3. BÖLÜM İYİ KIZ 4/4

2732 Words
Gözlerimi devirdim, içimde yükselen sabırsızlık buz gibi havayla birleşince daha keskin hissediliyordu. Ne o, Sancta Custos en nazik avcısını mı göreve göndermişti? Adam soğuk, mesafeli bir tip olsa da nazik davranmaya çabalıyordu; bu çaba, üzerindeki dikenli zırhın arasında kalmış bir çiçeğin görünmesi kadar tuhaf geliyordu bana. Vücut dilini okumak kolay değildi; bir heykelin çatlağındaki gölgeyi seçmek gibiydi. Ama bazen, çok kısa bir anlığına kendini ele veriyordu. Onu rahatsız eden ya da öfkesini tetikleyen küçük işaretleri fark edebiliyordum; parmaklarının istemsiz bir an sıkılması, bakışlarının gölgede bir anlığına sertleşmesi… Mesleğinde profesyonellik onun kırmızı çizgisiydi, bundan taviz vermeyeceği belliydi. İnancı vardı; her sözünün ardında Tanrı’ya duyduğu bağlılığın izi okunuyordu. Ama bununla birlikte, tekrar eden davranışları, her şeyi kontrol etme dürtüsü, onu bir takıntının içinde hapsolmuş gibi gösteriyordu. Belki de bu, kendi içindeki şeytanlarla başa çıkma yöntemiydi. Ben sabır taşını çatlatacak kadar iğneleyici davransam bile, biliyordum ki elinde ne kanıt varsa, dudaklarından bana tek bir kelime dökülmeyecekti. Onun sabrı buz gibi, kalın bir zırh gibiydi; çatlatmaya çalıştıkça daha da sertleşen, daha da kalınlaşan bir zırh. Böylesi zor bulunurdu. Sanırım ona önümüzde ki hafta sonu işkence edecek ıssız bir yer bulsam güzel olurdu. Riley gözlerini benden ayırmadı. “Bu tavır, seni hiçbir yere götürmeyecek.” dedi sonunda, sesinde ne öfke vardı ne de şefkat. Daha çok bir yargıç gibi, hükmünü bildiren soğuk bir tını. “Bir noktada iş birliği yapmamız gerekecek. Sende bunun farkındasın.” Alaycı bir kahkaha boğazımdan döküldü; dar, keskin ve umursamaz bir kahkaha. “Beni bir asır boyunca kıtadan kıtaya, ülkeden ülkeye kovaladınız. Defalarca kez ölümün eşiğine bile geldim.” Burnumdan sert bir soluk çektim. “Sancta Custos’dan bir sürü avcıyı öldürdüm. Ki bir dönem hiç avcıları kalmadığına eminim. Yeni avcılar yetiştirmek için onlarca yıl harcamışlardır! Sana saygı duymam ya da güvenemem.” Beni dikkatle inceledi, sanki söylediklerimin altındaki çatlakları arıyordu. Yüzünün gölgelere bürünmüş kısmında gözleri bir an parladı; öyle kısa bir an ki, neredeyse yanılsama olduğunu düşünebilirdim. Ama hayır — bu bir yanılsama değildi. Alıngan mı davranıyordu? Omuzlarını silkti. Gömleğinin yakasından sarkan küçük haç kolyesi, hareketiyle birlikte hafifçe sallandı ve loş ışığın altında parladı. Onu gördüğümde istemsizce dudaklarımı büzdüm. İnancının, soğukkanlılığının ardında gizlenmiş bir zayıflık olduğuna inanmak istiyordum. Ve parçalamak. “Bana güvenmek zorunda kalacaksın.” dedi, kesin bir tonda. Yaklaştıkça gölgesi üzerime düştü; aramızdaki mesafe nefeslerimizin birbirine karışacağı kadar kısaldı. İlk kez yüzüme kadar yaklaşmıştı. Dediklerini duymam için istekli görünüyordu. “İstersen küçümse, istersen nefret et. Ama ikimiz de biliyoruz ki tek başına bu işin içinden çıkamayacaksın. İlk kayıp haziran da yaşandı ve ardından gelen ikinci üçüncü dördüncü beşinci altıncı kayıp ve cinayet. Cadı olan annen ya da kurtlar katili yakalayamadı. Eninde sonunda bana güvenmek zorunda kalacaksın.” Beni köşeye sıkıştırmaya çalışıyordu. Yine de yüzümdeki gülümseme kaybolmadı. Başımı ona çevirdim, gözlerimi onunkilerle kilitledim. Aramızda bir karış mesafe var veya yoktu. “Hala tek başıma halledebileceğimi düşünüyorum.” dedim. Aslında bir yerde Tobias’ın benimle tanıştırmak istediği dostlarına güveniyordum. Son çarem hala Riley Sinclair değildi. “Sen kendi işine bak ben kendi işime. Annem Sancta Custos’un burada olmasını istiyor, o isterken benim yapabileceğim bir şey yok. O yüzden lütfen Dedektif Sinclair görevinizi yerine getirin.” “Yargılanma ya da kefaret ile ilgilenmiyor musun?” diye sordu. Neden bağışlanmamla ilgileniyordu ki? Bu onu alakadar etmezdi. Riley bana ısrarcı bir bakışla bakarken, “Affedilmek kötü bir şey değil. Senin için yeni bir başlangıç olabilir. Günahlarından arınmak yüklerini hafifletir.” diye ekledi. “Riley Sinclair.” diye mırıldandım dudaklarına doğru fısıldayarak. Gerçekten Sancta Custos’un avcısı olmasaydı onunla bir kaç şehvetli gece geçirebilirdim. Ne yazık ki bu mümkün olmayacaktı. “Sen rahip falan değilsin. İnsanların günahları seni ilgilendirmemeli. Ben günahlarımla mutluyum.” Dedektif Sinclair’a haddinden belki birazcık fazla yaklaşmıştım. Mesafeyi ihlal edişim, sanki aramızdaki görünmez sınırı aniden yıkan bir darbeydi. Gözleri irileşmiş, o buğulu mavi tonların içindeki gölgeler bir anlığına genişleyip sonra daralmıştı. Dolgun biçimli dudakları aralık kalmıştı; sanki bana söylemek istediği bir söz, boğazına sıkışmış ve çıkmakta tereddüt ediyordu. Jeep’i kırmızı ışığa gelince durdurmuştum. Fren pedalına basışım bile sessizliği daha ağır bir hale getirmişti. Motorun tekdüze uğultusu, kalbimin atışlarına eşlik ediyordu. Ben hâlâ ona yakın duruyordum. Kafamın içinde çılgınca dolaşan düşüncelerden biri, onu ayartmak… onu parmağımda oynatmak… Ama bu fikir, gelip geçici bir gölge gibi zihnimden geçti ve hemen dağıldı. Bunu gerçekten yapmak istemiyordum. Onun disiplinli, katı, buzdan heykel gibi varlığı böyle küçük oyunlarla yıkılacak gibi değildi. Anlık şaşkınlığı, yaklaşmama verdiği doğal bir tepkiydi sadece. Etkilendiğine dair en küçük bir belirti yoktu. Hiçbir anlamda. Ve işte tam da bu, gururumu incitiyordu. Bir kadın olarak görülmemek, çoğu kez ruhuma saplanan keskin bir hançer gibi hissettirirdi. Bu, kendime itiraf etmekten korkmadığım bir gerçekti. Her ne kadar güçlü görünsem de, karşımdaki adamın gözlerinde sadece bir şüpheli ya da muhatap olarak var olmak… en derinlerde gizlenen kadın yanımı küçültüyordu. Onu daha dikkatli inceledim. Kanı damarlarında yavaş, düzenli bir ritimde dolaşıyordu. Bunu hissedebiliyordum. Sıcaktı ama dalgalanmıyordu; heyecandan uzak, ağır bir akış. Kalp çarpıntısı belirgindi fakat ritmi şaşmamıştı. Hiç heyecanlı değildi. Bir kadının yakınlığının onda yaratacağı etkiyi aramak boşa çabaydı. Altından ipeğe benzeyen uzun, ağır kirpiklerinin çevrelediği mavi gözlerini kısmış, hâlâ bana bakıyordu. Gözleri yabancı bir denizin soğukluğunu taşıyordu; içine girsen boğulacak, kıyısında dursan donacaktın. Ben biraz daha yaklaştığımda, tepki aniden geldi: Hemen geri çekiliverdi. Koltuğuna sert bir hareketle yaslandı. Kucağının üzerinde duran ceketi sanki bir kalkanmış gibi iki eliyle kavrayıp sıkı sıkı tutuverdi. Bu, bilinçsiz bir savunma davranışıydı. Kendini kapatıyor, yakınına girmemi engelliyordu. Kadınlar konusunda tecrübesiz olmasına inanmak güçtü. Soğukluğunda bile belli bir deneyimin, kendini korumayı bilen birinin izleri vardı. Ama başka bir ihtimal daha vardı: Hayatında sevdiği, sadık kaldığı biri. Ne romantik. İkinci ihtimale daha yakındım. Bu, onun soğukluğunu açıklıyordu; dokunulmaz bir bağlılık, üzerine inşa ettiği bir duvar gibi. Yeşil ışık yandığında yeniden gaza bastım, direksiyonu hafifçe sola kırdım. Lastiklerin asfalta sürtünme sesi kısa bir uğultu yarattı. Caddeden belki üçüncü kez geçiyordum. Aynı tabelalar, aynı kapalı dükkânların önünde yanıp sönen neon ışıkları gözlerimizin önünden akıp gidiyordu. Rastgele bir başka sokağa dönüyor, oradan yine rastgele başka bir yöne giriyordum. Kasabanın damarlarında amaçsızca dolaşmak gibiydi bu; ben yolculuğu uzatıyor, o ise giderek sabırsızlaşıyordu. Ben nereye gideceğini sormamıştım, o da nereyi gideceğini söylememişti. İkimizde bu anı konuşmak için kullandığımızı düşündüm. Dedektif Sinclair kendini toparladığında, sol eliyle saçının arasına daldı. Parmaklarıyla geriye ittiği birkaç tel, alnında tereddütlü bir çizgi gibi kalmıştı. Bu hareket, sinirlerini dizginlemeye çalışan birinin küçük işaretiydi. Ona bakarken zihnimden geçen tek şey, artık nereye gideceğini öğrenmem gerektiğiydi. Gideceği yeri sorup, onu bir an önce bırakmak… Belki de bu en iyisiydi. Çünkü onunla aynı arabada daha uzun süre kalmak, buzdan maskesinin arkasındaki çatlakları görmek istememe sebep oluyordu. “Sara’nın hâlâ sağ olduğunu düşünüyorum.” diye mırıldandı sessizce. Sesi, arabanın içindeki ağır havayı bir anlığına delen ama sonra yeniden içine hapsolan loş bir yankı gibiydi. Dudaklarının arasından çıkan kelimeler, karanlığın içinde bir itiraf gibi asılı kaldı. “Eğer onu bulursan ya da ulaşmama yardım edersen… kefareti bırak, suçlarımın cezasını çekmeye razı olurum. Hiç itirazım olmadan Sancta Custos’un ayağına giderim.” Onun bu sözüyle içimde tuhaf bir sızı yükseldi. Direksiyonun üzerinde ellerim istemsizce sıkılaştı. Yolun kenarındaki sokak lambaları camdan içeri vuruyor, ışıklar yüzümün yarısını aydınlatırken diğer yarısını karanlıkta bırakıyordu. “Bu kadar mı çok seviyorsun kardeşini?” diye sordu. Sesinde alay yoktu, yalnızca şüpheye yer bırakmayan bir merak vardı. Beni çözmeye çalışan, bütün maskelerimi yırtıp atmaya çalışan bir merak. “Başta senin kız kardeşini ve diğer gençleri beslenmek için öldürdüğünü düşünerek geldim buraya. Bu kadar basit mi?” Riley Sinclair’in bakışları üzerime kilitlenmişti. Daha önce kimsenin bana böyle baktığını hatırlamıyordum. Bu bakışlarda önyargı değil, saf bir odaklanma, çözüm arayan bir ciddiyet vardı. Sanki ilk defa gerçekten beni görüyordu. Ve ben de ilk kez ona aynı samimiyetle karşılık verdim. Gözlerim kısa bir an camda yansıyan suretime kaydı; titreyen dudaklarım, yanaklarımda gerilen ince çizgiler… Sonra ona döndüm. Sesim titriyordu ama içinde saklayamadığım bir gerçek vardı. “Saralyn benim başıma bu hayatta gelen tek iyi şeydi.” dedim, kelimeler boğazımdan sökülür gibi çıktı. “Kız kardeşime asla zarar vermem. Eğer gerçekten onu bulursan… sorgusuz sualsiz annemle yaptığınız anlaşmaya bile uyarım. Yargılanır ve kefaretimi öderim. Ceza da çekebilirim. Bunun bir önemi yok.” Sözcüklerim arabanın içini doldurdu, sonra ağır bir sessizlik çöküp hepsini içine çekti. Sanki zaman donmuştu. Yalnızca motorun homurtusu ve uzaklardan gelen tek tük korna sesleri vardı. Dedektif Sinclair bana bakıyordu; yüzünde taş gibi bir ifade, gözlerinde ise dalgalanan bir şüphe. İnanmak istiyor muydu, yoksa beni daha da sıkıştırmak için mi susuyordu, anlayamıyordum. Dudaklarını kıpırdatmadı, tek kelime etmedi. Sessizliği, binlerce yargıdan daha ağırdı. İçimde bir umut kıvılcımı çırpınıyordu; aptalca, kırılgan bir umut. Kalbim sanki kendi irademe ihanet etmiş gibi daha hızlı çarpıyordu. Bakışlarımı yere indirdim, sonra yeniden ona çevirdim. Dudaklarımdan neredeyse fısıltıya yakın bir cümle döküldü. “Bunu yapabilir misin, Dedektif?” diye sordum. Sesim kendi kulağıma bile kırılgan geldi. Kendimi aptal hissettiren, küçücük bir umutla. Arabanın içinde kalan tek şey, ikimizin nefesleriydi. Dedektif Sinclair’in gözleri benimkilerde sabitlenmişti. O bakışlarda bir buz tabakası vardı; derin, soğuk ve kıpırtısız. Ama ben, o buzun altında bir şeylerin kıpırdadığını sezebiliyordum. Kendi hislerim yüzünden mi öyle geliyordu, yoksa gerçekten içinde küçük bir çatlak mı oluşmuştu, emin olamıyordum. Dudaklarını hafifçe araladı, sonra kapattı. Gözleri kırpıştı, başını yana çevirdi. “Sana bir söz veremem. Bulduğum ya da bulacağım kanıtlar davanın gidişatını gösterecek.” dedi sonunda, sesi kalın ve ölçülüydü. “Ancak varsayımsal olarak Sara’yı bulduğumda, Bayan Fox’un yaptığı anlaşmaya uymanı bekleyeceğim.” Sözleri sertti ama içinde kesin bir hayır yoktu. Karanlıkta asılı kalan, boşlukta yankılanan bir belki vardı. Ben gözlerimi kırpmadan ona baktım. Umut, ruhumun içinde incecik bir ip gibi gerilmişti; kopmaya hazır ama hâlâ orada. “Denemeni görmek isterim.” dedim, sesim boğazımda düğümlense de, söylemeden duramadım. Onun mavi gözleri tekrar bana döndü. O deniz, bir anlığına fırtınalı görünüyordu. Nefesini burnundan ağır ağır verdi. “Bu bir söz değil,” dedi, kelimeleri özenle seçer gibi yavaş konuşuyordu. “Mesleğim gereği sadece elimde ki kanıtlarla ilerlerim. Umarım bu yol beni katile götürür.” Jeep virajı döndü, kasabanın sokak lambaları pencerelerden içeri akmaya devam etti. İçerideki sessizlik, sözlerinden sonra daha da ağırlaştı. Ama bu sessizlik, baştan beri hissettiğim düşmanca sessizlik değildi. Bu başka bir şeydi: Bir ihtimalin, bir kırılma noktasının sessizliği. Ben hafifçe başımı çevirip ona baktım. Dudaklarımın kenarında belli belirsiz bir kıvrım oluştu. “Bu kendimden nefret etmeme sebep olsa da, Sancta Custos’un yardımını kabul edeceğim.” Sesim artık titremiyordu. “Belki benim umut ettiğim gibi gerçekten katili bulacak ve Sara’ya ulaşacaksın. Yargılanmayı kabul edeceğim...Ya da hiçbir şey olmayacak ve annemde umudunu kestiğinde icabına ben bakacağım.” Dişlerimi göstererek gülümsedim. “Bu size uyar mı?” “Harika... Anlaşmaya çalıştığın insanlarla her zaman tehditkâr mı konuşursun?” diye sordu sonunda, sesi buz kırığı gibi sert ve düz. Ne yükseliyordu ne alçalıyordu, sanki kalbi bile ritmini değiştirmiyordu. Çenemi sıktım, dişlerimin arasından nefes sızdı. “Sana özel dedektif.” dedim, ardından gülümsedim. Hava iyice kararmaya başlamıştı. “Sohbetimiz güzel ilerliyor ama artık bende eve gitmeliyim. Nerede kaldığını bana söyler misin? Seni oraya bırakayım.” Riley başını bana çevirmedi. Elini dizine bırakmıştı, parmakları gevşekçe bıraktı. “Alpenglow... Otel.” diye karşılık verdi, sesi öylesine soğuktu ki camlar buğulansa şaşırmazdım. “Ve arabamdan gizlice aldığın bujileri geri alabilir miyim?” “Biliyor muydun?” “En başından beri,” dedi. “Bujilerin eksik olduğunu fark ettim. Bir Cadillac’a sahipsen, istemesen bile zamanla arabalar ile ilgili yeteneklerin gelişiyor.” “Bujileri almakla yetindim. Bir daha ki sefere araban Pasifik’in soğuk sularının dibinde de olabilir. dedim, onu önündeki torpidoya eğilerek, torpidoyu açtım ve iki parçaya vidaya benzeyen metali aldım. Onun eline doğru uzattım. Parmak uçlarımız kısa bir an için çarpıştı; sıcaklığını hissettim ama o yine hiç tepki vermedi. Sadece parmağını hafifçe uzattı, malzemeyi aldı ve dikkatlice cebine koydu. “Teşekkürler,” dedi, sesi hâlâ aynı soğuk ve mesafeli tonunda. “Bunu yapmanın sebebi benimle konuşmak mıydı?” Kafamı hafifçe salladım, dudaklarımda ince bir gülümseme hâlâ vardı. “Bizi takip ettiğin içindi ama ilk başta senin olduğunu düşünmemiştim. Cadillac bir Sancta Custos avcısına göre fazla zevkli bir seçim.” dedim, neredeyse fısıltıyla. “Bu küçük sohbet planım da yoktu.” “Kızgın değil misin?” diye sorarken, Riley gözlerini sonunda bana çevirdi. “Garip bir şekilde... bir polisin seni izlemesine karşın sakinsin.” “Katil olduğumu düşünmen ya da Sancta Custos’un avcısı olman kadar sinirlendirmedi.” Sinirli bir şekilde gülümsedim. “Bir daha olursa da Cadillac’ın Pasifik’in derin sularında dibi boylayacağını zaten söylemiştim. Hemen mi unuttun?” “Bir polisi tehdit ediyorsun, farkında da mısın?” Sesinde ki alayı fark edilebilirdi. Meydan okumayla gözlerinin içine baktım. “Sözler kanıt niteliği taşımaz. Cadillac’ın kaybolduğunda da beni suçlamak için fiziki kanıta ihtiyaç duyacaksın. Elbette ki eğer bir daha beni takip edersen... olacak olanı söylüyorum.” “Kimsenin benimle böyle konuşmasına müsaade etmem Bayan Fox. Tehditkâr ve saygısızca konuşmalara karşın sabrımda yoktur.” diye beni uyardı. “Bir kez daha görmezden gelebilirim. Son bir kez daha.” “Elbette bu bir daha asla olmayacak, Dedektif Sinclair.” Gülümsedim. “Sizde beni anladıysanız elbette.” Alpenglow Otel, kasabanın biraz dışında, ormanın hemen kenarına yaslanmış, tek başına duran bir yapıydı. Frost kasabasına gelen turistler burayı tercih ederdi; ama cinayetlerin ardından kasaba sessizliğe bürünmüştü, dışarıdan gelen neredeyse hiç kimse yoktu. Jeep’in motoru hafif bir homurtu bırakırken, Chugach Ulusal Ormanı’nın içinden geçen yolun kıvrımlarında ilerledik. Yol, diğer alternatiflere göre kestirme sayılırdı; ama karanlık çökmüş ve ormanın derinlikleri tekinsiz bir boşluk gibi görünüyordu. Farların ışığı ağaçların arasına süzülürken gölgeler oynamaya başladı, yolların kenarındaki çam ağaçlarının uzun gövdeleri siluetler halinde titredi. Birini fark etsem arabadan çıkıp ormana dalmaya hazırdım. Kenai Gölü sağımızda uzanıyordu; su, karanlık gökyüzünü yansıtarak sessiz bir aynaya dönüşmüştü. Arada bir suyun yüzeyinde hafif bir dalga kıpırdadı, uzaklardan gelen rüzgar sesiyle birleştiğinde soğuk ve yabancı bir tınıya büründü. Otel, gölün bitişiğine ve ormanın kıyısına inşa edilmişti; ahşap kapıları ve yumuşak ışıkla aydınlanan pencereleri, sakin bir sığınak izlenimi veriyordu. Kısa bir süre sonra dedektifin kaldığı otelin önüne geldim. Frost’un dar sokaklarında saatlerce dolaşmış gibi hissetsem de buraya ulaşmam, birkaç kıvrımlı yol dışında kısa bir zamanımı almıştı. Jeep’i park ettim, motorun homurtusu kesildi; sessizlik bir anda daha belirgin hâle geldi. Riley Sinclair, sessizliğini bozmadan başını hafifçe salladı ve Jeep’ten indi. Ceketini omuzlarına geçirdi, nefesinin bu soğuk havada buğulandığını gördüm. Omzunun üzerinden başını çevirip bir kez daha bana baktı. Göz göze geldik ama bir şey demeden yürümeye devam etti. Kapıya doğru yürürken adımlarının sesi ahşap zeminle birleşti, her adımı ormanın sessizliğiyle yankılandı. Ben de bir adım geride onu izledim; gözlerim, onun dikkatle etrafı tarayan bakışlarını yakaladı. Otelin ağır, kalaslarla örülmüş kapıları önünde durdu, elini koluna doğru götürdü ve içeri girdi. Kapı, arkadan hafif bir tık sesiyle kapandı; içerideki sıcak ışık ve sessizlik arasındaki zıtlık, ormanın karanlık tonlarıyla birleşince atmosferi daha da yoğunlaştırıyordu. Kasabanın içinde değil, dışında kalması belki de Riley’nin seçtiği bu yerin en büyük avantajıydı: gözlerden uzak, ama aynı zamanda göle ve ormana bakan bir konumda. Gözlerim kapıda kaldı, içerideki hareketleri görmesem de onun orada olduğunu biliyordum. Kaldığı yeri öğrenmiştim. Geri dönüş yolunu sessizce, hatta biraz hızlı bir tempoyla aldım. Frost kasabasına yaklaşırken karanlık sokaklar, sokak lambalarının soluk ışığında uzayan gölgelerle ürkütücü bir sessizliğe bürünmüştü. Jeep’i garaj yoluna annemin SUV’nın yanına park ettim; metalin yüzeyine yansıyan ay ışığı, aracın hatlarını hafifçe parlatıyordu. Saat sekize yaklaşmıştı. Annem Vanessa çoktan gelmiş olmalıydı; ama evin dışından baktığımda hiçbir ışık yanmıyordu. Yalnızca bacadan yükselen duman, içeride birinin varlığını sessizce belli ediyordu. Sessizce içeri süzüldüm, antreye adım attım ve ayaklarımın altındaki tahta döşemenin hafif gıcırdamasına kulak verdim. Eşiğe durup başımı içeri uzattığımda, annemi gördüm. Koltukta kıvrılmış, uyuya kalmıştı; gövdesi küçük bir kabarcık gibi oturmuş, kitabı parmaklarının ucunda açık kalmıştı. Bir eli göğsünün üzerinde dururken, diğer eli koltuktan aşağı sarkıyordu. Yüzü sol omzuna doğru hafifçe kıvrılmış, uykunun yumuşak ve savunmasız gölgesini taşıyordu. Salonun köşesinde şömine yanıyordu; alevler odanın içinde yavaşça dans ediyor, odanın bir köşesini sıcak turuncu ışıkla aydınlatıyordu. Alevlerin titrek ışığı, annemin yüz hatlarını daha da belirginleştiriyor, kitap sayfalarını hafifçe parlatıyordu. Odadaki sessizlik, şöminenin çıtırtılarıyla birleşince, zamanın ağır aksak aktığı bir an yaratıyordu. Adımlarımı sessiz tutarak yanına yaklaştım; her nefes alıp verişim sessizliği daha da belirgin hâle getiriyordu. Koltuktan düşmüş elinde, iki parmağı arasında bir fotoğraf tuttuğunu fark ettim. Kenara kıçımı yaslayıp hafifçe oturdum. Parmaklarım fotoğrafın yüzeyine değdiğinde, sıcak bir anı bir anda zihnime doldu. Sara ile benim fotoğrafımızdı; Sara’nın on beşinci yaş günüydü. O an Sara genişçe gülüyordu, bense parmağımda pastanın beyaz kremasını yalamakla meşguldüm. Kare, zamanın içinden harika bir tesadüfle yakalanmış bir anıydı. Acıyla gülümsedim. Hafifçe titreyen ellerimle fotoğrafı okuduğu kitabın arasına, son kaldığı sayfaya yerleştirdim. Kitabı kapattım ve annemi uzun uzun izledim. “Yine senin istediğin oldu.” diye fısıldadım. “Sancta Custos’un yardım etmesini kabul ettim anne. Sara için başka bir umudumuz olsun diye.” Umut, umuttur değil mi?”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD