Sefer...
Yazarınız bu kez de iki zaman arasında salınan, çoğunuzun hayatından kesitler bulabileceği, çoğunuzun yer yer hayatı sorgulayacağı bir hikaye ile huzurlarınıza çıkıyor. Bahtışen ve Gülce'nin birleşen hikayesi, sizleri içine çekip bambaşka diyarlara götürecek. İçinizin üşüdüğü de, içinizin yandığı da aynı hikaye olacak. Keyifli okumalar.
*************************************
Yaşımı bilmez idim bahtım karaya çaldığında. Amma ellerim körpe, kollarım güçsüz, bedenim sıska idi. Derecik köyünün dışından akan çay, buz tutmuş taşların üzerinden aşarken, ben onun kenarında çamaşır yunardım. Hanemize yeni bir nefes gelmişti. Dayım ile Gülhanım anamın bir bebesi oldu geçen ay. Ay yüzlü, pamucak elleri, amber kokusu ve çipil gözleri ile pek bir sevilesiydi. Gülhanım anama yardımım dokunsun yeter ki diye, her işine koşar idim. Suyunu getirir, ekmeğini böler ve hatta bebenin kirli bezlerini bile ona elletmeden yıkamayı görev bilirdim. Ana, baba bilmez idim ben. Burası benim anamın köyüymüş, buradan gelin almışlar anamı. Tee Ani'ye kadar götürmüşler. Nenem "pek bi güzeldi benim kızçem" der durur yüzümü seyredip. "Sende de onun kara kaşı , ala gözü var. Yavrumun yavrusu, bahtsız kuzum benim." diye saçımı oğşar. Pek bi severim onun beni oğşamasını. Derman var sanki ellerinde. Yaralarımı iyi eder, eksikliğimi hal eder.
Bundan 24 sene evvel gitmiş anam bu köyden. Babam'a Anili Mustafa derlermiş. Yiğit adammış, nenem öyle bahseder. Anama da çok eyi bakmış, sürekli getirmiş ata ocağına, saygıda kusur etmemiş, hiçbir zaman eli boş gelmemiş. Dediğine göre variyeti de pek eyimiş. Gel zaman git zaman anam gebe kalmış, aylar geçmiş bir de işitmişler ki ölü doğmuş bebesi. Herkes sus pus olmuş, gençliğine şükretmiş, yine olur demişler. Olmuş elbet. Peş peşe üç evladı daha ilkinin akıbetini yaşamış. Nazar demişler, büyü demişler, mayası bozuk bile demişler amma vermemiş mevlam, bana kadar canı sağ evlat. Ben doğmuşum, bakmışlar doğduğum gün ölmemişim, ne sonraki gün ne de sonraki ay. Babam inat etmiş bir sene koymamış adımı. Sonra anam "Bahtışen osun adı Mustafa." demiş. "Allah ömrünü de bahtını da şen eylesin." Adım olmuş Bahtışen. Fakat bahtımın şen olmayacağı çok geçmeden belli olmuş.
Ben ikinci yaşımı sürerken köyün otluklarında bir yangın çıkmış. Çok geçmeden ahır, dam ne varsa hepsini sarmış. Kimseler önüne geçememiş ateşin. Anam babam, atam, nenem, emmilerim hep can vermişler. Ani'den 53 can almış o ateş. Ateş Ani'ye düştü düşeli her yeri yakmaya devam etmiş. Senelerdir bağrı yanar Ani'nin. Jandarma beni, avludaki sabunlu su dolu leğende bulmuş. Anam çamaşır yunarmış yangın çıktığında. Sonra biri gelmiş demiş ki; "Behiye aba koş, sizin hayvanlar yanıyo eşmelerdeki damda." Anam bakmış daha eve ulaşmaz yangın. Beni de suya bırakınca gözüm başka şeyi görmez, hem yangın ilişirse kuzum ıslaktır yanmaz demiş cahil aklıyla. Anamla babam hayvanları çıkarayım derken can vermiş damda. Nenem, dedem emmilerim hepsi evlerinde yakalanmışlar ateşe. Jandarma bana ve benim gibi kimsesiz kalan sabilere sahip çıkıp yakın akrabalara teslim etmiş teker teker. Beni de dayım Ahmet ve Gülhanım anam almış yanına. Ben yenge dermişim evvelden ama "bana ana de" diye kızdığını, ellerime odunla vurduğunu bilirim. Dilim gitmezdi ondan kelli yenge demeye.
Çocukları olmamış senelerce. Dayım anamdan evvel evlenmiş üstelik. Ana dedem ölünce de nenemin yanına taşınmış ve beraber yaşamaya başlamışlar. Ben gelince olmayan çocuklarının yerine koydular sandım. Yeni anam babam oldu diye heves ettim hatta. Ama görünen pek öyle değildi. Aklım ermeye başlayınca iş güç beklediler benden, Gülhanım anam ayrı tepikledi, dayım ayrı tepikledi. Ne yaptımsa beğendiremedim. Nenem görür, bilir ama ses edemezdi. Bilirdi ki onlara muhtaç, gidecek başka yeri de yok. Ben gibi susar otururdu garibim.
Gebe kalınca tutturdu bu sefer "bana ana demeyesin bir daha" diye. "Ben ancak kendi yavrumun anası olurum bu saatten sonra, sen de bu dam altında sığıntıdan başka bir şey değilsin." Başımı sokacak dam bulmuşum diye hepsine he dedim. Nenem de aman kimsesiz sabiyi yeter ki sokağa koymasınlar diye he dedi her şeylerine. Körpecik çocuktum, buz tutan derelerde çamaşırlarını yunardım. Gelen geçen ah vah edip başka da bir şey demez, yürür giderdi yanımdan. Kimse "kız Bahtışen dondun su kenarında, az gel de için ısınsın." diye evine davet etmezdi.
Ellerim öyle canını yitirirdi ki, kuru dal diye kör nacakla kesseler duymazdım. Geceleri nenem koynunda ısıtırdı beni. Soğuktan kurur çatlardı ellerim, yemek pişirirken gizli saklı kenara ayırdığı bir kaşık yağdan sürer, temiz yemenisine sarardı. Bir daha kuruyana dek yumuşasın diye ellerim.
Yel esti, sicim gibi yağmur düştü, kar kapadı yolu izi sonra koyunlar kuzuladı, ekinler baş verdi, meralar şenlendi. Derken seneler birbiri ardına aceleyle geçti ömrümden. Dayımın Ömer'den 5 sene sonra bir de kızı oldu. Esme koydular adını. Pek güzeldi o da ağabeyi gibi. Ona da abalık ettim, her bişeyine yettim. Sanki benim yavrularımdı onlar, öyle hizmetlerini gördüm. Ömer'in kasabada yatılıya başladığı sene, Esme'yi ilk mektebe yazdırdılar. İçim gitti kara kaftanını ütülerken. Ne diller dökmüştüm ben de gideyim mektebe diye. "Ekmeğini suyunu veriyoz bi de kalem kitap mesarifi mi çıkaracan başımıza." dediler. Haklılar dedim. Sus Bahtışen, sus. Başında çatın, bahçende çitin, karnında aşın var. Daha ne istiyosun, sus.
Ömer'im kıyamamıştı bana. Babası iki defter aldıysa birini bana vermiş, kalemini paylaşmış, yetmemiş ilmini de paylaşmıştı. En az onun kadar iyi okudum ben de. Ne kadar kitabı varsa o bıraktı ben aldım elime. Memlekette kaç şehir varmış, mecliste kaç mebus varmış, dağın taşın altında ne varmış hepsini iyice belledim.
Mektebin ilk gününde bir güzel giydirdim Esme'yi. uzun saçlarına iki belik ördüm, ucuna beyaz kurdalesini bağladım. Ellerimle diktiğim bez çantasına defterini kitabını katıverdim. Tuttum pamuk ellerinden düştüm mektebin yoluna. Mektebe giden tek yol köyün meydanından geçerdi. Sevmezdim meydana inmeyi. Çeşme başında eylendim az bir zaman, bir kaç talebe daha takılsın peşimize diye. Ümmü ile Nurcan vardı suyun başında. Belliydi ağızlarını örtmelerinden gizli işler karıştırdıkları. Ben oralı olmadım ama Ümmü dayanamadı, bir zaman sonra çıkarı verdi ağzındaki baklayı.
"Bahtışen işittin mi? Bu sene yeni muallim gelmiş köye. Alim öğretmen istemiş tayinini buralardan. Karısı soğuğuna dayanamıyormuş."
"Duymadım Ümmü. Hayırlısı olsun inşallah. Allah sabilerin yüzüne baksın da gerisi mühim değil."
"Öyle. Öyle tabii de; muallim bey pek bir bahtsızmış. Kaza geçirmişler Erzincan'a giderken. Karısı oracıkta ölmüş. Bir tane de bebesi kalmış ardında. Muallim de kazadan sonra sakat kalmış meğer. Görenler tek ayağı aksıyor diyodu."
"Allah sabırlar versin. Biz de bizimkine dert diyoruz, beterin beteri var baksana."
"He ya. Oğlan iki yaşını anca doldurmuş. Almış gelmiş buralara sabiyi. Kim bakacak, kim doyuracak bilmem. Halime aba diyomuş ben bakarım diye. Evi mektebin dibinde ya. Muallim bey de aklına estikçe gelir görür der imiş."
"Allah razı olsun, sevaptır Ümmü. Ana kuzusu daha o. Bilirim anasızlık ne zordur."
İçime dert olmuştu muallimin ahvali. Yokuştan bir kaç talebe gözükünce ben de ayaklarıma yürü deyiverdim. Yol boyunca daldım düşündüm sabinin halini. Benim kadarmış anasından kaldığında. Başka kimsesi de yok herhalde adamın. Yoksa niye sürüklensin bir başına buralara?
Esme ile beraber peşimize takılan üç beş çocukla köy meydanına varıp, kahvelerin önünden okul yoluna sapmaya koyulmuştuk. Bir kaç senedir peşime dolanan, adımı çıkaracak diye korktuğum, halini tavrını hiç sevmediğim Hasan kesti yolumuzu. Direk geldi Esme'nin yanına. "Hayırlı olsun yeğenim, mektepli mi oldun sen de?" deyiverdi. Esme de benim gibi pek hazetmezdi Hasan'dan. Kuru kuru bir "he" dedi geçip gitmeye kalktık yanından. "Durun hele bir ya hu. Atlı mı kovalar ardınızdan? Esme'ye şeker alayım mektep hayırlamasına, öyle gidersiniz." dedi peşimizden. "istemez" dedim. Senden gelecek hayır Allah'tan gelsin.
Ayaklarımıza deh dedik tabii. Hasan'dan ne kadar ırak isek, o kadar eyidi halımız. Tek katlı, boyası dökük, sıvası çatlak köy okulunun önüne geldiğimizde derin bir nefes çektim ciğerime. Ah ne çok isterdim içerisinde adımlamayı. Mektebin önünde talebeleri sıraya sokan bir adam vardı. Ardı dönüktü yüzünü göremedim. Ama öyle bir sesi vardı ki; gün akşam olana kadar sıkılmaz dinlerdi insan. Ne şanslı talebeler dedim içimden. Esme'yi de kattım yanlarına. Sıraladı hepsini, teker teker soktu içeri. Yüzünü hiç görmedim. Ama ayağının aksamasından bildim yeni gelen muallim olduğunu. Yine sabisi geldi aklıma, hayır duamı edip döndüm evin yoluna...
...
Oldum olası sevmiştim tren yolculuklarını. Kendime bir kompartıman tutar, bilgisayarımı, fotoğraf makinemi alır ve yollara düşerdim. Ülkemin her yerini görmek, her yörenin hikayelerinde kaybolmak, bazen oralı olmak, bazen de oralardan göçmek benim hem işim, hem de vaz geçilmezimdi.
Kars'tan Ankara'ya giden turistik Doğu ekspresinin kompartımanlı vagonunda, dışarıdaki bembeyaz örtüyü seyrederken, Bahtışen teyzenin kayda aldığım hikayesini dinliyordum. İlk kelimesinden itibaren göğsümü sıkıştıran, beni o zamandaki şartlara taşıyan, öyle sinematografik bir hikayeydi ki; 'an'ı hayal ettiğimde ise, eski filmlerin düşük banyo kalitesinde ilerliyordu sahneler. Bahtışen teyzenin sesi, kulaklarıma çalınırken buz tutan coğrafyanın zor yollarına daldı yine gözlerim. Kim bilir ne Bahtışen'ler vardı bu yolların çıktığı yerleşimlerde.
Annemin inadına yenildiğimde, sevdiğim gezi ve materyal toplama işi bile boğucu gelmeye başlamıştı. Oldum olası birilerinin zorlaması ile yaptığım işten ne zevk ne de verim alabilirdim. Hal böyle olunca da iş, benim için işkenceden farksız olurdu.
Ümran hanım, yani annem; Ankara'da köklü bir yayın evine ortak olduktan sonra, benim hem edebiyat hem de sosyoloji eğitimimin boşa gitmemesi gerektiğini vurgulayıp, yayın evi bünyesinde aylık bir seyahat ve hayat dergisi çıkarma kararı aldı. Bu karara ortaklarının da sıcak bakmasıyla kendimi bu kez dergi için yollara vurdum. Kendim için vurmayı yeğlerdim ama karşıma böyle bir hikayenin çıkacağını asla tahmin etmiyordum. Benim için çölde bir vaha gibiydi. Hem edebi hem de sosyolojik bakımdan irdelenmesi gereken bir çok konu başlığı barındırıyordu içerisinde ve dikkatli bir araştırmacının onlarca yazı dizisi çıkarabileceği kadar zengindi.
Kış şartlarında, Kars merkezde başka bir hikaye kovalarken, kiraladığım araç bir köy sapağında arıza yapmış ve yoldan geçen bir köylü yardımıyla, donmak üzereyken Derecik köyüne götürülmüştüm. Giderken oldukça moralim bozuktu. Hem anneme, hem emrivakisine, hem de istemeden yaptığım iş yüzünden başıma gelenlere öfkeliydim. Bana yardımcı olan köylü, bir evin kapısına kadar beni getirip, kapıyı çalmış ve "Bahtışen abanın evi buraların konağı gibidir. Yolu düşen, yoldan geçen, yolda kalan illa onun sekisinde sabahlar. Emin ellerdesin bacım, için rahat olsun." demiş ve kapı açılmadan, beni büyük bir bilinmezlikle baş başa bırakıp gitmişti.
Kapıyı açan; 50'li yaşların başlarında, uzun boylu, esmer ve hem yeşile hem de elaya çalan, gür kirpiklerin süslediği, ömrümde gördüğüm en şekilli gözlere sahip bir kadındı. Başında beyaz yazması, üzerinde basma elbisesi ve el emeği göz nuru olduğu belli olan örgü yeleği ve patikleri ile tipik bir köylü güzeliydi. Yaşı vardı belki ama hala çok güzeldi. Karşımdaki kadının gençliğini düşününce nefesim kesilir gibi olmuştu.
Kapıyı açtığından beri, gördüğüm en içten tebessüm ile benden bir söz bekleyen kadın; "Buyur kızım, geç içeri. Ayazda kaldın iyice. Buraların soğuğu çivi eder insanı. Geç geç te sobaya odun atıvereyim, ısıtmak lazım seni." demişti. Ne ; kimsin? Ne nesin? Nerden gelir nereye gidersin? Hırlı mısın, hırsız mı? sorusunu sormuş ne de yabancılık çekmişti. Sorgusuz sualsiz alıvermişti sıcacık yuvasına beni. Baştaki temkinli adımlarım, tamamı taş olan yapıdan içeri girince sanki yıllardır aradığı yuvasını bulmuş gibiydi. Az önce beni buraya bırakan köylünün ne demek istediğini yeni anlıyordum. Bu kadın; isteyene ev, isteyene yoldaş olacak kadar derin bir kadındı. Ben onun derinlerine indikçe kaybolmuş, o dehlizlerden yine onun yardımıyla kurtulmuştum. Bahtışen teyze benim için eşsiz bir mahzendi ve o mahzende yıllanan hayata paha biçmek imkansızdı...