Tobias, katilin bir wampir olduğu şüphesini aklıma sokmasa ya da ben annemin adli tıp belgelerini karıştırmasam, ne olup bittiğini tam anlamıyla asla öğrenemeyecektim. İnsan tarafım öylesine geri çekilmişti ki, içgüdülerim körleşmiş, hislerim duyarsızlaşmıştı. Sadece hızımı kullanıyordum; motorun hafif titremesi ve tekerleklerin yoldaki sürtünmesi tek gerçeklikti. Ama içimde bir yerde, anneme olan güvenim hâlâ sarsılmaz bir kale gibi duruyordu. Yine de gerçekler, surları bir top atışı gibi yerle bir etmişti.
Beni korumak istemişti. Ama seçtiği yol yanlıştı. Tehlike zaten bu kadar yakındayken, hiçbir önlem beni tamamen uzaklaştıramazdı. Artık bizden daha fazlasını bilmediklerine göre, eşit durumdaydık. Çocuklar plana uyarlarsa, öğrendikleri en ufak şeyi herkesten önce bana söyleyeceklerdi.
Harry’nin genç kurtları vardiyaya çıkarmamasını düşündüğümde, bunun da üstesinden gelmem gerektiğini fark ettim. İçimden, kasabanın eski, sessiz caddelerine göz attım. Sabahın erken saatlerindeki puslu hava, sokak lambalarının solgun ışığıyla birleşmiş, her şeyi biraz daha kasvetli ve belirsiz yapıyordu. Sanırım av kazası geçirmiş kasabanın şerefini ziyaret etmeliydim.
Telefonun öbür ucundan, Evan’ın Kyra ile tartışmasını duyabiliyordum. Homurdanıyor, sinirli nefesler veriyordu. “Kyra’nın elinde de bir şey yokmuş. Elias’ın odasında bulduğu tek şey boş bira şişeleriymiş… Neyse ne işte. Elimizde bir şey yok; sanırım sende istediğine kavuştun.”
“Daha değil.” Telefonu omzum ve kulağım arasından alıp elimde tuttum. Diğer elimle direksiyonu kavramıştım; parmaklarım sıkıca gerilmiş, kemiklerim neredeyse beyazlaşmıştı. Yalnızca hız vardı, yalnızca yol… ama zihnim bir yandan bütün bu karmaşayı, eksik parçaları birleştirmeye çalışıyordu. “Sizi wampirlere karşı eğiteceğim. Unuttun mu?” dedim, despot bir tavırla. “Bana ihtiyacınız var...”
Evan çoktan telefonu yüzüme kapattığında dişlerimi sıktım. Günümüz çocukları artık ne kadar saygısızdı, bazen gerçekten aklımı kaçıracak gibi oluyordu… Tobias, halimden eğlenir bir şekilde kahkaha atarken, ben onun varlığını yok saymaya devam ettim. Arabaya bindiği andan itibaren bunu yapıyordum, bir kez daha dikkate almadım. Sabahları benimle okula gelmeyi alışkanlık hâline getirmişti. Liseye girmeden önce arabadan çıkıyor, adeta rüzgâr gibi kayboluyor ve derste onu tekrar görüyordum. Birlikte görünmek, okulun dedikodu çarkının dişlilerine kaptırmak istemiyordum kendimi.
Tobias, benimle yeni Jeep ile okula geldiğim ilk gün konuştuğundan—daha doğrusu tartıştığımızdan—beri, ufak tefek mırıltılar ve sessiz homurtularla varlığını hissettiriyordu. Dedikodular bizimle ilgiliydi; herkes bizi kavga eden sevgililer sanıyordu. Tobias bu dedikodulardan memnun görünüyordu; duyduğunda kıkırdar, derslerde bana bakış atardı. Her bakış, küçük bir zafer, beni sinirlendirmek için atılmış bir ok gibiydi. Ne kadar can sıkıcıydı… Dışarıdan bakıldığında uyumlu görünmemiz mümkündü belki, ama karakterlerimiz birbirine zıt iki ayrı uçtu.
Ten uyumu ise tartışılırdı. Tobias beni tatmin ediyordu ama deneyimli bir partnerin yapacağı gibi zevkin doruklarına çıkarmıyordu. Benden önce çok sayıda cinsel tecrübesi olmadığı barizdi. İçten içe gülüyordum; bakirleri ve az tecrübe sahibi olanları anlamak gibi ince bir yeteneğim vardı. Bir Afrodit olmasam da, zevkin, tutkunun ve arzusunun izlerini okuyabiliyordum. Tobias ile aramızdaki cinsel çekim neredeyse tamamen bitmişti; tek taraflı bile olsa, hâlâ onun dikkat alanındaydım. Söz verdiği gibi kanımı istemiyor oluşuna hâlâ şaşırıyordum. Günlerdir kan hakkında tek bir söz etmemişti; benimle beraberken asla yutkunduğunu, diliyle dudaklarını yaladığını görmemiştim. Kendini iyi besliyor olmalıydı, yoksa bu kadar sakin kalamazdı.
Bazen kıyafetlerinden kalmış geyik kokusunu alabiliyordum. Hayvan kanı, kelimenin tam anlamıyla tiksindiriciydi. İnsanların vegan olup hiç et yememesi gibi bir his veriyordu bana; dehşet verici ve tuhaf. Kendimi hamburger, pizza ya da soslu tavuk yemeden hayal edemiyordum. Kanla beslenmeye tövbe ettiğimden beri, dünya mutfaklarının et yemeklerine adeta tapıyordum. Tobias’ın gözde kan besini ise bazen geyik, bazen ayıydı. Etçil ve otçul dengesini korumaya mı çalışıyordu? Ne şeker… Wampirlere bakış açımı değiştirmeye yetecek kadar olmasa da, ön yargılarımı sorgulamama yetecek kadar etkiliydi.
Onun varlığı, soğuk ve sıcak arasında dengede duruyor gibiydi. Soğuk kanlı, öldürmeyi rutin hâle getirmiş ama aynı zamanda sıcak ve insanî bir tarafı da vardı. Yaşamak için öldürüyorlardı; bu basit bir mantıktı, ama altında gizli bir tehlike hep vardı. Tobias’la her an karşı karşıya olduğumda damarlarımda dolaşan o sabit elektrik, beni hem korkutuyor hem de sinirlendiriyordu. İçimdeki insan tarafım onun bu doğal, vahşi yanını hissetmekten kaçınmak isterken, vampir tarafım hayranlık ve merakla izliyordu.
Kafamda, onunla yaşadığım anları birer birer gözden geçiriyordum. Bazen dokunuşları hafif bir içimi ürpertir, bazen ise küçük bir öfke kıvılcımı çaktırmadan içimde patlardı. Tenimiz arasındaki uyum tartışılırdı; fiziksel olarak zevkliydi ama tutku, uzun süredir tek taraflıydı. Paylaştığımız anların şeyin gölgesiydi sadece.
Tabii, Tobias’ın beslenme tercihleri… Kan torbaları... Geyik ve ayı… Her seferinde burnuma gelen o keskin, iğrenç koku beni insanlığımı hatırlatıyordu. Ama aynı zamanda onun düzenini, karakterini, hayatta kalma mantığını anlamama da yardımcı oluyordu. Soğuklar soğuktu, ama sıcak olanlardan besleniyor, hayatta kalmak için öldürüyordu. Ve işte bu, her zaman aklımın bir köşesinde, onunla yan yana dururken sürekli hatırladığım bir gerçekti.
Açık yeşil gözleri yine üzerimdeydi; yolun kıvrımlarına odaklanmaya çalışsam da bakışları omzumdan aşağıya, göğsüme doğru kayıyordu. Giydiğim bordo bluzun geniş yakası köprücük kemiklerimi, göğüslerimin kıvrımlarını ve bağrımı belli ediyordu. Üstelik ceketimin önü de açıktı. Ona anlık, kısa bir bakış attım, dudak kenarlarımda ince bir alay kıvrıldı. “Ne o, beni izlemek yeni fantezin mi?”
Tobias’ın sesi, arabada yankılanan uğultuya karışarak kulağıma çarptı. “Seks yapalı günler geçti. Seni özlemiş olamaz mıyım?” Alaycı tonuyla birlikte kahkahası kulaklarımı doldurdu. Göz ucuyla baktığımda yüzünde o küstah gülümsemenin varlığını hissedebiliyordum. “Bu akşam benim için vaktin var mı?”
“Yok.” dedim, direksiyona tutunan parmaklarımı gevşeterek. Bu sefer kıs kıs gülen bendim; kahkaham sabahın puslu sessizliğini yarıp geçti. “Senin evine geldiğim gece son kez yapmıştık. Bir daha olmayacak. Kendime yeni birini bulacağım muhtemelen.”
Tobias’ın yüzündeki ifade bir anda değişti. Kalın kaşlarını çattı, dudakları ince bir çizgiye dönüştü. “Neden bahsediyorsun sen?” dedi öfkeyle, yüz hatları sertleşmişti. Başını yana eğdiğinde siyah saçları alnına düşüp gözlerini gölgeledi. Gözlerindeki parıltı, öfkeyle beraber kıskançlığın tehlikeli bir karışımını taşıyordu. “Bunu hiç düşünmeden doğrudan yüzüme söyleyebiliyorsun. Yatacağın kişiyi öldürmemden de mi korkmuyorsun?”
Ağzımdan küçük bir kahkaha kaçtı ama kendimi toparladım. “Öyle bir durumda yeni birini bulurum.” dedim, yeniden gülmeye başlayarak. Bu sefer kendimi tutamadım. Kahkaham bu kez göğsümden taşarcasına, aylardan sonra ilk kez bu kadar canlı bir şekilde yükseldi. İçimdeki baskı, Tobias’ın öfkesine meydan okuyan bu neşeyle hafifledi. “Sen arkadaşımsın. Ha? Böyle söylediğini hatırlıyorum. Arkadaşımsan arkadaşım olarak kal ve canlı.”
Tobias başını geriye yasladı, gözlerini daraltarak bana baktı. Dudaklarının kenarı küçümser bir kıvrım aldı. “Arkadaş olmayı kabul mü ediyorsun?” diye sordu şüpheyle. Siyah saçlarını elinin tersiyle başının gerisine doğru iteledi; hareketi aceleci ama aynı zamanda rahatsızlığını örtmeye çalışan bir hamleydi. “Bu daha bir gelişme.”
Sırıttım, dişlerim parladı. “Ve ben arkadaşlarımla sevişmem, Tobias Cohen. Şansın varken arkadaşlığımızın tadını çıkar.”
Bir an sessizlik oldu. Arabanın motor sesi, yolun altında çıtırdayan çakıllarla karıştı. Tobias’ın nefesi bile bana tehdit gibi geliyordu. Sonra dudaklarını araladı, sesi alçak ama meydan okurcasına çıktı: “Bununla yetinmeyeceğimi biliyorsun, değil mi? Seni eninde sonunda kışkırtırım ya da tahrik ederim.”
Gözlerimi yoldan ayırmadan, çenemle hafif bir hareket yaptım. Gülümsemem yeniden belirdi. “Hayır. Hiç ama hiç sanmıyorum.”
Frost Lisesi’nin iki blok yakınına geldiğimde motorun hafif uğultusu sabahın puslu sessizliğine karışıyordu. Yol kenarındaki çatlamış kaldırımlar, sararmış yapraklarla örtülmüş; okulun gri silueti, sisin içinden ağır ağır beliriyordu. Arabamı sokağın başında durdurdum, Tobias’ın her zamanki gibi ineceği nokta burasıydı. Direksiyonu bırakıp ona baktım. Dudaklarımda kısa, mesafeli bir gülümseme belirdi. O da tek kelime etmeden kapıyı açtı, soğuk hava içeri doldu ve ardından kapıyı hızlıca kapatarak dışarı adım attı. Birkaç saniye sonra, gözlerimin önünde bir gölge gibi kayboldu; rüzgârda dağılan bir sis parçası gibi. Daha motoru yeniden çalıştırıp gaza bastığımda, Tobias çoktan ortadan kaybolmuştu.
Dersler o gün beklenmedik bir şekilde hızlı akıp gitti. Belki de zihnim sürekli Tobias’ın yokluğuna takılı kaldığı için zamanı bu kadar çabuk geçti sandım. Onu hiçbir ortak dersimizde göremedim. Sınıf sıraları, onun boş bıraktığı yerle bana sessizce meydan okuyor gibiydi. Sanki tüm okul, Tobias’ın yokluğunu fark etmişti ama kimse adını anmıyordu.
Öğle arasında Samantha ile kafeteryaya yöneldim. Kalabalığın ortasında, gürültünün arasında, biz iki kişi kendi sessizliğimizi örüyorduk. Anastasia’nın masamızda olmaması, aramızda görünmez bir boşluk yaratıyordu. Şiddetli bir mevsim nezlesi geçirdiğini biliyorduk; muhtemelen birkaç gün daha gelmeyecekti. Ama bu bilgi bile içimdeki eksikliği azaltmıyordu.
Her zamanki dört kişilik masamız, bu kez iki kişilik bir yalnızlığa daralmıştı. Tabaklardaki yemeklerin buğusu yükseliyor, kaşıkların tabağa çarpan sesi yankılanıyordu, fakat aramızda tek kelime bile edilmedi. Samantha bana Tobias hakkında dolanan dedikoduları sormadı. Benim de laf açmaya niyetim yoktu. Sessizliğimiz, söylenmeyen kelimelerin ağırlığını taşıyordu.
Dakikalar akıp gitti, öğle arası sona yaklaşırken ikimiz de aynı anda tabaklarımızı itip ayağa kalktık. Sandalyeler gıcırdayarak geri çekildi, kafeteryanın uğultusuna karıştı. Sınıflara dönmek üzere hareketlenmiştik. Tam o anda, çıkış kapısının hemen önünde tanıdık iki yüz gördüm. Evan ve Kyra, kollarını göğüslerinde kavuşturmuş, beni bekliyorlardı. Bakışları doğrudan bana kilitlenmişti, sanki geç kalmış bir hesaplaşmayı başlatmak için oradaydılar.
Bir an duraksadım, yanımdaki Sam’e döndüm. “Önden git,” dedim kısık bir sesle, dudaklarımda hafif bir gülümseme belirterek. “Bana yer tut.”
Samantha başıyla onayladı, bakışlarında biraz merak, biraz da endişe vardı. Ama tek kelime etmeden çantasını omzuna atıp, adımlarını hızlandırarak sınıflara doğru kayboldu.