3. BÖLÜM

2112 Words
“Ben de artık evlenmeyi düşünüyorum Aila.” “Gerçekten mi? Fikrini ne değiştirdi acaba?” “Soyumun devamı için bu şart.” “Kiminle evleneceksin peki?” “Tabii ki soylu ve asil bir İskoç geliniyle.” “Aklında biri var mı?” “Doğrusu şu an yok. Ama en kısa sürede çevrede bulunan diğer klanlara haber gönderip, evlenme çağında olan kızları ile tanışmak istediğimi söyleyeceğim.” “Tanrım ne romantik!” dedi Aila kahkaha atarak. “Aşk abi! Acaba âşık olup evlenmeyi hiç düşünmüyor musun? Senin gibi yakışıklı ve soylu bir adam, her kadını kendisine âşık edebilir.” “Aşk mı?” diye cevap verdi genç adam gülümseyerek. “Kafanı bu zırvalıklarla kim dolduruyor merak ettim? Benim gibi bir adamın âşık olabileceğini mi sanıyorsun? Yapma ama...” “Neden olmayasın ki? Sonuçta bir kalbin var öyle değil mi?” Masada bulunan adamlar, bıyık altından gülerken, Andreas sert bakışlarını onların üzerinde gezdirip "Yok Aila!” dedi buz gibi bir sesle. “Benim bir kalbim yok! Sakın bir daha bana böyle saçma sapan sorular sorma!” Aila başını tabağına eğip, yemeğini yemeye devam etti. Belki de abisi doğru söylüyordu. Onun bir kalbi yoktu. Sadece doyurması gereken bir bedeni vardı. Ve bunu âşık olmadan da nasıl olsa yapıyordu. Olivia odasındaki aynada kendini dikkatlice incelerken, gerçekten bir Hint kızına benzediğine karar verdi. Kafasına örttüğü ipek şal ve bedenini boydan boya saran kumaş elbise ile tam manası ile görünmek istediği kadına dönüşmüştü. Sumata… Parmağına sürdüğü Hint kınasını, kaşlarını arasına sürüp, kirpiklerinin üzerine siyah bir boya çekti. Şalından sarkan peçeyi ile yüzünün bir kısmını kapatıp, onu izleyen annesine doğru döndü. Leydi Molly gözünden akan yaşlara hâkim olamazken “Lanet olsun Olivia!” diye bağırdı. “Beni neden dinlemiyorsun. Oraya gitmeni asla istemiyorum." Olivia ağır adımlarla annesine ilerleyip, yanına oturdu. Elini avuçlarının arasına alıp “Anne lütfen...” dedi usulca. “Neler hissettiğimi, yıllardır bu anı beklediğimi çok iyi biliyorsun. Göreceksin ki, kızın geçmişin intikamını alacak ve kalesine gururla dönecek. Bunu sadece bizim için yapmıyorum. Ülkem için de yapıyorum.” “Ya geri dönemezsen Olivia? Beni neden düşünmüyorsun?” “Geri dönemezsem onurumla ölürüm.” dedi genç kız ciddiyetle. “Ama döneceğim. Söz veriyorum.” Gustov ve askerleri İskoç sınırına kadar Olivia'ya eşlik ettiler. Genç kız yanında bir İskoçla at arabasına binmiş, korkusuz bir tavırla yol alıyordu. Amcası yanındaki adama koca bir kese altın vermiş, kendi safına çekmeyi başarmıştı. Bu adam amcası ile arasında haberleşmeyi sağlayacaktı. Genç kız İskoç sınırını geçmeden önce, amcası ile sarılıp vedalaştı. Birbirlerini bir daha ne zaman görecekleri belli olmasa da kesin olan bir şey vardı ki bu oyun sandıklarından daha uzun sürecekti. At arabası İskoç sınırını geçip, McGray kalesine doğru yol alırken, Olivia geçtikleri her yolu aklına kazıdı. Bir günlük yolculuğun ardından yüksek bir tepenin üzerinden kaleyi gördüler. Genç kız hayatında gördüğü en ihtişamlı ve güzel kaleyi hayranlıkla izlerken, arkalarından gelen bir sesle ikisi de irkildi. “Siz oradakiler!” dedi biri bağırarak. “Ölmek istemiyorsanız inin o arabadan çabuk!” Olivia ve adam derin bir nefes alıp, ağır adımlarla arabadan inerek, arkalarını döndüler. Ve onlara kimin seslendiğini görmek için o tarafa doğru baktılar. Genç kız ister istemez yutkundu. Çünkü kara bir atın üzerinde, genç bir adam onları izliyordu. Adam mı demişti? Bu insan değil sanki bir devdi! Üstelik arkasında bir ordu dolusu asker vardı. Hemen sonra yanındaki adamın dudakları arasından söylediği şeyi duydu. “Çakal!” Genç kız içinde en ufak bir korku olmadan, adamı dikkatlice süzüp, “Sonunda kavuştuk Andreas McGray.” dedi usulca. Ama bunu sadece kendisi duydu. Andreas McGray, topraklarına izinsiz giren yabancıları öfkeli gözlerle süzüp, atını onların üzerine doğru sürmeye başladı. Karşısında duran adamın bir İskoç olduğunu anlamıştı fakat oldukça tuhaf giyimli kadının nereli olduğu konusunda hiçbir fikri yoktu. Genç kadın bakışlarını yere doğru devirmiş, adamın yüzüne bakmıyordu. Çakal atını kızın tam önünde durdurup "Kimsiniz?” diye bağırdı oldukça sinirli bir sesle. “Ve burada ne işiniz var?” Olivia kendini oynayacağı oyuna çoktan hazırlamıştı. Ürkek bakışlarını genç adamın yüzünde gezdirip, İngiliz aksanını değiştirerek “Lütfen bizi öldürmeyin efendim.” diye cevap verdi korkuyla. Tanrım! Çaresiz tavrına kendi bile nerede ise inanacaktı. Hiç korkmadığı düşmanından korkuyormuş gibi görünmek, gerçekten komikti. Açıkçası genç adamı böyle hayal etmemişti. Anlatılanlardan bile daha iri, daha güçlü görünüyordu. Üstelik soğuk bakışları ile bile düşmanını korkudan öldürebilirdi. Eteğinin altından görünen kaslı bacakları nerede ise beli kadar kalındı. Genç kız yalancı gözyaşları akıtırken “Ben sadece bir köleyim.” diye devam etti. Ellerini bilerek titretirken, gözyaşlarını usulca sildi. “Bu adam da beni satın alan bir İskoç.” Andreas kızın söylediklerini pür dikkat dinlerken, onu baştan aşağı süzdü. Vücudunu kaplayan pembe renkli kumaş ve başında duran şal ile buralardan olmadığı çok açıktı. Ayrıca alnındaki ve gözünün altındaki boyalar çok dikkat çekiciydi. Ya ağlamasına ne demeli? Belli ki kızı çok korkutmuştu. Biraz daha üzerine giderse küçük bir çocuk gibi sızlanmaya başlayacaktı. En nefret ettiği şey sulu gözlü, mızmız kadınlardı. Onların aptal halleri inanılmaz sinir bozucu oluyordu. Genç adam yerinde duramayan atı kara yeleyi tek eli ile okşayıp, sakinleştirdi ve atından yere indi. Olivia yere ayak basan adamın bakışlarının biraz olsun yumuşadığını görünce, derin bir nefes aldı. Galiba küçük oyununa inanmıştı. Andreas kızın yanında bulunan orta yaşlı İskoç adama bakıp “Sen kimsin?” dedi. Adam karşısında duran adamdan ölesiye korksa da cesaretini toplayıp “Sizin gibi bir İskoçum efendim.” diye cevap verdi. “Onu anladım seni aptal! Hangi klandansın?” “İskoçya'nın güney ucunda bulunan bir köydenim Lordum.” “Bu kadınla burada ne işin var peki?” “Ben köle ticareti yapıyorum. Elimde bunun gibi altı tane daha vardı. Onları buraya gelene kadar önüme çıkan klan liderlerine sattım. Gördüğünüz gibi başımda sadece bir bu kaldı.” Andreas birkaç adımla kıza doğru yaklaşıp, alıcı gibi onu baştan ayağı süzmeye başladı. Kadın oldukça genç ve diri görünüyordu. Teninin rengine bakılırsa sağlıklı olduğu da belliydi. Elini kıza doğru ağırca uzatırken, Olivia ani bir hareketle adamın bileğini yakaladı. Andreas bileğini sıkan uzun ve narin parmaklara bakıp “Reflekslerin de yerinde.” dedi alay edercesine. "Ayrıca gücün de pek fena değil. Bileğimi sıkmana bakılırsa, çok da narin bir kız değilsin." Olivia adamın bileğini çok fazla sıktığını fark etti. Belki de içindeki öfkeyi durduramamıştı. Elini hafifçe açıp, gözlerini adamdan kaçırdı. “Bana dokunmanızı istemiyorum.” dedi ciddi bir sesle. Andreas kendini tutamayıp, gür bir kahkaha atarak “Bir kölenin, hatta zavallı bir kadının isteği benim için emirdir küçük hanım.” diye cevap verdi. Aslında ses tonu ile genç kızı gözünde değersizleştirmiş, küçük görmüştü. “Söyle bakalım boyalı surat. Sen neredensin ve adın ne?” Genç adamın az önce ona dokunmak istemesinin sebebi, başını kapatan ipek örtüyü indirmek, kızı net olarak görmekti. Şalı alnını ve boynunu kapatırken, yüzünün bir kısmını da gizliyordu. Şu an net görebildiği tek yer kara bir zümrüt gibi parlayan gözleriydi. Kara gözler... Kadın dediğin renkli gözlü olmalıydı. Denizin engin mavisi ya da yeşil, İskoçya'nın muhteşem yeşili... Kesinlikle kara gözler ilgisini çekmezdi. İşte bu yüzden kızın gözlerine çok dikkat etmedi. Eğer etseydi, içindeki gümüş rengi parlaklıkları, insanın içine işleyen derin bakışları tabii ki fark edecekti. Olivia başını hiç kaldırmadan “Hintliyim.” diye cevap verdi kısık bir sesle. "Adım Sumata efendim.” Andreas kızın verdiği cevabı kafasında tartmaya çalışıp “Sumata... Ne garip bir isim .Anlamını merak ettim doğrusu. Ayrıca ülken İskoçya'ya çok uzak. Peki, buraya nasıl geldin Sumata?” “Beş yıl önce bir İskoç gemisi ile geldim. Beni satın alan adam, bir İngilize sattı.” “Demek İngiltere'de yaşadın ve bu yüzden İngilizceyi bu kadar iyi konuşuyorsun öyle mi? Bu anlattıkların çok garip ama...” dedi genç adam yine de kızın tavrından ve giyiminden hiç şüphe duymadı. Çünkü Hindistan'a bir kez gitmişti. Yani oradaki kadınların neye benzediğini çok iyi hatırlıyordu. Zaten genç kız kara gözleri ve hafif esmer teni ile bir Hintli olduğunu belli ediyordu. Yine de işini şansa bırakmayıp “aapkee umar kyaa hai?” diye seslendi Hintçe. Olivia kendisini sınayan adama doğru bakıp "meree aayu bees saal hai.” dedi kendinden emin bir şekilde. Andreas Hintçeyi çok iyi bilmese de kaç yaşındasın sorusunu nasıl soracağını öğrenmişti. Genç kızın cevabı gülümsemesi ne sebep oldu. Yirmi iki mi demişti? Kesinlikle daha büyük olmalıydı. Ya da üzerindeki aptal kumaş parçaları yüzünden, yaşına karar veremedi. Olivia kendisine gülen adama bakarken, midesinin bulandığını fark etti. Onun gibi kana susamış, bir caninin, katilin böyle gülmesi... Acaba öldürdüğü her İngilizin başında da her zaman böyle gülüyor muydu? Hatta büyükbabasının baş ucunda oturmuş, ölümünü izlerken yine böyle gülümsemiş miydi? “Pek ala...” dedi genç adam gayet ciddi bir sesle. Ve yanındaki İskoça döndü. “Kölen ne iş yapar? Onu satın almam için bana bir sebep söyle.” Adam Olivia'ya doğru bakıp, bu sorunun cevabını onun vermesini bekledi. Çünkü aklına hiçbir şey gelmedi. Genç kız ellerini karnının üzerinde birleştirip “Yemek, dikiş, ilaç... Ne isterseniz efendim.” diye cevap verdi. “Ayrıca temizlik. Hizmetçiler ne yaparsa.” “Bunları yapan yeterince hizmetçim var. Başka?” “Çocuk bakarım.” “Henüz bir çocuğum yok! ” dedi Andreas. “Başka?” Olivia ne diyeceğini bilemedi. Bu kadar saydığı meziyete rağmen, pislik yine de onu yeterli görmemişti. Ama bir şekilde kendisini satın almasını sağlamalıydı. “Ne isterseniz.” dedi çok ciddi bir sesle. Andreas aldığı cevaptan memnun bir şekilde, kendisini izleyen askerlerine bakıp, tekrar kıza doğru döndü. “Ne istersem öyle mi?” diye cevap verdi sırıtarak. “Evet.” “Askerlerimin gönlünü hoş edebilir misin küçük hanım?” Olivia bedenine ateş bastığını fark etti. Teklif ettiği şey kesinlikle kabul edilemezdi. Tanrım şimdi ne cevap verecekti? “Ben bunu asla yapamam.” dedi ürkekçe. “Neden? Kadın değil misin? Eminim daha önce...” Olivia adamın sözünü kesip “ Hastalıklıyım.” diye cevap verdi bir anda. “Ne hastalığı be kadın!” “Eğer dediğiniz şeyi yaparsam, kasılıp ölürüm Lordum.” Olivia o an aklına gelen ilk şeyi söyledi. Ve içten içe ağzından bir an da çıkan sözlere gülümsedi. “Böyle bir hastalık hiç duymadım seni yalancı Hintli sürtük!” “Budizm aşkına... Size yemin ediyorum. Yalan söylemiyorum. Ablam da bu yüzden öldü inanın.” Andreas kızın yüz ifadesine bakınca bir an inanmak istedi ama sonra hasta bir kadının işine yaramayacağını düşünüp “Seni satın almayacağım. Şimdi topraklarımı terk edin!” diye bağırdı. Olivia yaşadığı hayal kırıklığı ile dizlerinin üzerine çöküp “Lütfen Lordum...” diye yalvarmaya başladı. “Günlerdir aç ve susuz yollardayım. Artık çok yoruldum. Karşıma kötü niyetli insanların çıkmasından çok korkuyorum. Beni satın alın ve hizmetçiniz yapın. Söz veriyorum pişman olmayacaksınız." Andreas çaresiz bir şekilde yere kapanan kıza doğru baktı. Onun yalvarması aslında umurunda bile değildi. Hatta bu kızdan hiç hoşlanmadı. Etrafında garip giysilerle gezmesi gerçekten hoşuna gitmezdi. Bu kız erkekleri kadınlardan kesinlikle soğuturdu. "Benim kararlarım kesindir.” diye cevap verdi genç adam ciddiyetle. “Şimdi kes ağlamayı ve defol buradan!” “Lütfen...” Andreas kızın yanında bulunan İskoça dönüp “Daha ne bekliyorsun?” diye bağırdı. “Al şunu başımdan!” Adam genç kızın kolunu tutup, onu yerden kaldırdı. Yaptıkları planın boşa gitmesi ikisinin de canını sıkmıştı. Olivia çaresiz şekilde, hala bir yol bulmaya çalışırken, Andreas’ın önüne gidip, kendinden emin yüz ifadesiyle “Sadece birkaç gün bana süre verin.” dedi. “Eğer memnun kalmazsanız kesinlikle gideceğim.” Andreas elini gür ve dalgalı saçlarının arasından geçirip “Sen ne inatçı bir kızsın!” diye cevap verdi. “Güpegündüz karşıma nereden çıktın?” Olivia genç adamı biraz olsun yumuşattığını düşünüp, içten bir gülümseme ile “Ben Sumata Lordum. Ya siz kimsiniz?” dedi. Andreas derin bir nefes alıp, öfkesini bastırmaya çalışarak “Ben Andreas McGray!” diye gürledi. Sesindeki soğukluk ve sert yüz ifadesi Olivia'yı biraz bile korkutmadı. “İngilizlerin korkulu rüyası Çakal!” Kısa bir süre sonra Olivia kendisini satın alan adamın peşinden, kaleye doğru yol almaya başladı. Geçtikleri köydeki insanların liderlerine olan saygıları genç kızın dikkatinden kaçmadı. İlk kez bir İskoç köyü görüyordu. Sonunda kalenin büyük kapısına geldiklerinde, Olivia hayranlıkla kaleyi izlemeye koyuldu. Etrafa yayılan askerler, oranın mükemmel korunduğunun ispatıydı. Bahçeye girdiklerinde Olivia bindiği at arabasından inip, içinde giysileri olan bohçasını eline aldı. Ve yüzünde inanılmaz bir gülümseme vardı. Çünkü yıllardır bunun hayalini kurmuştu. McGray kalesine girebilmenin... Andreas atının üzerinden inip, kaleye doğru yürürken, arkasına dönüp bahçenin ortasında şaşkınca etrafı izleyen kıza doğru baktı. Onu buraya getirdiğine hala inanamıyordu. Bir kadının ağlayıp, sızlanmasından etkilenmezken, bu gizemli Hintli kendisini ikna etmeyi başarmıştı. Güzel dese, kesinlikle güzellik kavramı ile yakından bir ilgisi yoktu. Ya da çekici bir kadın... Ölüsü bile bu kadınla birlikte olmazdı. Ya da belki de ona acımıştı. Bu Çakal'dan asla beklenen bir davranış değildi. Olivia kendisini izleyen adamı fark edip, başını önüne devirdi. Sonuçta O bir köleydi ve efendisinin karşısında saygılı olması gerekiyordu. Genç kızı gören yaşlı bir hizmetçi şaşkınlıkla efendisine bakıp, “ Bu da kim Lordum?” dedi merakla. Andreas ne diyebilirdi ki “Sumata.” dedi dudaklarının arasından. “Sadece Hintli basit bir kız...”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD