Zaman su gibi akıp geçmişti. Tobias’ı sadece Bayan Austin’in İngilizce ortak dersinde, zorunluluktan dolayı görmüştüm. En arka sıradaki köşeye oturmuş, başını hafifçe eğmiş, sessizce dersi dinliyordu. Elindeki kalem, defterine ara sıra hızlı, keskin çizgilerle kayıyordu. Normal bir öğrenci gibi davranıyordu. Kulağıma üşüşen tek bir kıkırdama sesi, sırtımda ürperten bakışlar bile yoktu. Sanki ben orada yokmuşum gibi davranıyordu. Tam da istediğim gibi.
Derslerin ardından çıkış zilinin sesi, beynimdeki tüm düğümleri boşaltmış gibiydi. Zihnim bomboş, kalbim biraz da hafiflemişti. Samantha bugünden itibaren eve döneceğimi biliyordu. Buna alınmamıştı ama hafifçe buruk bir ifade kaplamıştı yüzünü. Ben de onu teselli etmek için kısa süre içinde üçümüzün bir ara, bizim evde yatılı bir film gecesi yapabileceğimizi söyledim. Sara’nın eksikliğini hissetsem de onları eskisi gibi kendimden uzak tutmak istemiyordum.
Sam o an havalara uçmuştu. Gözleri parlamış, yüzündeki eksik parçayı kapatan küçük bir neşe belirmişti. Sara’nın yokluğuna rağmen, içinde sakladığı umut ve mutluluk, kayıp boşluğu bir anlığına dolduruyordu.
Okuldan çıktığımızda Anastasia bizi bekliyordu. Ailesine ait Kensingtonların Yeri adlı yerel restoranda yarı zamanlı çalışmaya başlamıştı; Sam onu oraya bırakacaktı. Ayaküstü yatılı film gecesi için sözleşip kırmızı Dodge’a bindiklerini izledim. Motorun hırıltısı ve kapıların kapanma sesi, soğuk havaya karışıyordu. Onların hızla uzaklaşmasını izledim; Dodge, parlak kırmızı bir çizgi gibi kayboldu.
Kendi Jeep’ime bindim —annemin bana verdiği küçük bir rüşvet. Kontağı çevirdim; motor kısık bir homurtu ile canlandı. Ama hemen yola çıkmadım. İçimde açıklayamadığım bir şey, harekete geçmemi engelliyordu. Sanki biraz bekleyip ortamı hissetmem gerekiyordu. Parmağım direksiyonun üzerinde ritmik bir şekilde vuruyordu; bu, içimdeki gerilimi ve beklentiyi bastırmanın tek yolu gibiydi.
Camdan dışarı baktım. Polisler vardı. Lise de yeni dönem başladığından beri okul çıkışında polis arabalarının beklemesi sıradan bir manzara olmuştu; öğrencilerin geçişlerini sözde koruma bahanesiyle izliyorlardı. Üniformaları, okulda ki soğuk havayla birleşince, gölgeleri daha da uzun ve keskin görünüyordu. Diğer öğrencilerin arabaları zaten sıraya dizilmişti; korna sesleri arada kaybolup, sonra tekrar yankılanıyordu. Birkaç sadece ismini bildiğim polis fark ettim; yüzleri donuktu, gözlerinde dikkatli bir keskinlik vardı. Ama onlarda gergindi. Riley Sinclair’ı görebilmeyi umut ettim ama görünürde yoktu.
Aslında aradığım şey daha farklıydı. Siyah bir Cadillac. Alaska’nın soğuk, buzlu yollarına hiç uymayan o eski model arabayı görmek istiyordum. Burada görmediğim bir modeldi.
Birden Evan, Kyra ve diğerlerini fark ettim. Chevrolet kamyonetlerine doluşuyorlardı. Hunter direksiyondaydı; yanında Evan ve Kyra oturmuştu. Arkada diğerleri sıkışmış, birbirlerine laf atıyor, gülüşleri soğuğu delip geçiyordu. Hepsi bana kısa bir an baktı; ben de onlara meydan okurcasına sırıttım. Kamyonet yola karıştı, birkaç dakika içinde gözden kayboldu.
Okul tamamen boşalmıştı. Sessizlik, koridorlarda yankılanan çığlıkları, korna seslerini ve öğrencilerin uğultusunu bir anda yutmuştu. Eve doğru ilerlerken, gözlerim boş sokakları tarıyordu. Normalden bir tık daha yavaş gidiyordum; kontrol edemediğim bir paranoya, direksiyonun ucunda, parmaklarımın ucunda kendini belli ediyordu.
Annem akşam evde olacaktı; hâlâ fazladan birkaç saatim vardı. Bu yüzden Frost’un sokaklarında amaçsızca dolaştım. Ne aradığımı bilmiyordum. Belki bir anormalliği… insanları gözleyen bir avcıyı… 1990 model siyah bir Cadillac’ı… ya da sarışın bir dedektifi. O, korkacak bir tip değildi ama ortalıkta yoktu.
Bir süre Frost Polis Departmanı’na gitmeyi düşündüm. Ama göze batmak istemiyordum. Bu yüzden cadde ve sokaklarda boş boş dolaştım. Dükkanların titrek ışıkları kaldırımlara düzensiz yansıyordu. Gökyüzü kurşunîydi; rüzgar, yapraklarla kaplı kaldırımları hafifçe titretiyordu. Her adım, her motor sesi, her uzak kahkaha çarpışan bir gölge gibi geliyordu.
Telefonumu elime aldım. Ekrana bakışım boştu; annemden mesaj yok, arama yok. İçimde hafif bir sıkışma hissettim. Derin bir nefes aldım. Tam o sırada, yan kapımın aniden açılıp kapanma sesi duyuldu. Başımı sağa çevirdim. Koltukta oturan silueti görünce gözlerimi devirdim. Tobias Cohen. Hiç ses çıkarmadan, sessizce yanımda oturuyordu. Sanki hep oradaymış gibi, sessizce bana bakıyordu.
Nefesim bir anlığına onun kokusuyla doldu, ellerim direksiyonun etrafında sıkıştı. Tobias, hiç konuşmadan oturuyordu; başı hafif öne eğilmiş, gözleri yüzümde dolaşıyordu. Ama bakışlarıyla beni rahatsız etmiyor, daha çok varlığını hissettiren bir gölge gibi etrafıma siniyordu. Arabada sessizlik vardı. O kadar yoğun bir sessizlik ki, motorun titreşimi bile kulaklarımda yankılanıyordu.
“Beni görmezden gelmeye başladığında sevinmiştim. Ne o bensizliğe dayanamadın mı?” diye sordum, sesim kendi kulağıma bile fazla yüksek geldi. Ama Tobias hâlâ sessizdi. Sanki sözlerim havada kaybolmuştu. “Beni duymazlıktan mı geliyorsun?”
Gözlerim yola takılıyken, koltukta oturuşunu gözlemledim. Hafifçe yana yaslanmış, elleri dizlerinin üstünde, tamamen kontrol altında bir duruş sergiliyordu. Hem dikkatli hem de olduğundan soğuk. Ama bir yandan da… rahatsız edici bir rahatlık vardı onda. Bende rahat davranırdım ama karşı tarafın gözünü boyamak için. Ancak Tobias gerçekten rahat biriydi.
Bir an için kafamda karışık düşünceler uçuştu. Neden geldi? Bekledi mi? Yoksa rastlantı mı? Arabayı sürerken parmaklarımın ucunda hafif bir baskı başladı. Tobias’a bakmak istedim ama gözlerimi yoldan ayırmak istemiyordum. Çünkü ona bakarsam yine öfkeye kapılacaktım.
“Kurtlar gibi kokuyorsun. Pis köpek kokusu.” dedi sonunda, kelimeler ağır ağır döküldü. “Ve onlardan yardım isterken ne düşünüyordun? Sana zaten yardım edeceğimi söyledim.”
“Şey düşünüyordum... Siktiğimin katilini nasıl yakalarım diye düşünüyordum!” diye bağırdım. Sesim camı çatlatacak kadar gür bir tınıydı. “Ne insanlar, ne wampir, ne kurtlar ne de bir cadı katili daha yakalayamadı! İnsan polisleri asıl olanlardan habersiz! Herkes ayrı ayrı hareket ediyor. Annem benden bir şeyler saklıyor! Sen bana yardım edeceğine flört taktikleri alıyorsun! Herkes yerinde sayıyor! Artık kimseye güvenim yok. Elimde kim varsa kullanacağım.”
Nihayet başını kaldırdı. Gözleriyle bana baktı; kısa, keskin bir bakıştı. Sessizliği bozmayan ama her şeyi ifade eden bir bakış… İçimi ürperten bir tür kesinlik taşıyordu. O anda, Alaska’nın soğuk sokakları, ıssız caddeleri ve uzaklardaki polis arabalarının mırıltısı hepsi bir araya gelmiş, bir sahne gibi önümde duruyordu. Sesler kulaklarım da uğulduyordu.
Tobias hâlâ konuşmuyordu. Ama varlığı, nefes alış verişimden ritmimi değiştirmişti. Motor sesi birden fazla duyuluyordu; tıpkı arabanın altındaki yolun titreşimi gibi, içimde de bir dalga yaratıyordu. Birkaç saniye boyunca, ne yapacağımı bilemeden sadece karşılıklı sessizliğe gömüldük.
“Şu wampir arkadaşlarından ne haber?” diye sordum, sesim bu sefer daha sert, daha keskin çıktı. Ama artık bağırmıyordum. Öfke insanı bir yere götürmezdi. “Coraline ve diğerleri...” İsimlerini bilmiyordum. “Artık kaç kişiyse. Benimle onları tanıştırmayacak mıydın?”
Tobias, başını hafifçe yana eğdi, gözleri hâlâ beni ölçüyordu. Bir yanıt vermedi; sessizliği öylesine keskindi ki, sanki kelimelerden daha fazla ağırlık taşıyordu. Arabadaki hava bir anda yoğunlaştı, nefes almak bile zorlaştı. Gerçek kokusunu alamıyordum ancak çam ve toprak kokusu da yeterli oluyordu.
“Gelecekler. Seninle tanışmak için sabırsızlanıyorlar.” diye konuştu nihayet, sesi alçak ve keskin, ama öfkeyle değil, daha çok kırgınlıkla doluydu. “Ama senin bu kadar sabırsız olacağını bilmiyordum. Ya da doğru kelime paranoyak. Ki kurtların ayağına kadar gittin.”
Direksiyona daha sıkı tutundum. Gözlerimi yoldan ayırmadan, içimdeki öfke ile merak arasında gidip geldim. “Aa, evet kurtların ayağına gittim. Onlarla aynı masada yemek yedim, arabayla okula bile bıraktım. Çünkü onlarla aynı kasabada yaşıyorum! Onlar komşularım. Üstelik içlerinden birisi kız kardeşimin eski erkek arkadaşı. Onlar doğal düşmanımız falan filan. Şu fikri değiştir...” Sesim öfkeden titredi. “Orta bir yol bulunduğunda herkesle anlaşabilirsin. Ve bilgin olsun yardım alabildiğim kadar alacağım. Tüm istediğim Sara’yı bulmak. Katili avlamak...”
Tobias’ın dudaklarının kenarında hafif bir kıvrım belirdi, ama gülümseme değildi. Daha çok, sakin ama tedirgin edici bir uyarıydı. “Sana yardım ediyorum. Bir kaç gün içinde Frost sınırında olacaklar. Kurtların bölgesinden uzakta. Sana haber vereceğim. Ama şu an olduğun gibi o zamanda öfkeli olursan yanlış bir izlenim bırakabilirsin.”
Birden içimden bir patlama geldi ama dudaklarımı birbirine kenetledim. “Hah! Kendimi kontrol altında tutacağım zamanları biliyorum.” dedim. Sesimi söylediğimiz gibi kontrollü tuttum. Derin bir nefesle birlikte sakinleştim. “Umarım bu riske değer. Annem dahil sevdiğim kimseyi tehlikeye atmak istemiyorum.”
Tobias benim gibi derin bir nefes aldı, omuzlarını hafifçe geriye çekti ve elini vites topuzunda duran elimin üzerine koydu. Buz gibiydi. “Tek risk kurtların biz soğukları fark etmesi. Onu da ben halledeceğim. Coraline ve diğerlerini gizleyeceğim ve dediğim hayvan kanı ile besleniyorlar. İnsanlar tehdit altında değil.”
“Şu gizlenme yeteneğini başkaları üzerinde kullanabiliyor musun?” diye sordum, elimi elinden çektim. Yeniden iki elimle direksiyondan tuttum. Tobias sadece başını evet anlamında sallayınca, kaşlarımı kaldırdım. “Cidden kim olmadığını bilmesem ve seni yeteneğimle manipüle edip sorgulamasam katilsin diyerek boğazına çökerdim. Yeteneğinin bireysel olduğunu sanıyordum. Çoklu etki eden yetenekler nadirdir. Neyse ki görünmeyecek kadar wampir üstü bir hıza ya da illüzyonlar yaratan bir yeteneğe sahip değilsin.”
“Evet. Kurtlarla konuşurken teorilerinizi duydum. Sandığımdan daha akıllılarmış.” diye mırıldandı. Elimi elinden çektiğim için morali bozulmuştu. Tobias Evan ve diğerlerinin dikkatini çekmemek için onlardan uzak dururdu. Ki imkansız olanı başarıyordu. Sabırsızca sordu. “Onları cidden eğitip, gece vardiyalarında onlara katılacaksın ha? Gerçek bir azizesin Mary.”
“Evet” dedim kısaca. “Bu onlarında iyiliği için. Onlar daha çocuk ve ben hep burada olmayacağım. Kendilerini gerçek tehlikelere karşı korumayı öğrenmeliler. Ben bu topraklara adım basana dek buraya tek bir wampir bile gelmemişti. Ne kadar güçlü olsalar da, bu gücü etmeyi öğrenmeliler. Harry iyi bir polis olsa da, alfa olma konusunda babası Varg ve büyükbabası Lowan kadar iyi değil.”
Tobias bana baktı, gözleri soğuk nefes gibi yüzümde dolaştı. “Düşmanlarımızı eğiteceksin, dahası kurtların atalarına kadar tanıyorsun. Vay canına,” dedi yavaşça. Sesinde en ufak hayranlık yoktu. “Varg...Bayan Summer kasaba tarihinden bahsederken anlatmıştı sanırım. 1800’li yılların sonunda ölmüştü. O kadar yaşlı mısın Mary Fox?”
“Ben yedi yüz yirmi üç yaşındayım.” diye cevap verdim. Bana kendi hayat hikayesini anlatmıştı. En azından yaşımı bilmeye hakkı vardı. Tobias minicik de olsa şaşırtmıştı, dudakları bir nokta bir saniye aralık kalmıştı. Gözlerimi devirip ona manidar bir bakışla baktım. “İki yüz elli yaşında bir wampire göre de çok daha yaşlıyım ha?”
Tobias’ın dudakları kıvrıldı. “Benden yaşça büyük kadınlar her zaman ilgimi çekmiştir. Seninle de ilgilenmeme şaşırmamalısın.”
Göz göze gelmemiz bir anlığına gözleri parladı. Arabadaki sessizlik, motorun hafif homurtusu ve dışarıdaki soğuk rüzgarın hışırtısıyla birleşince, kelimeler olmadan bile aramızda bir tür iletişim vardı.
“Ya annen kaç yaşında? Doktor Fox.” dedi Tobias nihayet, sesinde hafif bir eğlence kıvılcımıyla. “O da bir cadıya göre genç duruyor. Otuz gibi...”
“Ölmek istiyorsan, anneme iltifat etmeye devam et.” dedim, kaşlarımı çattım. “Beni sinir etmek için damarıma basacağın yerleri çok iyi biliyorsun. Bende bir wampire nasıl işkence edeceğimde iyiyim. Denemek ister misin?”
Tobias hafifçe başını eğdi, gözleri hâlâ yüzümde dolaşıyordu. “Şaka yapıyordum. Kızma.”
Bir an için sessiz kaldım sonra mırıldandım. “Annem varlığını öğrenecek olsaydı kurtlardan daha çok endişelenmen gereken kişi o olurdu.”
“Annen Vanessa’dan korkmadığımı söylesem yalan olur.” dedi Tobias ve hafifçe gülümsedi; bu sefer fark edilecek kadar ince, ama dikkat çekici bir gülümsemeyle. “Adli Tıp doktoru, bir cadı ve melez bir kıza sahip. Erkek seçimini de az çok tahmin edebiliyorum.”
Gülümsedim. “Babam hayatımda katlanabildiğim tek erkekti. En azından hayatımın belli bir kısmında. Ama elbette bu seni ilgilendirmez Tobias Cohen.”
“Elbette ilgilendirmez.” dedi Tobias bir süre bana baktıktan sonra. “Aylardan sonra en azından gerçek yaşını öğrenebilmem de bir şeydir. Gelişme var.”
Cevap vermedim. Arabadaki sessizlik biraz daha derinleşti, motorun homurtusu ve rüzgarın uğultusu, ikimizin arasındaki gerilimi hafifçe maskeliyordu. Gözlerimi tekrar yola diktim, ama zihnim hâlâ Tobias’ın bakışlarının üzerinde dönüyordu. Aynı sokaktan ikinci kez geçiyordum ve dördüncü kez caddeye döndüm.
“Beni tanımladığın kadarıyla hâlâ paranoyak mıyım?” diye sordum, sesi daha hafif ama alaycı bir tonla.
Tobias hafifçe gülümsedi, bu sefer daha gerçek, ama hâlâ ölçülü bir gülümseme. “Hem de en alasından. Kimseye güvenmiyorsun. Sanırım artık annene güvenmiyorsun ki arkasından iş çeviriyorsun. Sınırların net. Yakın insan arkadaşların bile gerçekte kim olduğunu bilmiyorlar. Duygularını maskelemekte ustasın. Bir gözü açık uyuyorsun. Kısmen olsa da ben dahil herkesi tehlikeli görüyorsun.”
Kaşlarımı kaldırdım ve hafifçe dudaklarımı bükerek onun cevabını değerlendirdim. “Tecrübe her şeydir. Yaşadıklarımı yaşasaydın ya da yaşattıklarımı... düşmanlarının çetelesini bile tutardın.”
“Tehlikeli olduğunu biliyorum,” dedi Tobias, gözlerini benden ayırmadan. “Ama güven duymak kötü değil. Dostlar ve bir aile sana ihanet etmez.”
Derin bir nefes aldım ve direksiyonu biraz daha sıkı kavradım. “Benimde dostlarım var. Yatak dostlarım... ateşli kızlar ve seksi erkekler.” Ben kıs kıs gülerken, wampir bana alınmış bir şekilde bakıyordu. “Hayatta güvendiğim tek kişi ise benim. Kendim dışımda güvenecek kimsem yok. Bu da yeterli.”
Tobias kısa bir sessizlikle bana baktı, gözlerinde hafif bir hüzün belirdi. ”Sana acıyacağımı düşünmezdim. Yapayalnız, kabul görmeyen melez.”
“Başka bir bakış açısı elbette ” diye mırıldandım. “Bana göreyse bunları deneyimleyecek kadar uzun yaşadım. İnan bana paranoya sahihi olmak o kadar kötü değil.”
Tobias başını hafifçe yan çevirdi, gözleri bir an için uzaklara daldı. “Belki de… Yine de tatlı melezim eninde sonunda birilerine güvenmek zorunda kalacaksın.”
O an, gözlerimiz tekrar buluştu. Aramızda hâlâ gerginlik vardı.
“Peki,” dedim sonunda, sesim biraz daha yumuşak, ama hâlâ dikkatli. “Beni şaşırtmayı dene. Bende tükürdüğümü yalayayım.”
Tobias dudaklarının kenarında ince bir gülümseme ile başını salladı. “Bunu söylediğini sakın unutma.”
Bir kez daha güldüm. Paranoyak olmak o kadar da kötü değildi. Kötü olan bendim ama iyi olmaya da çalışıyordum.