GÜMÜŞ SERÇE TİMİ
"Hexa, çok kısıtlı bir zamanın olacak. Yapabilecek misin?" diye sordu Kuzgun. Mağraya dürbünlerimizle bakarken gülümseyerek ona döndüm,
"Kapının girişindeki adamları devirebilecek misin sen onu söyle?" dedim.
Viper, silahını mağaranın girişine doğru uzatırken tüm özgüveniyle aramıza uzanarak yattı,
"Onlar benim!" dedi. Balık sırtı ördüğü geceden daha siyah saçı ile görev başında dahi gayet güzel görünüyordu.
"Gölge ne zaman işaret verir dersiniz? İçeride kaldığı sürece huzursuzlanıyorum."
Bu veryansın ise Gözcü'ye aitti. Demir, Gözcü'nün omzuna sıkı bir yumruk salladı,
"Sakin ol Gözcü, o bizim Gölge. Oradaki herkes ölse bile o oradan sağ çıkmayı başarır. Ölümden bile gizlenebilir dostum, inan bana."
Gümüş Serçe Timi...
Altı kişiden oluşuyoruz ve yıllarca bunun için eğitildik. Sistem bizi göremez, sistem bizi tanımaz çünkü sistem için çok küçük bir yaşta acı olayların sonunca, bazen de kötü bir hastalık nedeniyle öldük. Hayalet bir tim... Hayatlarımız yok artık isimlerimiz bile yok sadece yeteneklerimiz yüzünden birbirimize seslendiğimiz lakaplarımız var.
Ben Hexa, tüm bilgisayar sistemleri benden sorulur. Kolayca girer ve çıkarım, kimsenin ruhu bile duymaz. Uzun bir süre sistemlerin içerisinde dolaşırım ama beni kimse fark etmez.
Viper, keskin nişancımız.
Gölge, istihbaratçımız. Kolayca kilo alır, kilo verir. Yüzüne tüm saç renkleri oturur. Burnunu kırar ya da burnunu yaptırır... Çoğu dili konuşur, biz bile hangi milletten olduğu konusunda derin tartışmalara düşüyoruz bazen.
Gözcü, pilotumuzdur. Tüm droneları kıvrak bir şekilde kullanır.
Demir, bombacımızdır. Henüz varlığını görüp de imha edemediği bir bomba olmadı tabii bazılarını patlatmakla da imha etmiş olduğunu kabul edersek.
Kuzgun, ölümün habercisidir. Hepimizin dövüş yeteneği vardır ancak Kuzgun göğüs kafesinize atacağı tek yumrukla kalbinizin durmasını sağlayabilir. Uzun boyu, kaslı yapısıyla genelde her görenin saldırmak için iki kez düşündüğü biri.
Bizi bilmezler, görmezler. Hayalet ve efsanelerden ibaretiz. Şu ana kadar çalışmış ve görev yapan ilk versiyonumuz da değiliz, bizden önce birçok Gümüş Serçe Timi vardı ancak hepsi, öldüler... Büyük ihtimalle bizim de sonumuz bu. Emeklilik gibi bir olasılık hiçbir zaman aklıma gelmedi.
Birbirimize gerçek isimlerimizi, hayat hikayemizi, nerede geldiğimizi anlatmayız. Eğer içimizden biri ölürse üzülmemek için, anmamak için kimse kimseye ortak çıkabilecek anılarından ve acılarından bahsetmez. Aile olmak... Yok... Ama geride asla adam bırakmayız!
"Gölge içeride kahve içiyor olabilir mi? Rüzgar her seferinde hız değiştiriyor!" diyerek sabırsızlandı Viper.
"O kızın kahve bağımlılığını düşünecek olursak gayet olası Viper. Hiç şaşırmam." dedi Kuzgun ama saniyesinde kulağımıza yüksek sesli bir sinyal verildi. Bu Gölge'nin bize işaretiydi, artık içeriye girmek için hazırdık.
"Başlıyoruz Serçeler!" dedi Viper ve ilk atışını yaptı. Mağaranın önünde devriye dönen adamlardan biri yere yığıldı.
"AİT hiçbir zaman adamlarına kask takmayı öğretemeyecek öyle değil mi çocuklar?" diye dalga geçerken diğer adamı da tüm telaşına ve saklanmasına rağmen yere indirdi.
Gece görüş gözlüklerimizi takarak kayalıkların arkasından çıktık. İçimde garip bir huzursuzluk vardı. Hiçbir zaman böyle hissetmemiştim ancak burası, alacağımız bilgiye bakılacak olursa oldukça güvenliksiz gibi görünüyordu. İçimden bir ses bir şeyler her an ters gidebilir diye haykırsa da bunu ekibe belli etmedim. Cesaretlerini kırmak ya da korkak gibi görünmek istemiyordum.
Mağaranın girişine geldikten sonra bir müddet hiçbir engel olmadan ilerledik. Gölge, girişte bulunan titanyum kapının şifresini söylediğinden dolayı zorlanmadan girdim. içeriye girmek için şifreden sonra retina tarayıcısı devreye gireceğinden dolayı, Kuzgun adamlardan birinin gözünü tereddüt etmeden yerinden çıkarttı ve getirdi.
Tarıcı gözü taradıktan sonra kapı açıldı. Sessiz adımlarla mağaranın duvarlarına konulmuş ışıkların doğrultusunda ilerledik. Hiç ses yoktu, hiçbir ses...
Asansör karşımıza çıktıktan sonra içerisine girdik.
"Gölge bizi tam olarak asansörün duracağı yerde bekliyor olmalı, plan böyleydi."
"Gözcü, fazla gerginsin. Gölge'ye aşık olduğunu anladık, bence daha fazla zorlama..." dedim alayla. Asansör aşağıya inerken Gözcü benden ya da diğerlerinden kötü bir tepki almamasından ötürü gayet mutluydu.
Asansör en sonunda durduğunda kapısı açıldı. Her ihtimale karşı silahlarımızı kapıya doğru yönelttik, gece görüşü gözlüklerimizi çıkarttık. Beyaz koridor önümüze serilirken, Gölge elinde bir adet kupa bardağı ile bizi karşıladı. Koridordaki herkes nefes alıyordu, bunu göğüs kafeslerinin inip kalkmasından anlayabiliyordum ancak hepsi yerdeydi. Gölge şaşkınlığımızı görünce kahkaha attı,
"Hepsi uyuyorlar sakin olun! Bu kadar adamı tek başıma öldürebilirdim ama yapmayacağım elbette!" dedi.
"Nasıl yani?" diye sordu Viper.
"Aklını kullan kızım, ben buraya aşçı olarak geldim ve uyku ilacını da şu işe bakın ki yanımda getirmişim..."
Boş uyku ilacı kutusunu cebinden çıkartıp yere fırlattı. Gerçekten kahve içiyor olması ise gülümsememe neden olmuştu.
"Bilgi işlem odası nerede?" diye sordum. Bu lanet yerden hemen çıkmak istiyordum.
"Gelin benimle!" diye önden yürümeye başladı Gölge, biz de arkasından onu takip ettik.
Kuzgun, kulağıma eğildi:
"Daha önce bu kadkadar emniyetsiz bıraktıkları bir üs hatırlamıyorum."
"Şu halledip buradan gidelim Kuzgun, burnuma pis kokular geliyor. Durumdan hiç memnun değilim." diye kısık sesle cevapladım.
Dar beyaz koridor, mağaranın taş duvarlarının içine saklanmış modern bir labirent gibiydi. Adımlarımız yankı yapıyordu ama içerideki sessizlik o kadar ağırdı ki, bir kurşun sesi kadar rahatsız edici geliyordu bana. En sonunda koridorun sonunda genişçe bir kapıya geldik. Gölge kapıyı iterek açtı.
İçerisi… tam anlamıyla kalbin attığı yerdi. Bilgi işlem odası.
Mağaranın taş bedenine gömülmüş onlarca bilgisayar, yan yana dizilmiş yüksek işlem gücüne sahip terminaller, tavanın ortasına sabitlenmiş devasa bir ekran… Kablosuz ağ vericilerinin mavi ışıkları ritmik bir şekilde yanıp sönüyordu. Masaların üzerinde yarım bırakılmış kahve kupaları, yerlere atılmış not kağıtları vardı. Ve dört kişi… Hepsi yerde, derin bir uykuya dalmış gibi nefes alıyorlardı. Gölge’nin işi belliydi.
“Benim sahnem.” dedim fısıltıyla.
Cebimden, yuvarlak ve parlak siyah bir cihaz çıkardım. Avucumun içine rahatça sığan bu cihazın üstünde damarlı gibi uzanan gri hatlar vardı; damarların ucunda minik mavi ışıklar titreşiyordu. Adı: “Arachne”.
Kendi tasarladığım, çok yönlü bir siber işgal cihazıydı. Özü aslında nanoteknoloji ile güçlendirilmiş, her sisteme farklı yollarla sızabilen yapay zekâ destekli bir kabuk.
Arachne’yi masalardan birinin yanına koydum. Yüzeyine bastırdığımda cihaz ince bir tıslama çıkardı ve gövdesinden örümcek bacaklarını andıran dört ince kol açıldı. Bu kollar masanın kenarını kavradı, sonra hızla bilgisayarın portlarına ince kablolarını uzattı. Birkaç saniye içinde cihaz, tüm ağı bilgisayardan emmeye başlamıştı.
Ekranlar göz açıp kapayıncaya kadar benim kontrolümdeydi artık.
Benim için bu sadece bir hırsızlık değil, bir dans gibiydi. Düşman sisteminin damarlarında dolaşırken, her kod satırı bir melodi gibi akıyordu. Önce güvenlik protokollerini kırdım, buranın şifresi bile bana çocuk oyuncağı geldi. Ardından tüm kameraları kendi ağımın içine çektim, dışarıya benden izinsiz tek bir veri bile çıkamayacaktı.
Bir yandan ekibe mırıldanıyordum:
“Şu anda ana sunucuya bağlıyım… Verilerin %60’ını kopyalıyorum… Onların ağ geçitleri… hah, bu kadar mıydı yani? Çocuk oyuncağı.”
Demir geriden güldü,
“Kızım, bir gün şu bilgisayarların da sigortasını attıracaksın diye korkuyorum.”
“Belki de çoktan attırdım, farkında değilsin.” diye cevap verdim, gözlerim ekrandan ayrılmadan.
Sonunda, dev ekranda bir hareketlilik başladı. Önce sadece karıncalı görüntüler belirdi, ardından hızlıca çözülerek netleşti. Hepimiz aynı anda başımızı kaldırdık. Arachne bana istediğim şeyi gösteriyordu. AİT'lerin başındaki adamı...
Kır saçları, hain olmasına rağmen giydiği askeri üniformasını... Sert mizacı ve keskin çene hattıyla birlikte bilgileri önümüze düştü,
Korgeneral Erhan Baskıcı...
"Pislikler!" diye yere tükürdü Demir.
"Aydın İstikbal Teşkilatı... İsimlerine bakılırsa yaptıkları şey pek de aydın bir gelecek için değil..." diyerek araya girdi Kuzgun.
"Adamların bakış açısı bizden farklı, savaşta herkesin nedeni kendince geçerlidir çocuklar. Savaşlar bu yüzden olur." diyerek araya girdi Gözcü ama Gölge onun omzuna bir yumruk attı,
"Bu iç darbe! Savaş böyle olmaz!" dedi.
"Bu konu burada bitti çocuklar, almamız gereken her şeyi aldık." dedim ve diğer altı kişinin de bilgilerine baktım. Yüzbaşı Alparslan Dinç. Onun bilgisine geldiğimde ise bir anlığına takılı kaldım. Yüzündeki yara izi ve siması hatta özellikle gözleri bana birini anımsatıyordu.
"Düşmana aşık olmak yok Hexa, bunun için fazla siliğiz kızım!" diyereyek oturduğum yeri sarstı Viper. Gözlerimi devirdim ve ekranı sistemi tamamen kapatıp Arachne'yi yeniden elime alıp cebime attım. Yerimden kalkıp odadan çıktım ve kapının dışında bekledim ancak diğerlerinin gelmediğini görünce onlara doğru döndüm. Hepsi bana imalı şekilde bakarken tam ağzımı açacaktım ki sonraki saniyede, tavandaki floresan ışıkları hafifçe titredi. O anda, sanki içgüdüsel olarak başımı yana çevirdim ve gözüm bir parıltıyı yakaladı ama bu, bilgisayar ekranlarından değil, odanın yan duvarındaki küçük bir havalandırma boşluğundan geliyordu.
Çelikten yapılmış yumruk büyüklüğünde bir cisim… sessizce süzülüp tam önümüze düştü.
“BOMBA!” diye haykırdım ama çok geçti.
Kör edici bir patlama oldu. Odanın taş duvarları yankılandı, kulaklarım uğuldadı. Vücudum havaya kalktı, sonra bir duvara sertçe çarptım. Sıcak hava ciğerlerime doldu, göğsümden çıkan hırıltıyı bile zor duydum.
Viper yan tarafıma savrulmuştu, hareketsizdi. Demir’in çelik gibi vücudu bile sarsılmış, odanın diğer tarafına yığılmıştı. Gözcü’nün omzu kanıyordu, Kuzgun’un alnında kesikler vardı. Herkes bir kenara dağılmış, ya baygın ya da acı içinde kıvranıyordu.
Bense… şans mı, yoksa lanet mi bilmiyorum, en az yaralanan bendim. Başım dönüyordu, kulaklarım çınlıyordu ama ayaklarımı yere bastığımda vücudum hâlâ bana itaat ediyordu. Dizlerim titreyerek doğrulmaya çalıştım, elim kan içindeydi.
Tam toparlanıyordum ki… gölgelerin içinden bir silüet belirdi. Bombanın etkisiyle her yer karanlığa ve kısmende tireyen ışıklara yenik düşmüştü. Uzun, karanlığa karışmış bir figür yanımda dikildi. Yüzünü göremiyordum, sadece bana doğru yaklaşan ağır adımlarını duyabilmiştim.
Refleksle elim tabancama gitti ama yetişemedim.
Soğuk bir metal alnıma dayandı.
Silahın tersi… sert ve acımasız bir darbeyle kafatasıma indi.
Gözlerimin önünde ışıklar patladı, bacaklarım kesildi.
Son duyduğum şey kendi kalp atışlarımdı, kulaklarımın içinde bir savaş davulu gibi. Sonra… karanlık.