Sert frenin ardından Jeep’in motoru kısık bir homurtuyla sustu. Ellerim hâlâ direksiyonun üzerinde sımsıkıydı; parmaklarımı gevşetmeye çalıştığımda eklemlerimin ağrıdığını fark ettim. Nefesim düzensizdi, göğsümde bir basınç hissediliyordu.
Vanessa gözlerini hâlâ üzerime dikmişti. Dudaklarının kıvrımı, merakla öfke arasında gidip gelen bir ifade taşıyordu. “Ne yapmaya çalışıyordum Mary?” diye sordu. Sesi sertleşmişti ama altında bir şey daha vardı; endişe. “İyi misin sen?”
Onunla göz göze geldim, kısa bir an için.
“Üzgünüm anne.” dedim soğuk bir tonda. “Okula yetişmem gerekiyor. Seni de hastaneye bırakmalıydım.” Sesimi daha samimi tutmaya çalıştım. “Gerçekten özür dilerim. En azından aracın yol tutuşu iyi. Bunu öğrenmiştim olduk.”
Annemin gözlerinde, kısa bir belirsizlik parladı. Kaşlarını hafifçe çattı, sonra başını yana eğdi. “Hediyeni beğendiğine sevindim.” diye fısıldadı. “Ama bir daha sakın bunu yapma.”
Arka camdan otoparkın girişine gözüm kaydı. İnsanlar sabah telaşıyla hastaneye akıyordu. Arabalar birbiri ardına giriyor, park yerleri hızla doluyordu. O geri zekalı kimse onu atlatmış olmalıydım. Annem aracın kapısını açarak, indi. Başını son kez içeri uzatarak, “Trafik kurallarına uy Maryinn.” dedi. “Akşam evde görüşürüz.”
Dudaklarımı sıktım. Gerilim yeniden göğsümde yükseldi ama gülümseyebildim. “Elbette anne.”
Kapıyı kapattı. Annemin hastaneye doğru uzaklaşan siluetini dikiz aynasından izledim. Adımları kararlıydı; gövdesi dimdik, yüzünde sabah ışığını kesen bir sertlik vardı. Gayet iyi görünüyordu aslında. Yokluğum onu mahvetmişe benzemiyordu. Belki de geceleri evimizin çevresinde dolaşan gölgemi fark etmişti; onu korumak için nöbet tuttuğumu biliyordu. Annem, kendisinin en büyük zaafım ve önceliğim olduğunu bildiği sürece her zaman yaralı bir avantaj taşıyacaktı. İçimde buruk bir gülümseme belirdi, derin bir iç çekişle Jeep’i yeniden çalıştırdım. Motorun tok homurtusu göğsümde yankılandı.
Trafiğe karıştım. Direksiyonun altındaki güç, lastiklerin yola sıkı sıkıya tutunması beni daha da rahatlattı. Deri, geniş koltuklar lüksün soğuk konforunu taşıyordu; ses sistemi henüz kullanılmamış bir potansiyel gibi sessizdi. SUV’ı ara sıra kullanmıştım, deneyimliydim. Jeep bana itaat edecekti; onu sürerken hiçbir zorluk yaşamayacaktım.
Frost Lisesi’nin park alanına girdiğimde, sabah telaşıyla dolmuş araçların arasında boş kalan bir yere Jeep’i ustaca yanaştırdım. Aracın camına yansıyan bakışları gördüm: erkekler dönüp Jeep’e bakıyordu. İlgilerini yüzlerinde saklamıyorlardı. Dudaklarımın kenarı hafifçe kıvrıldı, içten içe kıkırdadım. İlgiler çoğu zaman hoşuma giderdi. Tabii bu ilgi karşılıklıysa. Ama burada farklıydı; erkeklerin bakışı arabaya, metalin gücüneydi. O ilgide ben değil, Jeep vardı. Onlar hırıltıyı, hızı, gösterişi seviyorlardı.
Kapıyı açtım. Metalin soğuk sesi park yerinin uğultusuna karıştı. Yere bastığımda ayakkabımın altından çınlayan sert zemini duydum. Jeep’in kapısını kapatırken kısa bir kahkaha daha attım. Birkaç araba ilerde Sam’in kırmızı Dodge’si gözüme çarptı. O hain… Beni annemle baş başa bırakıp kaçarken, asıl korkması gerekenin ben olduğumu bilmiyordu. Gülümsemem genişledi. Bunun hesabını ödeyecekti.
Sırt çantamı koluma takarken birden duraksadım. Havanın içi ürpertici bir serinlik taşıdı.
“Keyfin bugün yerinde.” dedi, neşeli ama aynı zamanda uğursuz bir ses. Jeep’in parlak kaputunun üzerinde beyaz, soğuk görünen mermer gibi bir el vardı. Bir gölge üzerime eğilmişti. Çevremdeki sesler bulanıklaştı, onun kıkırdaması öne çıktı. “Ayrı kalmak seni üzmüştür diye düşünmüştüm.”
Başımı kaldırdım, gözlerim onun yüzüne kilitlendi. Tobias. O her zamanki gülümsemesiyle oradaydı; sanki bütün park yeri, tüm kalabalık yalnızca onun gölgesinde eriyip gitmişti.
“Seni görene kadar günümün güzel geçeceğine dair inancım vardı.” dedim, sesim buz gibi bir alayla doluydu.
“Günün beni gördüğüne göre daha güzel geçecektir.” Gülüşü sanki hiçbir şeyden etkilenmeyen bir çocuğun masumiyetiyle parladı. Ama gözlerinde o masumiyetin ardına gizlenmiş keskin bir kıvılcım vardı. “Buna inanabilirsin. Hadi ama… biraz gülümse. Benim için.”
İçimi çektim, gözlerimi kısa bir anlığına kapattım. Damarlarıma karışan öfke, sabahın serinliğini yakıp geçiyordu.
“Tobias…” dedim ağır ağır, gözlerimi yeniden ona dikerek. “Bugün seni öldürmek istemiyorum. En azından bugün değil.”
Tobias’ın gülümsemesi büyüdü, dişleri sabah ışığında parladı.
“Bunu iltifat olarak kabul edebilirim.” dedi. Sesindeki alaycı tat, boğazıma diken gibi battı. “Bir günlüğüne olsa da beni öldürmek istememen… evet, bu da bir şeydir.”
Başımı yana eğdim, gözlerimi kısmadan ona baktım. Kalabalık akıp gidiyordu; öğrenciler yanımızdan geçiyor, adım seslerini ve konuşmalar havayı dolduruyordu. Ama Tobias’ın varlığı bütün o sesleri bastırıyordu. Tüm ilgim ona kaydığı için diğer detayları duymuyordum.
“Yanlış anlamışsın.” dedim, dudaklarımın kıyısında sert bir çizgiyle. “Seni zaten reddetmiştim. Belki bininci ve son kez. Duygusal anlamda kimseyle bağ kurmam. Sende bir centilmen olarak ısrar etmeyeceğini söylemiştin.”
Tobias kahkaha attı. İnce, tiz bir kahkaha değildi; daha çok göğsünden yükselen, her kelimeyi zehir gibi tatlandıran bir sesti. “Arkadaş olabiliriz. Arkadaşız da. Sır arkadaşı. Yakın arkadaş. Seks arkadaşı... Ve arkadaşlar samimidir.”
Yanağımı sıyıran rüzgâr serinliğini kaybetti, tenime diken diken bir gerilim yerleşti. Çantamın kayışını daha sıkı tuttum. “Eninde sonunda istediğini düşüneceksen Seninle tartışmanın anlamı yok.”
“Ah,” dedi, elini Jeep’in kaputundan çekerek. Elini cebine soktu, rahat bir tavırla eğildi. Yüzündeki gülümseme sahte bir masumiyet taşırken gözleri bana kilitlendi. “Diğer kızlar da işe yarıyordu ama sende... pek işe yaramadı.” Hata yapmış gibi yüzünü buruşturdu. “Coraline yanıldı. Bana işe yarayabileceğini söylemişti.”
Kaşımı kaldırdım. “Coraline denen kızdan bana kur yapma tavsiyesi mi aldın?”
“Böyle söyleyince ezikçe oldu...” dedi ve bunu dediğine anında pişman oldu. Kısa bir an dişlerini sıktı. “İnsanlar gibi çiçek sevmezsin ya da romantik film seyretmezsin. Seni wampirlerin av partisine de davet edemem kan içmiyorsun. Hayvan kanı bile... Neleri sevdiğini bile bilmiyorum. Aylardır seni tanıyorum ama hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Seninle sohbet etmek dahi imkansıza yakın.”
Öfkemin yüzümde okunulabilen tek duygu olduğuna emindim. Yüzüm belirgin şekilde gerildi. “Kız kardeşim kayıp ve sen bana bunları mı sorun etmemi öneriyorsun?” diye sordum burnumdan sert bir nefes verirken. “Bencil piç kurusu. Sence tek sorunum bu mu? Seninle flört etmek mi?”
Kalabalığın uğultusu tekrar geri dönmeye başladı. Derse yetişmek için öğrenciler adımlarını hızlandırdı. Bizim etrafımızda, görünmez bir boşluk vardı sanki. Kimse yakınımızdan geçmeye cesaret etmiyordu.
Onun üzerine doğru bir adım attım. Gözlerim gözlerine çarptığında, irkilerek geri çekildi. “Seni öldürmememin tek sebebi hala bana fayda sağlayabileceğini düşünmem.” dedim, sesim neredeyse fısıltıya indi, “Ve ben gerçekten sabrımı kaybetmek üzereyim. Bana yardım edeceğine dair söz versen de elle tutulur bir bilgi bile vermedin. Bu cinayetlerden sorumlusu olan bir wampir. Bu artık su götürmez bir gerçek. O yüzden bana söz verdiğin gibi yardım edeceksen et. Etmeyeceksen de gözüme görünme.”
Son sözlerim havada asılı kalmıştı, sanki kimsenin üzerine alınmadığı ama herkesin duyduğu bir yankı gibi. Ardından kalabalığın arasında ilerledim; adımlarım sertti, öfkemin ritmini taşıyordu. Tobias’ın yanından sıyrılırken, arkamda bıraktığım havanın bile ağırlaştığını hissettim. Okula doğru yürürken derin bir nefes aldım, çantamın kayışını omzumda düzelttim. İçimde birikmiş kızgınlık, yavaş yavaş buz gibi bir soğukluğa dönüşüyordu. Sanki damarlarımda kan değil, donmuş buz dolaşıyordu. Wampir tarafım beni kendine çekiyordu.
Sınıfa girdiğimde Samantha çoktan yerini almış, defterini açmıştı. Sayfaların arasına serpiştirilmiş minik notlara gözlerini dikmiş, dudakları neredeyse fark edilmeyecek şekilde kıpırdıyordu. Hiçbir şey söylemeden yanına oturdum; kelimeler gereksizdi. Benim için tek amaç vardı: derse odaklanmak. Konular aslında kolaydı, üzerinde düşünmeye değmeyecek kadar. Ama ben mükemmeli aramıyordum. Ortalama bir çizgide kalmak bana yetiyordu. Ne fazla dikkat çekmek istiyordum ne de eksik görünmek. Birkaç yanlış, bir iki hata—bunlar insan olmanın gereğiydi ve ben de sıradanlığın verdiği görünmezliği seviyordum.
Dikkatim sadece bir kez dağıldı: dışarıdan gelen polis araçlarının uğultusu ve telsizlerden yükselen o rahatsız edici cızırtı. Son haftalarda okulun etrafı neredeyse kuşatılmış gibiydi. Üniformalıların devriyeleri gizlenmeye bile çalışmıyordu. Maxine Littman’ın kayboluşu, ardından gelen ölümü ve geçen haftaki cenazesi hâlâ herkesin zihninde ki korkuyu canlı tutuyordu. Kasabanın üstünde görünmez bir perde vardı artık; insanlar daha kısık sesle konuşuyor, gözlerini sık sık arkalarına çeviriyor, en ufak çıtırtıya bile irkiliyordu. Kimse tek başına yürümüyordu, aileler çocuklarını kendi araçlarıyla okula bırakıp alıyordu. Sokaklarda yalnız bir adım bile atılamaz olmuştu.
Ormana gitmek, kamp kurmak ya da avlanmak tamamen yasaktı. Kasaba ve orman arasındaki çizgi keskinleşmişti; doğa artık özgürlük değil, tehdit demekti.
Dersler birer birer akıp geçti, zihnimde iz bırakmadan. Öğle arası geldiğinde her zamanki köşemize, cam kenarı masaya oturduk. Camın dışındaki gökyüzü griydi; güneş kendini göstermiyor, bulutlar sanki kasıtlı olarak ışığı engelliyordu. Anastasia, beklenmedik bir iştahla önüne gelen yemeğe saldırmıştı. Çatal bıçak sesleri hızlı ve iştahlıydı. Sam’le birlikte ona bakakaldık; yargılamaktan çok şaşkınlık vardı bakışlarımızda.
O, grubun en küçük ve en zayıfıydı. Elli beş kiloyu geçmiyordu, ama boyuna göre normal sayılırdı. Sam ve ben daha atletik sayılırdık. Benim bedenim daha farklıydı; kollarımda ki kaslar belirgindi ve güçlü bacaklarım vardı. Ormanda koşmak zorunda kaldığımda ya da kurtlarla uğraşırken bedenim yüzlerce kalori tüketiyor, ben de sürekli yemek yiyerek açığı kapatıyordum. Son baktığımda tartıda altmış sekiz kiloydum. Boyuma kıyasla dengeliydim ama bedenimde her an tetikte olmaya hazır bir güç vardı.
Anastasia, çift porsiyon aldığı tavuk budunu tek lokmada yutarken gözlerimiz büyümüştü. Samantha, kendi yemeğini ona teklif ettiğinde hiç düşünmeden kabul etmişti. Üçüncü porsiyon, birincisi kadar hızlı kayboldu. O an, kafeteryanın ağır havasını delen tanıdık bir koku burnuma çarptı. Islak köpek kokusu, vahşi bir koku… Kurtların kokusu.
Başımı hızla kaldırdım. Kafeteryanın girişinde Evan ve diğerlerini gördüm. Kalabalığın uğultusu aniden kulağımda boğuklaştı; sanki bütün odak noktası onlar olmuştu. İçeriye girdiklerinde bir grup insan değil de, dalgası giderek büyüyen bir gölge kafeteryaya yayılmış gibiydi. Sessiz ama yoğun bir hava vardı üzerlerinde. İçimde bir şey kıpırdadı; günlerdir annemden kaçmaya çalışırken onlarla konuşmamıştım. Ama artık kaçışın bir anlamı yoktu. Öğrenmem gereken şeyleri ancak onlardan öğrenebilirdim. Kurtların burnu asla yanılmazdı.
Kızlardan izin isteyip masadan kalktım. Ayağa kalktığımda sandalye zeminde sürtünerek tiz bir ses çıkardı; birkaç öğrenci dönüp bana baktı ama umursamadım. Evan masalarına doğru geldiğimi görünce, Scott’la arasındaki kısa sohbete ara verdi. Dudaklarının kenarında yarım bir tebessüm vardı ama ben yaklaşırken o tebessüm, buz tutmuş bir gölün yüzeyi gibi dondu. Masadaki herkes—Hunter, Kyra, Brian, Colin ve Tara—aynı anda bana döndüler. Bakışlarının ağırlığı omuzlarıma asılı kurşun gibi hissettirdi.
Son dönüşümlerini yaşayan Brian, Colin ve Tara’ya gözüm kaydı. Onları en son gördüğümde bedenleri hâlâ alışma sürecindeydi; yorgun, kırılgan ama vahşi bir enerjiyle titreşiyorlardı. Şimdi daha toparlanmış görünüyorlardı. Yine de yüzlerindeki tedirginliği gizleyemiyorlardı. Sürüye katılan son üç kurt, her zaman benden mesafeli durmuştu. Belki de haklıydılar. Ama en azından bir teşekkür etmek bu kadar zor olmamalıydı.
Hunter ve Scott, yanlarına gelişime en azından insanca karşılık verdiler. Başlarını hafifçe salladılar. Kyra ise gözlerini benden kaçırmadı. Onu reddetmiş olmam hâlâ aramızda görünmez bir yara gibi duruyordu. Bana nefretle bakmıyordu ama kırgınlığının puslu bir gölgesi bakışlarında asılıydı. Evan’ın bakışları ise bıçak gibi keskin, kaşları çatık ve dolup taşan öfkeyle doluydu. Babası Harry’yi hastanelik ettiğimden beri bana kin güttüğünü biliyordum. Onu anlıyordum; haklı sayılırdı.
Yanlarından geçerken, boş bir sandalye çektim. Metalin zeminde çıkardığı sürtünme sesi masanın etrafındaki gerilimi daha da belirginleştirdi. Sandalyeyi sertçe yere bıraktım ve karşılarına oturdum. Tepsilerindeki yemeklere gözüm kaydı: yığınla makarna, tavuk ve patates kızartması. Sürünün iştahını bildiğimden, bu manzara beni şaşırtmadı. Her lokma, bedenlerinin sürekli harcadığı enerjiyi telafi ediyordu.
Evan sırtını sandalyesine yasladı, kasvetli bir sessizlikle beni süzerken Kyra bakışlarını rahatsız olmuş gibi yere indirdi. Colin ve Brian’ın gözleri büyüdü; burun delikleri farkında olmadan genişlemişti. Henüz kokuma alışacak kadar ustalaşmamışlardı. İnsan ve vampir kanının karışımından doğan kokum, onların duyuları için keskin bir ikilem yaratıyordu. Bir yanda sıcaklık ve hayat, diğer yanda buz gibi ölüm… Ateşle buzun aynı anda tenlerine değmesi gibi bir histi bu. Yüzlerini ekşittiler, burunları titredi. Tara ise diğerlerinden farklı olarak tepkisiz kaldı. Ama fark ettim: nefesini tutmuştu. Sanki kokumu içine çekmektense, ciğerlerinde havayı hapsetmeyi tercih etmişti.
Hunter, Evan’a kısa bir bakış attı. Sessiz bir soru gibiydi bu. Scott, dudaklarını araladı; belli ki bir şey söylemek üzereydi. Kyra, bir kolunu sandalyenin üzerine attı; gergin ama meydan okuyan bir duruştu bu. Ben ise onların arasında, tüm bakışların altında, rahat tavrımdan ödün vermeden bacak bacak üstüne attım. Kollarımı göğsümde birleştirdim, başımı dik tuttum.
“Ee, ne var ne yok?” dedim. Sözlerim, gerginliği dağıtmak için fazlasıyla hafifmiş gibi geldi bana. Ardından dişlerimi göstererek gülümsedim; gülüşümde ince bir tehdit gizleniyordu. Sivri köpek dişlerim ışığı yakalayacak kadar belirginleşti. “Sizlerle birkaç gündür doğru dürüst konuşamadık.”
Kelimelerim havada asılı kaldı. Onların bakışlarıyla birleşince, kafeteryanın uğultusu bir an için tamamen yok oldu.
Evan ifadesiz kalarak, yüzünde küçük bir alaycılıkla, “Konuşuyor muyduk?” diye sordu. Sesindeki o hafif küçümser ton, istemsiz bir şekilde beni eğlendirdi; dudaklarımın kenarında minik bir kıvrılma oluştu. Gözlerimi hafifçe kısıp etrafı süzdüm, sonra da devam ettim: “Sadece neden popüler üçlü kız grubundan ucubelerin yanına geldiğini merak ediyorum.”
“Tanrım, hepiniz okulun futbol takımında oynuyorsunuz. Çevik sporcularsınız, Kyra ve Tara da öğrenci konseyinde… Hepiniz havalı ergenlersiniz.” Sesim alaycıydı, ama söylediklerim doğruydu; bu gruptan kimse gerçek anlamda kendini aşağı göremezlerdi. Küçük olsa da şöhretleri vardı. İçimden hafif bir gülümseme yükseldi. Arkadaş-kuzen grubundan birkaç kişi eksikti; eksiklik hissi, bu yüzeysel ama düzenli sosyal bağları daha da görünür kılıyordu. İç çekerek gülümsedim, alaycılığımdan biraz olsun feragat ederek: “Her neyse… ucube değilsiniz işte.”
Hepsi bir anlık şaşkınlıkla bana baktı. Normaldi; düşüncelerimi herkese açıkça söylemezdim, iltifat etmek ise neredeyse tabu gibiydi. O an yaşanan sessizlik, üzerimde küçük bir zafer hissi bıraktı. Sonra konuyu asıl merak ettiğim noktaya kaydırdım: “Şu elimizden kaçan wampirle ilgili bir şeyler buldunuz mu? Merak ediyordum.”
Kyra gözlerimin içine kısa bir an bakarak başını hafifçe salladı. “Hiçbir şey yok.”
Evan kaşlarını çattı, sesi kuşkuyla doldu: “Wampirin Frost sınırlarını nasıl ihlal ettiğine dair bir fikrin var mı? Yarı tarafı wampir olan sensin… Belki bize tüyolar verirsin, ipucu.”
“Bu bir suçlama mı?” dedim, sesim sakin ama dikkat kesilmişti. Evan bana rahat bir tavırla bakarken, masada küçük bir gerilim dalgası dolaştı. “Eğer bir şüphen varsa, bana doğrudan söyle,” diye ekledim, gözlerim onun bakışlarına kilitlenmişti.
Evan yaslandığı sandalyeden doğruldu. “İlk Sara sonra diğerleri kayboldu. Sıra sıra, bir ya da iki hafta arayla. Burada kanla beslenen, insanlardan daha hızlı hareket eden ve kurtlardan daha güçlü tek bir kişiyi tanıyorum.”
Gülümsemem kendiliğinden yayıldı. “Tahmin edeyim o kişi benim.” Dudaklarımın kenarındaki hafif alaycı kıvrım, sözlerime eşlik etti. “Peki bana dair bir iz buldunuz mu?”
Scott, Evan’dan önce yanıt verdi; sesi, kontrolsüz bir gerginlik içeriyordu. “O saçmalıyor Mary. Ona aldırma.”
Ama ben talepkâr bir şekilde başımı hafifçe öne eğip mırıldadım. “Lütfen… teorileri duymak isterim. Belki bana ne düşündüğünüzü söylerseniz, işler benim için de kolaylaşır. Katili daha hızlı yakalarım. Yani yakalarız.”
Masadaki hava, sessiz bir ağırlıkla doldu. Kurtların zihni karmaşıktı; hayvan içgüdüleri ile insan mantığı arasında bir çatışma vardı. Onlar için her durum bir bilinmezlikti, benim içinse bir oyun alanı. Onlara cesaret vermem gerekiyordu, çünkü hâlâ doğal düşmanlarımdı. Yarı vampir olsam da, onların gözünde bir tehdit yaratmaya yeterliydim. Varlığım yeterdi.
Başımı yana eğip, masum insani tarafımı ortaya çıkaran bir yüz ifadesi taktım. Masum bir yüz, insanları kolayca kandırırdı. Ama ben gerçekten masumdum. İki yüz yıldır hiç kimsenin kanını dökmemiştim. Son denememde ise, son anda durmuş, Harry’nin müdahalesiyle yönümü şaşırmıştım. Eve geri döndüğümde annemin laboratuvarında, kan torbalarını içmiştim. O şeyler canlı değildi.
O anları hatırlamak, geçmişin karanlık ve duygusal çöküntüsünü yüzüme yeniden getiriyordu. Korku ve öfke birleştiğinde, kendime engel olamadığım nadir anlar olurdu. Ama artık bir daha olmaması için elden geleni yapacaktım. Bu düşünce, hem hafif bir rahatlama hem de sessiz bir kararlılık getirdi; gözlerimi masadaki genç kurtlara çevirdiğimde, masumiyetimi ve kontrolümü göstermekten başka çarem yoktu. Onlara bir şey ispatlamak zorunda değildim ancak yaptığımız anlaşmamın sürmesi gereği aramızı iyi tutmalıydım.