bc

Leyl - Sevdanın Koynunda

book_age18+
3.1K
FOLLOW
19.4K
READ
one-night stand
HE
war
like
intro-logo
Blurb

Son kez derince bir yudum aldım içkimden ve bitmiş şişeyi masaya omzunun üzerinden masaya vurarak ''Sence de.'' Dedim kendimden beklenmeyecek bir cesaretle kesik kesik. ''Bu gece burası fazla sıcak değil mi?''

Alttan bakışlarını üzerimde gezdirdi ve gözleri göğüslerime takıldığında gözleriyle iki göğsümün arasını işaret edip ''Anlamı?'' diye sordu soğuk soğuk.

İlk başta ne dediğini anlayamadım, daha sonrasında baktığı yere baktım. Dövmemdeydi gözleri. Tam ortasında başlayıp iki göğsüme doğru uzanan defne yaprakları... ''Adım.'' Dedim yüzüne bakarak. ''Defne.''

Dudağının kenarı hafifçe yukarı kıvrıldı ve başını biraz daha bana doğru yaklaştırdı. ''Defne.'' Dedi ağır ağır telaffuz ederek. Nefeslerimiz birbirine karıştığı noktada kokusunu da işittim ve sanki kendimden geçmemiş gibi iyice geçtiğim yerlerde kayboldum. ''Bu gece seni serinletemem ama daha da yakabilirim. Mesela bunun.'' dedi işaret parmağı göğüs oluğumdaki dövmemin üzerinde gezerken. Gözleri gözlerimden ayrılmıyor, eli tenimde dolanıyordu. ''Bunun rengini dudaklarımla değiştirene kadar cayır cayır yanabiliriz.''

chap-preview
Free preview
Dağlar Bizim Yuvamız
İnsanın büyüdükçe mi artıyor dertleri? Yoksa insan büyüdükçe mi anlıyor gerçekleri? ÖZDEMİR ASAF ... Akın'dan... Karanlık gecenin ayazı yüzüme vururken, ıssızlığa kol kanat geren ayın şavkı tenimi okşuyordu. Namertlerin mesken tuttuğu bu dağlar, bu ovalar aşmayı bitiremediğimiz arşınların ardında ki hainler... Kendilerini cellat sanmış, bizi yok etmek için art arda dizilmiş cehalet timsallerinin akıttığı şehit kanları ve o şehit kanlarının üzerinde açan papatyalar süslüyordu bu dağları. Ölümün hüküm sürdüğü bu yerler, gökte dalgalanan hilal uğruna verilen canlardı aslında. Türk, Kürt, Laz, Çerkez... Her birinin kanının damladığı bu kanlar bir devrin yaşanmışlığıydı. Ellerimin arasında yitip giden hayatlar, şahadet şerbetini içmek için adeta ölüme göğüs gererek uçan bedenler tanıyorum bu toprakların üzerinde. Hainlerin görmek istemediği, gördükleri an ecellerine susadıklarını anladıkları yiğitler. Yüzbaşı rütbesini aldığımın birinci senesi ayak bastığım bu topraklar, yıllardır ardı arkası kesilmeyen bir cehennemin çukuruydu. O cehennem bazılarının evi, bazılarının mezarı, bazılarının Azrail'iydi. En yakından görmüş, tanımış biri olarak söylüyordu ki; Benim yuva dediğim, gölgesine gölge değdirmediğim bu topraklar bazılarına cehennemden farksızdı. Halbuki görmüyorlardı! Benim gördüğümü onlarda görse böyle olmazdı. Atamın gördüğünü onlarda görse hiç hiç böyle olmazdı! Kimsenin görmek, duymak, bilmek istemediği sahnelerin ardında ki gerçeklerin yegane kanıtıydı bu topraklar, bu ovalar, bu dağlar. Ardı kesilmeyen çığlıkların, seks kölesi olmaya mecbur bırakılmış kadınların serzenişleri saklıydı o mağaralarda. Hiçbirimizin duymak istemediği bu sesler aslında kafamızı çevirsek görebileceğimiz mesafedeydi. Kiminin abisi, kimin kardeşi, kiminin sevgilisi, belki nişanlısı hatta belki de karısı... Dağların bile görmek istemedikleriydiler onlar. Ama ben görüyordum. Neredeyse her gün onları esir tutanlarla çatışıyordum. Ama her gün o namertlerin bir sürü cana kıymasına engel olamıyordum. Öldürüyordum, kırıyordum, döküyordum... Ama yine de onları tüketmiyordu bu. Çünkü onlar içimizdelerdi. Bir nefes uzağımızda, belki de soframızda... Onların olmadığı yer yoktu evet! Ama bu vatanda bir karış toprak için namertlerin topunun ecdadına kibrit suyu dökecek aslanlar vardı. O aslanlar vatanın bir avuç toprağı için yakmaktan, yıkmaktan, şehit olmaktan geri durmazlardı. Zaten dursalardı Türk olmazlardı! Aslında baktığımız zaman; aldığımız her bir nefes bize bahşedilen en büyük hediyeydi. Her gün kurşunların sıyırdığı ve izler bıraktığı bedenimle buna biraz daha örnek oluyordum. Bazen saçlarımın arasından geçiyor beni şehadete yaklaştırıyor ama sonra yok olup gidiyordu. O şehadete yaklaştığım anlarda ise gözlerimin önünde sadece ve sadece ay yıldızlı bayrak oluyordu. Onun uğrunda ölmeyi, etimin çürüyerek toprağa karışmasını ne kadar isterdim. Çünkü benim; Kalmak için ya da dönmek için bir sebebe ihtiyacım yoktu. Vatan uğrunda can verilecekse, ilk alınacak can bana ait olabilirdi. Umurumda olmazdı... Ama geride kaldığın zaman; işte o zaman çok şey umurunda oluyordu. Geride kalanların acısını her şehit haberi verdiğimizde görüyordum. Yanı başımda vurulan ve şehit düşen askerlerimi de görüyorum. Onların yüzüne inen nurun yüzüme inmesini de deli gibi istiyorum ama yapamıyorum! Çünkü eğer lidersen ve emrinde ki askerleri canın pahasına koruman gerekiyorsa işte o zaman kendi canını her şeyin üstünde tutman gerekiyordu. Çünkü; her oyunda olduğu gibi bu boktan oyunda da kural aynıydı. Lider ya da bayrak düşerse oyun biter! Bizler oyunun bitmemesi bayrağın düşmemesi için savaşıyorduk amansız bir şekilde. O yüzden canımı herkesten daha çok korumalıydım. Kendi canımı düşündüğüm için değil! Onların canını düşündüğüm için daha çok korumalıydım! Kelimelerimin boğazıma dizildiği zamanlarım geldi aklıma. Asla ele avuca sığan bir asker olmamıştım. Daima deli ve taşkın biriydim. Söz konusu vatansa gerisi teferruattı benim için. O yüzden asla ve asla canımı kumar masasına yatırmaktan çekinmezdim. Namlunun bir ucu bana, diğer ucu 'onlara' çevriliydi ve biz bir ölüm ruleti oynuyorduk. Kurşunun kimin kafasında patlayacağı belli değildi. Ama bildiğim, hatta emin olduğum bir şey vardı. Kurşunun bizim kafamızda patlamaması için elimden geleninde fazlasını yapardım. Çünkü dediğim gibi; ben tek başıma değildim. Binlerce askerin, milyonlarca mazlumun yükü omuzlarımdaydı. "Şahin!" dedim kulağımda ki kulaklığa doğru. Tahminen birkaç metre gerimdeydi ama sesimi yükseltemezdim. Sesimi yükseltmem demek; aramızdan bir kişinin ayrılması demek olabilirdi. Bu çok küçük bir ihtimaldi. Çünkü iyi eğitimliydik. Çoğu ülkenin askerinden on adım öndeydik ama yine de bu risk alacağım anlamına gelmiyordu. Çünkü farkınaydım. Aldığım her bir riskin bir mazlumun canına kast ettiğinin farkındaydım! Ve bunun farkında olurken çok canlar vermiştik. "Emredin komutanım." Sessiz ama bir o kadar itaatkar sesini duyduğum zaman sis çökmüş etrafta gezdirdim bakışlarımı. Yoğun olmasa bile ufak bir sis bulutu çökmüştü ıssız geceye. Ayın ışığının altında dans eden sis tanelerinde takılı kaldı kısa bir an gözlerim. Sonra kafamı gökyüzüne kaldırdım. Bulutların arkasına saklanmış olan yıldızlar bu gece gök kubbeyi süslemiyordu, süsleyemiyordu. Aklıma gelen anıyla birlikte boğazımı temizledim. Geçmişim kaçtığım yegane gerçeğimdi! Bunu bilmeme rağmen ondan kaçmaktan kendimi alamıyordum. Kimsesiz büyümenin verdiği o acı... O tarif edilemez acı... Kimsesiz büyüyenler daha iyi bilirdi bu acıyı ve onlarda bilirdi ki yazılan çizilen her şey eksik kalırdı hissettiklerinin yanında. Bu yüzden bu zaman kadar hiç tarif etmeye çalışmamıştım o acıyı. Geçmişin acı yüklü gri bulutları beni anımdan soyutlamadan önce konuşma kararı aldım. Boğazımı sessiz bir şekilde daha temizledim ve sordum. "Ne kadar kaldı varış mesafesine?" sorduğum sorunun ardından etrafa bakmaya devam ettim. Harita Şahin'deydi. Ama buna rağmen hepimizin beyninde de kazılıydı o harita. Burada bulunan sekiz kişi vardı. Ve bu sekiz kişi her bir tehlikeli noktayı, pusu kurulabilecek alanları kendince analiz etmişti çoktan. Benimkisi hem soluklanmak, hem de teyit amaçlıydı sadece. Çünkü defalarca kez dediğim gibi; ufacık bir ihmalkarlık bir canın kefareti olmamalıydı! "Bir kilometre komutanım." diyen ses kulağıma ulaştığı zaman kafamı salladım usulca ve gece görüş dürbünü ile etrafıma bakmaya başladım. Bir kilometre gibi az bir alan olmasına rağmen bu kadar sessiz ve sakin olması tuhaftı. Halbuki ben; bizi bando ve mızıkalı bir geçitle karşılarlar biraz eğleniriz diye düşünmüştüm. "Toplanın." dedim hepsine karşı. Dikkati elden bırakmadan toplandık ve planın üzerinden bir kere daha geçtim. Aslında planın özü şuydu; Gir, al, çık! Bu kadar basitti. Çünkü karşımızda düşman yoktu! Düşman kaçak oynuyordu ve sürekli piyonlarını öne sürüyordu. Ve biz de o piyonları temizlemekten bıkmıyorduk! Bıkmayacaktık! Biliyorduk! Bıktığımız an da kaybettiğimiz an olacaktı çünkü! Derin bir nefes aldığım sırada bakışlarımı etrafımda gezdirdim. Üzerine tek dizimi yasladığım kırağı düşmüş olan çimin ıslaklığı kamuflajıma bulaşırken umursamadım ve ayağa kalktım. Köşede ki hareketlilik dikkatimi çekerken dikkatli gözlerle o tarafa bakmaya başladım ki bizim Bordo Timi'nin de aynı eş sürelerde o hareketlilik dikkatini çekmişti. Karşıdan bir kişi el sallayarak bu tarafa doğru koşuyordu. Sesi dağlarda yankılanıyordu. "Yardım edin!" Aman dileyen dili korkunun ve soğuğun esareti altında güç bela konuşuyor gibiydi. Ona yardım edip etmeliydim ama önceliğim askerlerimdi. Onun üzerinde canlı bir bomba taşıyıp taşımadığını, bunun bir tuzak olup olmadığını bilemezdim. El hareketleri ile mevzi almayı söylediğim an herkes konumlanmıştı. Yanımızda bulunan uzun ve büyük kayalıkların arkasında konumlanırken tek bir el silah sesi kapladı ve ardından acı bir kadın çığlığı kapladı dağın eteklerini. Yine bir çığlık, yine bir kadın... Beynimde yankılanan ses gözlerimin önünün öfke ile kararmasına sebep oldu. Gözlerim usulca kapanırken Vakkas'ın yakalanacağını anladığını ve bu yüzden yakalanmadan önce bir pislik yapayım dediğini anlamıştım ki o zavallı kızın acı çığlığından bunu anlamasaydım salak olmama gerekirdi. Gözlerim öfke ile bir kere daha kapanırken derin bir soluk çektim ciğerlerime. Ve ardından her şey saniyeler içinde gerçekleşti. Ardı arkası kesilmeyen silah sesleri ve kızın son bir kez attığı o yardım çığlığı kulaklarımdan silinmeyecekti. "Yardım edin! Lütfen!" Kaç yaşındaydı? 17? 18? Siktiğimin orospu çocukları onu kaç yaşında çıkarmışlardı bu dağa? 14? 15? Peki kaç senesi heba olmuştu şu anda? 70? 80? Beynimin içinde dönen olasılıklara küfürler ederken acı bir çığlık daha duyuldu. Her şey göz açıp kapama süresinde olmuştu. İçimi büyük bir acı kapladı. Adı ve tarifi olmayan bir acıydı bu... Aynı kimsesizlik gibi! Ama şu anda bunun ne yeriydi ne de zamanı. Acımı ölüm kokan toprakların altına itelediğim zamanının sınırlarında Vakkas'ın eğlenen sesi telsizden kulaklarıma ulaştı. Onun iğrenç sesi kulaklarıma dolarken yas tutan Akın'ı bir kenara bıraktım. Ardından da Vakkas'a odaklandım. "Nasıl komutan karşılamayı beğendin mi?" Ağzı dolu bir şekilde konuşurken yarım saat sonra o yemeklerin boğazına tıkılacağını hiç düşünmüyor muydu acaba ki? Ya da benimle bu kadar laubali konuşmasının sonunda o çenesini yerinden sökecek olma ihtimalimi de mi düşünmüyordu? "Mızıka gelmişte, bandosu eksik kalmış Vakkas." dedim alaylı bir tükürüş ile. Vakkas'ın sırıttığını sesinden anlıyordum. Gerçekten yolladığı yüz elli iki yüz adamın, sekiz kişilik bir Bordo Bereli timine çerez gibi geleceğini düşünmemiş miydi? Gerçi o kadar düşünseydi şu anda karşı tarafın köpeği olmazdı! "Emrin olur komutan yollayayım bandoyu da..." dediğinde sırıttım. "Yolla..." dedim "Ama bir şeyi çok merak ettim." diye de devam ettim. Onların kuş kadar akıllarını idare etmek kolayıma geliyordu. Kurtlu konserveleri yerken beyinleri de kurtlanmıştı büyük ihtimalle ki basit bir şekilde yönettiğim oyunu bile çözemiyordu. "Neyi merak ettin komutan?" dedi "Söyle de son isteğin olarak cevap vereyim?" sorduğum sorunun cevabının buraya gideceğini biliyordum. Çünkü onlar aynı salak tarafından yönetilen it sürülerinden başka bir şey değildi. "Bir Bordo'nun yolladığın takribi iki yüz adamla başa çıkamayacağını sana düşündürüp de rahat rahat yemek yediren sikimsonik aklı sana kim verdi?"Söylediğim her bir kelime ile sırıtmam genişliyordu. Sesimde ki sırıtmayı hissettiği an öfkelendi. Elinde ki metal çatal ya da kaşığın aynı şekilde metale vurulduğunu duydum. Vuruş sertti. Ama ölümün nefesini omuzlarında hissettiği duygu kadar sert değildi. O anki duygunun da tarifi yoktu! "Aşk olsun komutan!" dedi "İki yüz benim leşime az gelir dersen üç yüz elli yapalım. Namın yürüsün!" dediği an sırıttım ve işareti verdim. Sabahın erken saatlerinden bütün dağı görecek şekilde konumlanmış olan iki keskin nişancı, adamları tek tek indirirken bizimkilerde geri kalmamış hem intikam hem keyif hem de yerleri belli olmasın diye ateşe başlamışlardı. Hala telsizin diğer ucunda olan Vakkas'a ithafen konuştum. "On saniye içinde bir adamın içeri girecek Vakkas ve sana diyecek ki... On!" Sözümü tamamlaman geri saymaya başladım. Bunun Vakkas'ı daha da sinirlendirdiğini biliyordum. Ve onun sinirlenip hata yapması benim işime gelirdi. "Ne yaptın sen puşt?" diyen Vakkas'ı umursamadan saymaya devam ettim. "Dokuz!" "Asker beni deli etme!" "Sekiz!" diye devam ederken Vakkas'ın adamı içeri girdi. "Vakkas, acil durum!" "Tüh!" dedim "Ben bu kadar erken korkmanızı beklemiyordum. Daha üç saniye oldu lan!" dedim ve sinir bozan bir kahkaha attım. "Siz bu götle mi bizim olanı alacaksınız?" diye devam ettim ve bu kadar geyiğin yeterli olduğunu düşünüp son sözlerimi söyledim. "Beş dakika Vakkas!" dedim "Beş dakika sonra oraya ecelin olmaya geliyorum!"

editor-pick
Dreame-Editor's pick

bc

KIRIK ANILAR MAHZENİ

read
4.1K
bc

Yasak Sevda

read
85.3K
bc

TYLER (Cherry 2)

read
6.0K
bc

KAKTÜS| Texting

read
3.4K
bc

Çobanaldatan

read
2.1K
bc

Zor Ajanlar

read
1.5K
bc

PRENSİN KORUMASI

read
13.0K

Scan code to download app

download_iosApp Store
google icon
Google Play
Facebook