi?” dedi Olivia alaycı bir sesle.
“Sen benimle dalga mı geçiyorsun? Sana sorduğum sorulara cevap vereceksin!"
Olivia derin bir soluk alarak, istemese de başını genç adama doğru kaldırdı. Dikkatini sadece onun yüzüne verdi. Bu devin kaslı, geniş bedeni midesini bulandırıyor, onu şeytanın vücut bulmuş halı olduğunu düşünüyordu. "Cevabını verdim zaten Lordum.” dedi ciddiyetle.
Andreas kendisi ile kelime oyunu oynayan kızın yanına doğru yaklaşıp, başını ona doğru eğerek, öfkeli bakışlarını hiç beğenmediği, kara gözlere dikti. "Kalemden defol!” dedi genç adam boğuk bir sesle. “Seni buraya getirmek büyük hataymış. Bir saniye bile beklemeden kalemi terk et. Yoksa seni...”
"Yoksa çaresiz bir kızı öldürecek misiniz?” diye cevap verdi Olivia ürkekçe “ Lütfen Lordum... Bana acıyın... Nereye gidebilirim? Buraları hiç bilmiyorum.”
Düşmanının karşısında yalvarmaktan hiç hoşlanmasa da bu durumda yapabilecek başka bir şeyi yoktu. Eğer şu an kendisi gibi davranabilseydi bu adama haddini bildirir, söyledikleri için onu pişman ederdi. Ama o günlerde gelecekti. Gelmeliydi...
Andreas kızın yalvarmasını izlerken daha çok öfkelendi. Kadının karşısında böyle çaresiz çırpınışı hiç hoşuna gitmedi. Kadınlar... Maalesef ki hepsi aynıydı. Hayatında bir kez bile güçlü karakterli, cesur, onurlu bir kadınla karşılaşmamıştı. Gerçi bu düşündüğü şey kesinlikle imkânsızdı. Hiçbir kadın bir erkeğe kafa tutacak kadar kendine güvenemez, cesur davranamazdı. Daha ne bekliyordu ki onu kovunca tabii ki ağlayacak, ayaklarına kapanıp, yalvaracaktı.
Genç kızdan birkaç adımla uzaklaşıp, koca bir şöminenin önünde duran hayvan postu ile örtülmüş koltuğuna oturdu. Tek elinin parmakları dizinin üzerinde ritim tutarken, Olivia'ya doğru bakıyordu.
"Ben evimde, hatta topraklarımda huzursuzluk çıkaran, bana ve kurallarıma karşı gelen hiç kimseyi barındırmam Hintli!” dedi çok soğuk ve ciddi bir sesle. “Sen ne yaptın? Daha kaleye ayak basar basmaz, ortalığı karıştırdın. Şimdi ise bana yalvarıyorsun. Açıkçası bir hizmetçiyi her şeyi göze alıp, dövebilen bir kadının, şimdi karşımda böyle aciz görünmesi çok ilginç. Özellikle de bu hizmetçi...”
"Sizin gözdeniz ise değil mi Lordum?” diye cevap verdi Olivia. “Eğer çok merak ediyorsanız söyleyeyim. Gözümün önünde yaşlı bir kadını hırpalayan kişi bir kral bile olsa yine ona kafa tutardım. Yani benim için karşımdakinin kim olduğu önemli değil. Değerli hizmetçinize gelince Lordum, Sidelya denilen kız benim gibi bu kale de size hizmet ediyorsa şayet, biz onunla aynı konumda sayılırız. Sırf bazı sebeplerden dolayı, saygıyı hak ettiğini düşünüyorsa, bence yanılıyor. Başkalarının ona saygı duymasını istiyorsa önce kendine saygı duymayı öğrenmeli. Gördüğüm kadarıyla sevgili hizmetçiniz mutsuzluğunun suçunu başkalarına yüklüyor.”
Andreas genç kızın ilginç konuşmalarını dinlerken kaşlarını çattı. Sanki karşısında eski devirlerde yaşamış, bir filozof duruyordu. “Benim kalemde yaşayan kadınlar düşünmez ve konuşmaz.” dedi ciddi ve soğuk bir ifadeyle. “Sadece itaat ederler. Emirlerimi yerine getirirler. Ama bakıyorum da sen benim kurallarıma uyacağa benzemiyorsun. Anlaşılan daha önce hizmet ettiğin İngilizler sana çok yumuşak davranmış. Bu yüzden dilin fazlasıyla uzun.”
Olivia kadınları alçaltıp, hor gören İskoçya yobazına ne diyebilirdi ki? Tanrıya şükür saygın bir İngiliz ailesinde yetişmişti. Amcası her zaman onun ve annesinin fikirlerine değer vermiş, bir kez bile hor görmemişti. “Tavırlarım sizi rahatsız etmiş olabilir ancak ben saygısız bir hizmetçi değilim. Efendimin emirlerini yerine getirmek benim birinci görevim." Tabii ki içinden geçen düşünceler bu değildi.
"Bana hiç öyle gelmedi. Üstelik itiraf etmem gerekirse, beni rahatsız eden sadece küstah davranışların değil. Görünüşün... Yani giydiğin o şey. Siz Hintliler ne diyorsanız?”
"Sâri Lordum.”
"Mumyalanmış bir ceset gibisin kadın. Bedenini ve saçını kapatan kumaş parçaları ve yüzüne sürdüğün boya... Etrafta bu şekilde dolaşmandan hiç hoşlanmadım.”
"Bu benim kültürümün bir parçası. Hintli kadınlar böyle giyinir. İskoçya’da beni yadırgayabilirsiniz ancak geleneğime saygı duymak zorundasınız. Tıpkı benim giydiğiniz o eteğe saygı duyduğum gibi.”
Çakal oturduğu yerden hızla kalkıp, adeta bir aslan gibi kükredi. Genç kızın kiltini basit bir etek yerine koyması tüm sinirlerini germeyi başardı. “Bu nasıl bir saygısızlık!” diye bağırdı öfkeyle. Ve tek elini kaldırıp, başparmağını ona doğru salladı. “Sen Hintli! İnan bu kez çok ileri gittin. Kendi paçavralarınla benim cesaretin ve onurun simgesi kiltimi karşılaştırman affedilecek gibi değil.”
Onları izleyen Eppie korku ile titredi. Efendisinin hışmına uğrayan kızı, onun elinden bu kez tanrı bile kurtaramazdı. Yaşlı kadın ister istemez Sumata için üzüldü. Kendisini Sidelya'dan koruduğu için, Çakal'la ciddi anlamda başı belaya girmişti. Ve üstelik çok bilmiş tavrı ile Lorduna cevap vermekten geri kalmıyordu. O sırada salondan içeri Andreas’ın kız kardeşi Aila girdi. Abisinin sesini koridorun diğer ucundan duymuş, yine kime bağırdığını merak ederek salona koşmuştu.
Olivia salona giren kızıl saçlı ve güzel kıza göz ucuyla bakıp, başını önüne eğdi. Aila ortada ne döndüğünü merak ederken, önce Eppie’yi sonra da tuhaf giyimli kızı fark etti. Bu kız da kimdi böyle? Neden bu kadar tuhaf giyinmişti? Başını önüne devirdiği için yüzünü net göremedi. Zaten saçını kapatan şal, suratının bir kısmını da kapatıyordu. Genç kız meraklı bakışlarını abisine çevirip “Tanrı aşkına abi!” dedi endişeli bir sesle. “ Sesin tüm kaleyi inletiyor. Ne oldu anlatır mısın? Neden bu kadar bağırdın? Ve ayrıca bu hanım kim?”
Olivia içeri girenin düşmanının kız kardeşi olduğunu anlamakta gecikmedi. Abisinin aksine daha kibar ve zarif görünüyordu. En azından bu ailede yetişmiş olmasına rağmen, bu adam kadar kaba değildi.
"Saygısız ve dili fazlasıyla uzun bir köleye haddini bildiriyorum Aila!” dedi genç adam.
"Köle mi?”
"Evet, bir köle. Onu bu gün bir İskoç'tan satın aldım. Ama daha ilk günden beni pişman etmeyi başardı.”
Aila abisinden korkup, gözlerini kaçıran genç kıza şefkatle bakarak “Sana ne yaptı?” diye sordu.
"Ne yapmadı ki? Sakin görünüşüne aldanma. Dili çok uzun ve üstelik çokbilmiş!”
"Adı ne?”
"Sumata”
"Sumata mı?”
“Kendisi bir Hintli.”
"Hintli bir kızın İskoçya'da ne işi var?”
"O para ile satılan bir köle.”
"Ve sen de bu zavallıyı eziyorsun öyle mi?”
"Aila!” diye bağırdı genç adam. “Abinle nasıl konuştuğuna dikkat et!”
"Ben gördüğümü söylüyorum Lordum. Henüz aranızda ne geçtiğini bilmiyorum ama genç bir kızı böyle azarlaman hoş değil.”
Andreas daha olayın iç yüzünü öğrenmeden kendisini eleştiren kız kardeşine sinirlendi. Anlaşılan Aila, genç kızın savunuculuğuna soyunmuştu. “Bu işe karışma! Onu savunmak sana düşmez.”
Eppie sonunda suskunluğunu bozabildi. "Çok özür dilerim efendim...” diye araya girdi ürkek bir sesle. “Olanlar da Sumata'nın hiç bir suçu yok. Sidelya öfkelenip, benim boğazımı sıkınca, zavallı kız beni onun elinden kurtarmak için aramıza girdi ve Sidelya'yı itti. İnanın tüm suç benim.”
Andreas derin bir nefes alıp, oturduğu yerden kalktı. “Ya bu tavırları Eppie? Söylediklerine ne diyeceksin? Hanımefendi her lafıma karşılık vermekten geri kalmıyor.”
"Anladığım kadarıyla, Sumata eğitimli bir kız. Ve ayrıca vicdanlı. Bence onu affedip, son bir şans verin. Zavallıyı buradan kovarsanız nereye gidecek?”
"Bunları bana karşı gelirken düşünecekti” Aila anlatılanları dinleyip, Olivia’nın yanına gitti. "Merhaba Sumata.” dedi kibarca. “Lütfen yüzüme bakar mısın?” Olivia genç kızın dediğini yapıp, başını ağırca ona doğru kaldırdı. “Ben Aila.”
"Ben de Sumata Leydim.” diye cevap verdi Olivia gülümseyerek.
"Memnun oldum.”
"Ben de efendim.”
"Nereden geliyorsun Sumata?”
"İngiltere Leydim.”
"Orada ne yapıyordun?”
"Beş yıl bir kalede hizmetçilik yaptım. Aslında çocuk büyüttüm.”
"Lütfen abimin kusuruna bakma. Bazen öfkesine hâkim olmakta zorlanıyor.” "Aslında abiniz haklı leydim. Çizmeyi aşan benim. Ait olduğum konumu unutup, kadın halimle ona gereksiz yere cevap verdim. Ama elimde değil. Galiba bunun sebebi biraz rahat yetişmem. Yani İngilizler bana hiçbir zaman hizmetçi gibi davranmadı.”
"Burası İngiltere değil Sumata!” diye bağırdı genç adam. “Artık İskoç topraklarındasın!”
"Biliyorum efendim. Lütfen özrümü kabul edin. Eğer burada kalmama izin verirseniz, sizin emirlerinize asla karşı gelmeyeceğim. Söz veriyorum.”
Aila bakışlarını, onları izleyen abisine dikip “Benim için abi…” dedi adeta yalvararak “Sumata'nın kalmasına izin vermeni istiyorum. Bak ayrıca kendisi de söz verdi. Çaresiz bir kızı nasıl kova bilirsin?”
Andreas kendini köşeye sıkışmış gibi hissetti. Bugüne kadar kardeşini kırmamış, isteklerini yerine getirmeye gayret etmişti. Ama bu istediği şey biraz daha fazla düşünmesine sebep oldu. Genç adam salonda birkaç tur atıp, onu merakla izleyen kadınlara döndü. "Pekâlâ siz kazandınız.” diye cevap verdi soğuk bir sesle ve aslında bu olayı kabullenmek hiç hoşuna gitmedi. “Ancak bu kızın bir hatasını daha görürsem kaleden dışarı atarım, o zaman beni İskoç kralı bile durduramaz.”
Olivia sonunda derin bir nefes aldı. Tanrı bu kez yardımına koşmuştu. Sadece Tanrı mı? Tabii ki değil. Şimdi yardımına koşan bir melekti. Adı Aila olan bir melek…
Olivia sonunda kalede kalabildiği için tabii ki mutluydu. Buraya gelirken oynadığı oyna sadık kalacağına kendi kendine defalarca söz verse de elinde olmadan hala dik başlı ve hazır cevap olan Olivia Peterson olmaktan geri kalmıyordu. Bir erkeğin karşısında ezilmek kesinlikle ona göre değildi. Yirmi altı yaşına kadar kendini hiç kimseye ezdirmemiş, onurundan ödün vermemişti. Amcasının kalesindeki askerler bile ona sonsuz saygı duyuyor, bir kadından daha çok, cesur bir savaşçı gibi davranıyorlardı. Gerçi bunun sebebi onların arasında büyümesi, birçok şeyi onlardan öğrenmesiydi. Şimdi ise hayatında en çok nefret ettiği, biraz bile saygı duymadığı düşmanının karşısında zavallı bir kadın gibi davranmak gerçekten çok zordu.
Andreas McGray onun gözünde tamamıyla kör cahil, aklı sadece savaşmak için çalışan, aptal bir adamdı. Ve gücünü aciz insanların üzerinde kullanan bir barbar! Genç kız intikamını alana kadar onunla iyi geçinmek zorunda olduğunun farkındaydı. Ne demişti? "Benim kalemde kadınlar düşünmez ve konuşmaz! “ Tanrım! Tam manası ile bir kadın düşmanı ile karşı karşıyaydı. Burada kadının hiç bir değerinin olmadığı açıktı. Hizmetçilerin ve topraklarında yaşayan halkın, bu adamdan nasıl korktuğunu bakışlarından anlamıştı. Bunca insan Andreas McGray'den ölesiye korkarken, içinde en ufak bir korku ya da endişe yoktu. Çünkü ölümden korkmuyordu. Ve buraya gelirken, ölümü zaten göze almıştı. Olivia aklından geçen düşüncelerden sıyrılıp, salondan çıkan hizmetçi Eppie'nin ardı sıra yürümeye başladı. Arkasından keskin bakışları ile onu izleyen adamın farkında değildi.