Raslantı...

1878 Words
Bu, Ankara'ya kaçıncı dönüşümdü saymamıştım. Ümran hanımın dediği gibi "Gerçek yolculuk eve dönüştür." diyebilir miydik, bilmiyorum. Belki de gerçek yolculuk evini aramaktı, kim bilir? Tren Ankara Garı'na yaklaştığında yavaşlamış ve raylarda çıkardığı sesle gelişini çığırır gibi durmuştu. Yaklaşık bir saat önce toparladığım eşyalarımı ve kitabımı alarak kompartımanın dışına çıktım. Vagonun arkasındaki çıkış kapısına doğru ilerlerken, yolcularını bekleyen heyecanlı insanların halleri ilişti gözüme. Onca yolculuk yapmıştım ama bir kere bile böyle karşılanmamıştım. Ünlü edebiyatçı Ümran Koru'nun, yıllar önce boşandığı hukuk profesörü İhsan Derin'den olma, biricik kızı Gülce Derin. Biricik ama yalnız, tek çocuk ama paylaşılamayan değil. Babamın bir hukukçu olmasına rağmen; anne ve babasının tek celselik boşanma davasında, hayatında ilk kez bir duruşma salonu gören o mahsun çocuk. Sırf velayetimin verileceği tarafı pedagog gözetiminde seçmem için götürüldüğüm o boğucu salondan hep nefret ettim. Bir daha o salonu görmek istemeyişimden mi bilmem, her zaman yasalara bağlı bir vatandaş olmaya çalıştım. Bu durum haksızlık karşısında susacağım, mağdur yararına konuşmayacağım düşüncesini doğurmasın zihninizde. Ama bende yarattığı antipati, mekanlara karşı duyulan negatif hislerin tartışmasız bir örneği ne yazık ki. Kapılar açıldığında garın gürültüsü doluyor kulaklarıma. Sabahın erken saatleri olması sebebiyle, işlerine, okullarına gidenlerin tercih ettiği, şehir içi hatların kalabalığı da ekleniyor bu seslere. Kim yolcu kim bekleyen ayırt etmek için oldukça tecrübeli olmanız gerekiyor. Ayaklarım zemine değdiğinde öncelikle kendilerine gelmeleri için biraz zaman tanıyorum onlara. Zira raylardan iner inmez adım atmaya pek yanaşmıyorlar. Büyük sırt çantamı, laptop ve fotoğraf makinesinin çantalarını alışkın olduğum tarzda yüklenerek, garın Kızılay'a çıkan alt geçidine doğru ilerliyorum. Yol yorgunluğu mu bilinmez ama garip bir durgunluk var üzerimde. Yolcu almak için sırada bekleyen taksilere doğru koşar adım gidip tam da bineceğimi söylemek için durakta bekleyen şoföre seslendiğimde, aracın arka kapısı aniden açılıyor ve saygısızın biri yerleşiyor yerime. Arka arkaya bekleyen iki taksiden, öndekinin zaten yolcu aldığını görüp, boş olan diğer taksiye doğru ilerlemiştim. Yoksa ben de bilirdim geç kalmamak için başkasının sırasına çöreklenmeyi ama adap kurallarından haberdardım çok şükür. Bir an önce evime gitmek gibi bir isteğim olduğundan eğildim ve destursuz sıramı kapan adama hesap sormak istedim. "Pardon beyfendi ama ben tam da araca binmeye hazırlanıyordum. Beni fark etmediğinizi sanmıyorum." "Evet fark ettim ama son kalan taksiyi ortak kullanabileceğimizi düşündüm. İşim çok mühim ve eğer kabul ederseniz yol tutarınızı da karşılamak isterim. Ancak, bir an önce Eğitim ve Araştırma hastanesine yetişmem gerek." Hastane lafını duyunca kibarlık takıntımı bir kenera bırakmak zorunda kaldım. Zira zaten yolumun üzerinde bir duraktı. Fakat masrafımı ödeme teklifini kabul etmeyi düşünmüyordum. "Sağlık söz konusu olunca bu kabalığınızı mazur görebilirim. Durakta başka bir taksi olsaydı ya da yakın zamanda biri gelecek olsaydı sizinle asla polemiğe girmezdim. Fakat benim de tek seçeneğim bu taksi gibi duruyor." "Gerekçelerinizi araç yola koyulduktan sonra sıralarsanız memnun olurum. Sizin yüzünüzden vaktim daralıyor." Hah benim yüzümdenmiş. Üsluba bakın, ne kadar da üstenci. Ben de daha fazla laf anlatmaya lüzum görmediğim için susup kuruluyorum arka koltuğa. Sırt çantamı ve bilgisayarımı da kalabalık etmeyecek şekilde aramıza yerleştiriyorum. Şoför nihayet yola çıkınca ilk söze giren kaba herif oluyor. "Eğitim Araştırma'ya lütfen. Hanımefendi benden sonra devam edecek. Vereceği adrese göre tutarı bildirirseniz ben karşılamak istiyorum." "Ne münasebet beyfendi. Hastane benim yolumun üstü zaten. Böyle bir şeye gerek yok. Yine de teklif ettiğiniz için teşekkürler." "Ufak bir özür olarak kabul edin lütfen. İnanın zorunda olmasaydım bu kadar kaba davranmazdım." "Anlıyorum ancak hiç gerek yok." "Peki öyleyse, umarım hiç yolunuz düşmez ama eğer olur da düşerse, size en azından bir kahve ısmarlamak isterim. Buyrun bu da benim kartım." Uzattığı kartı alıp üstünkörü bir şekilde inceledim. "Uzm. Dr. Yusuf Mert Sönmez / Onkoloji Ana Bilim Dalı" "Nazik teklifiniz için teşekkürler. Ancak dediğiniz gibi umarım yolum düşmez. Ben Gülce Derin bu arada. Ne yazık ki yanımda kartvizitim yok. Koru & Tekin yayın evinde editörüm. Sanırım sizin de oryaya pek yolunuz düşmez. Ve görünen o ki, bu tatsız başlayan tanışma faslı sadece sıradan bir anı olarak kalacak." "Orası belli olmaz bence. Dünya zaten küçük, biz de oldukça küçük bir kısmında yaşarken neden karşılaşmayalım? Ama yine de dediğim gibi umarım kötü vesilelerle olmaz bu karşılaşmamız." "Kendinizce haklı olabilirsiniz ama ben tesadüflere pek inanmam." Yoğun trafik sebebiyle yaklaşık 15 dakika sonra nihayete eren yolculuğumuzda, iki yabancı gibi vedalaşmadan önceki son sözlerimdi bunlar. Her ne kadar tesadüflere inanmadığımı iddia etsem de, hayatımın bundan sonraki döneminde denk geleceğim tesadüfler, bütün ezberlerimi bozacak cinstendi. Çankaya'da babamın benim için kiraladığı ve arada bir de görmeye geldiği küçük daireme vardığımda, evde doğru dürüst yiyecek bir şeyin olmadığı aklıma geldi. Çatı katına çıkarsam, bir daha inmek istemeyecek ve neredeyse gün boyu aç duracaktım. Açıkcası daha şimdiden aç hissettiğim için, cadde üzerinde sürekli uğradığım kahve dükkanına girip karnımı doyurmaya karar verdim. Sert bir kahve içmeden de kendime gelemeyeceğim kesindi. Taze çekilmiş kahvenin sokağa taşan davetkâr kokusu, yoldan geçen herkesin dikkatini çeker cinstendi. Kafeye girdiğimde, artık benim tercihine alışmış olan barista Hakan, beni görünce genişçe gülümsedi. Uzun boyu, yapılı vücut hatları, sürekli topladığı uzun kahve saçları ve yeşil gözleri ile mekanın dikkat çeken, ilgi toplayan başka bir ayrıntısıydı. Sıradan ya da yeni yetme bir genç kız olsam, diğerleri gibi benim de onun hakkında renkli hayallerim olabilirdi. Ama geçmişimde kadın erkek ilişkileri noktasında şahit olduğum ortam, duygusal herhangi bir yakınlaşmaya karşı duvarlar örmemi sağlamıştı. Bir insanın hayatta örnek alacağı, güveneceği yegane insanların, onun gelecek ile ilgili adımlarında bu şekilde belirleyici olması ne kadar da ironikti değil mi? Çocukluğuma dair onların birlikte olduğu zamanları hep yüksek sesli tartışmalar eşliğinde hatırlarım ve hatırıma düşen şeyler ne yazık ki pek de iç açıcı değil. "Evet asık suratlı Gülce insanı. Bu double espresson bu da tam tahıllı, üç peynirli sandviçin. Anlat bakalım nasıl geçti yolculuk? Aradığını bulabildin mi?" "Asık suratlı değil, yorgunum. Ayrıca ben konuşmadan ne istediğimi anladığın için sana karşı acayip değişik hisler besliyorum haberin olsun. Yolculuk aradığımı vermedi ama neyi aramam gerektiğini öğretti. Verimli bir haftaydı anlayacağın." "Bana karşı hissetsen hissetsen acıma duygusu hissedersin. O yüzden lütfen uçuk hayaller kurdurma bana, çok rica ediyorum. Acınacak durumda olduğum su götürmez çünkü. Verimli bir yolculuk olduğuna sevindim bu arada." Birkaç dakika da olsa yüzümü güldüren bir sohbet gerçekleştirdiğim için mutlu hissettim kendimi. Dükkanın kapı çanı çaldığı için Hakan masamdan kalkmak zorunda kalmıştı. Aramızdaki muhabbet, anlam veremediğimiz bir şekilde yıllardır dost olan iki insan gibi samimiydi. Oysa onunla tanışıklığım ancak iki yıllık bir zamanı kapsamaktaydı. İlerleyen saatle birlikte hareketlenen kafede, her zaman tercih ettiğim izbe masa, beni kalabalıktan oldukça soyutluyordu. Bütün yorgunluğuma rağmen o masada oturmaya devam etmemin sebebi ise; Bahtışen hanımın hikayesinin geri kalan kısmını dinlemeye başlamak oldu. Kayıt cihazına kulaklığımı takıp, kalabalıklaşan caddeye tezat yalnızlaşan ruhuma bir kuple Bahtışen armağan ettim. .... O gün biraz vakit bekledim Esme'yi. Olur da huysuzluk eder, çekinir muallimden, eve geri gitmek ister diye oturdum Halime abanın kapısının önündeki kütüğe. Havada güneş yükselmişti lakin daldalar serindi. İçim üşüdü bi yol. Eve mi varsam Halime abaya mı gitsem diye düşündüm. Ben öyle kara kara düşünürken Halime aba çıktı kapının önüne. "Kız Bahtışen, ne oturursun el gibi kapının önünde. Üşüyecen ya gızım, içeri geç hayde. Mektep dağılınca çocukların sesinden anlarız zati." dedi. Çekine çekine girdim içeri. Köydeki herkes bana karşı eyidi amma yetimliğim, öksüzlüğüm hep karşıma dururdu. Yalnız gitmezdim kimsenin evine o yüzden. Ya nenem gilin yanında ya da Gülhanım anamın yanında varırdım komşu evine. Halime aba nenemden yaşça epey küçüktü. O da bahtsız ben gibi. Evlenmiş, eşi gitmiş askere. Küçük oğluna gebeyken ölüsü gelmiş kocasının. Ne doymuş ne yaşamış. Oğullarınjıtek başına büyütmüş, birini ziraat mühendisi, birini de asker etmiş, evermiş, hakikatli kadın Halime aba. Vicdanlı da üstelik. Bilir yetimin halından elbet. Bundan kelli kıyamamış muallimin evladına kol kanat germiş hayrına. Ayvandan sofaya girince divanda uyuyan bir bebe gördüm. Melek gibi, pamuk gibi. Koca evi cennet kokutmuş. Yanına vardım usulca, yakınından baktım yüzüne. Ağzı burnu hokka, kaşları kirpikleri deste, koyun yoğurdu gibi beyaz. Öyle böyle sevilesi değil. Güzel yüzüne bak, kara bahtına bak dedim kendi kendime. Oracıkta içim aktı sabiye. Aradan biraz vakit geçince Halime aba; "Biraz zaman daha uyanmaz yavrucak. Sen başını bekle de düşmesin divandan. Ben bi yol düveyi dolanıp geleyim." dedi. Çok geçmedi gidişinin üstünden, ağlayarak uyandı sabi. Garip, alışamamış yattığı yere. Belki anasını arar bilinmez, derdini diyemez, isteğini sunamaz. Yalnız kaldım sabiyle diye elim ayağıma dolandı. Elim iş tutar, bebe halinden dilinden anlarım amma, muallimin sabisi, bir de emanetin emaneti. Ne edeceğimi bilemedim. Aldım sardım kucağıma, pış pış ettim sırtına. Aç mı susuz mu, ne yer ne içer bilemedim. Bilirdim de yüreklilik edemedim. Halime aba gelmez bir zaman, sabi ağlar susmaz. Bir de yetmez gibi mektep dağıldı, uşakların sesi işitilir yakından. "Eyvah!" dedim. Esme çıkar da beni göremezse yıkar dağı taşı. Baktım edecek bir şey yok, attım bebenin sırtına bir örtü çıktım kapının önüne. Çocukların arasında Esme'yi aramaya durdum. Az ilerde onu etrafta bana bakınırken görünce; "Esme buradayım gülüm, Halime abaya gel." diye çığırdım. Kafamı bir de sağ yanıma çevirdim ki, uzun boylu, kara yağız, zeytin yeşili gözleri olan bir adam çatmış kaşlarını, bir bana bir de kucağımdaki sabiye bakar. Sabi adamı görünce susuverdi birden. Adam atıldı ileri, korktum tabi attım bir adım geri. Eyice çattı kaşlarını. Anam bi görsen, kaşlarının gölgesinde gırk koyun eğlenir, öyle karardı bakışları. Ürktüm, yalan yok. Ama sabi kollarını uzatıp adama doğru dehleyince o vakit anladım adamın yeni gelen muallim olduğunu. "Babammm çok mu ağladın sen?" dedi. Öyle bir babam dedi ki burnumun direği sızlayıverdi. Bahçe duvarının içinde tanımadığım adamla durmuşum karşılıklı, gören ne der? Verdim sabiyi çıktım bahçeden. Hiçbir şey demedim. Az ilerdeki Esme'nin yanına varıp tuttum elinden ve geldiğimiz gibi döndük evin yoluna. Amma içimde pır pır eden bişey var. Dedim; Ürktün Bahtışen adamdan, ondan bu çalkantı. O zaman kendimi ürktüğüme ikna ettim durdum. Ama o çalkantı meğer ürkmekten değilmiş gızım. O çalkantı muallimi gördükçe hiç durulmadı... ... Edebi anlatımın dilinden ne kadar iyi anlarsanız anlayın, asla samimi bir anıdaki duyguyu veremezsiniz. İşte benim de kırık Türkçe'sine, karakteristik şivesine rağmen Bahtışen teyzenin anlatımından aldığım samimiyet hiçbir yerde yoktu. Onu dinlerken tarihte yolculuk yapmış, kendimi elinden tutup dağ bayır aşırarak okula getirdiği Esme'nin yerine koymuştum. Okulun dökülen boyası, çatlayan sıvası, bez çantalar, ışıl ışıl gözler, öğretmene duyulan saygı ve çekiniklik. Sanki bir film sahnesi gibi seyrine doyulmaz görüntüler izletiyordu. Kaydı biraz daha dinlemeye karar verdiğimde, varlığını neredeyse unuttuğum telefonum çalmaya başladı. Ana ekranda beliren ÜMRAN KORU ismi, görüşmenin oldukça stresli geçeceğinin garantisiydi. Bambaşka bir hikayenin araştırması için gittiğim şehirden ayrı bir hikaye ile dönmüş olmam yine başına buyrukluğumu yüzüme vuracak ve konuşmanın sonunda onun haklılığını kabul etmiş olacaktım. Çünkü Ümran hanım asla haksız çıkmazdı... Tahmin ettiğim gibi, nasıl olduğumu sormayı yine görüşmenin ortalarında akıl etmiş ve konuştuğumuz 4 dakika 32 saniye boyunca bir çocuk gibi azarlamıştı. Bana saygın bir dergide bir köşe emanet ettiği için nasıl büyük bir risk aldığından tutun da, babam gibi sorumsuz oluşuma dek ne kadar bam telim varsa hepsine tek tek dokunmuştu. Bana varlık içinde yokluk yaşatan, sahte samimiyet ve güler yüzle etrafına topladığı insanları kandırabilen ama beni kandırmaya bile çalışmayan, soğuk, despot, ruhsuz ama her zaman haklı olan Ümran hanım. Bütün maddi imkanlarını önüme serip, maneviyat namına ne varsa kilitli kapıların ardında saklayan büyük edebiyatçı. İstediğim yere gidebildiğim, istediğim kadar kaldığım, şimdi ki genç kuşağın tabiri ile "başkalarının özendiği hayatı yaşadığım" için şanslı adledildiğim ama kimsenin bir günden bir güne kalkıp da "Gülce nasılsın? Senin için yapabileceğim bir şey var mı? " diye sormadığı boktan bir hayat. Kim daha şanslı tartışmasına girmeyelim çünkü; azıcık aşı, ağrısız başı ve her türlü zorluğa rağmen sevgi dolu bir yuvası olan sizler yenilgi ile çıkarsınız. Asıl benim özendiğim hayatı yaşayan sizlersiniz...
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD