GECE...

1944 Words
Güneş diye gür sesiyle bize gelen Süleyman ağabeyin sinirini görüyordum. Benim de kaşlarım çatılmıştı. Ablam, sesi kısık bir şekilde, "Neye bağırıyorsun Süleyman?" diyerek ortaya atıldı. İçimde bir volkan patlayacak gibiydi. Dik dik Süleyman ağabeye baktım. "Yürüyün, gidiyoruz!" diye yüksek sesle bağırdı. "Hayırdır Süleyman ağabey, niye kükrüyorsun?" diye sordum. Bana dönünce gözlerindeki ifade yumuşadı. Gözlerimi kaçırıp, "Abim nerede?" dedim. Sağa sola bakarken o genci gördüm. Onlar yokuş aşağı inip gittiler. Ben de bakışlarımı ablama çevirip, "Abla, hadi biz de gidelim," dedim. Tekrar Süleyman ağabeye baktım. Sesim biraz yüksek çıkmış olacak ki, Güneş’in bana ve Süleyman ağabeye dikkatli bakışlarını fark ettim. "Güneş, hadi siz gidin canım, biz de abimi bulalım," diyerek ablamın koluna girdim. "Zöhre," dedi Süleyman ağabey, sesi biraz daha yumuşamıştı. "Buyur ağabey?" "İbrahim gitti. Kahramanmaraş'ta işleri varmış," dedi. "Baban, sizi Turgut'gil’e bırakmamı söyledi." Başımı sallayıp, "Tamam," dedim. Ablam kısık sesle, etrafa bakarak, "Herkes bize bakıyor, gidelim mi?" dedi. Kol kola girip aşağı indik. Güneş arkadan bize bakıyordu. Bakışları bir Süleyman’a, bir bana kayıyordu. "Bu kız niye dikkatli bir şekilde bakıyor?" diye düşündüm ama aklımdaki senaryoları zihnimden ittim. Ablamla arabanın arka koltuğuna binip Turgut ağabeyin evine vardık. O, işleri dolayısıyla şehirde kalıyordu. Aile bağı fazla kuvvetli olmasa da biz arada bir yanlarına gidiyorduk. Süleyman ağabey, bizi bıraktığı için huzursuz görünüyordu. Araba durduğunda inecekken, "Behice," dedi, sesini dizginleyerek. Ablam, naif sesiyle, "Efendim Süleyman?" diye yanıt verdi. Tam o sırada Güneş, yüzünde tebessümle aşağı indi. Bana yaklaşıp, "Abim biliyor tabii, köyde fazla göremeyeceğini," diyerek kolumu dürttü. Ben de yüzümde hafif bir gülümsemeyle, "Öyle, öyle," dedim. Ama bilmiyordu ki içimde bir volkan kaynıyordu. Aradan 15 dakika geçtikten sonra ablam arabadan indi. Yüzü al al olmuştu. İçimden "Pislik," diye geçirdim. Ablama yalnızken iyi oynuyordu. İnşallah evlenince mutlu olurlar da ablam üzülmez, diye düşündüm. Ablamın koluna girip Turgut ağabeyin kapısını çaldım. Kapıyı Buse yengem açtı. Önce arkaya bakıp sonra bize döndü. Yüzünde sıcak bir tebessüm vardı. "Gelin kız, buraya gelin," diyerek ikimize sarıldı. Sarılırken karnını fark ettim. Şaşkınlıkla, "Yenge?" diye sordum. Parmaklarını dudaklarına götürüp "Şşşt," işareti yaptı. Bizi içeri aldı. Güneş’e dönerek, "Gel kız buraya," dedi. Güneş, Buse yengemle öpüşüp ayaküstü hoşbeş ederken dışarıdan korna sesi duyuldu. Yerinden zıplayarak, "Abla, benim gitmem gerek," dedi. Arabaya doğru yöneldiğinde Buse yengem kaşlarını çatıp, hafif imalı bir sesle, "Keşke sen de kalsaydın Güneş… Neyse güzelim, hadi git sen. Ağabeyine de selam söyle," dedi. Güneş’i uğurladıktan sonra içeri girdik. Ev her zamanki gibi çok güzeldi. Buse abla mimardı ve elinin değdiği her yeri güzelleştirirdi. Aydınlık, ferah ve açık renklerin hâkim olduğu bir evdi. Fazla eşya yoktu, çünkü Buse abla sadeliği severdi. Yerde Eymen’in oyuncaklarını görünce yüzümde bir tebessüm belirdi. Eğilip bir tanesini elime aldım, sonra etrafa göz gezdirerek iç çektim. Bu evi kendi elleriyle yapmışlardı. Holün sağ tarafında geniş bir oturma odası vardı. Yan tarafta bir misafir odası, onun hemen yanında bir merdiven bulunuyordu. Yukarı çıktığımızda yatak odası ve küçük Eymen’in odası yer alıyordu. Burası sıcacık ve huzur dolu bir evdi. Buse abla mutfağa geçtiğinde ben de koltuktan kalktım. Tam o sırada yukarıdan Eymen’in ağlama sesi duyuldu. Başımı kaldırıp yukarı baktım, sonra mutfağa yöneldim. Buse abla, "Zöhre, Eymen’e bakar mısın fıstık?" diye seslendi. Hızlı adımlarla merdivenleri çıktım. Kapıyı açınca yüzümde bir gülümseme belirdi. "Oy, ablan yesin seni, yakışıklı," dedim. Siyah gözlerindeki yaşı silip onu kucağıma aldım. Kucağıma alınca sustu ve boncuk boncuk bana baktı. "Unuttun mu beni?" diyerek burnunu öptüm. "Hadi anneye gidelim." Aşağı indiğimde, Buse abla ara holde karşıladı. "Eymen’i bana ver fıstık," dedi. Vermek istemedim, azıcık daha sevecektim. Ama Eymen, annesini görünce resmen ona atıldı. Düşüreceğimi sandım. İki yaşındaydı ve çok yaramazdı. Annesini koklayıp hafifçe mırıldandı. Buse abla oğluyla harika ilgileniyordu. Kim derdi ki bu başı dik kadın, Turgut abimi kabul edecek ve İzmir’den buralara gelecekti? Sarışın, mavi gözlü, tatlı bir kadındı. Yaşını hiç göstermiyordu. Evladı ile oynarken Behice ablam mutfaktan çıkıp yanımıza geldi. Buse ablaya dönüp, “Buse abla, mutfaktaki işleri bitirdim.” dedi. Buse abla elini sallayıp, “Karışma kızım.” diye kestirip attı. Tam o sırada, “Sahi, Turgut abi nerede kaldı?” diye sordum. Buse abla duvardaki saate göz atıp, “Gelmek üzeredir.” dedi. Daha cümlesini bitirmeden kapı çalındı. “Ben açarım.” deyip kapıya yöneldim. Açtığımda Turgut abi karşımdaydı. “Hoş geldin abi.” dedim, yüzümde bir tebessümle. O da gülerek, “Hoş bulduk, fıstık.” dedi ama gözleri çoktan Buse ablayı arıyordu. Bu hali beni güldürdü ama bana dönüp bakınca gülüşüm yüzümde dondu. “Ben geldim.” dediği an, Eymen’in “Baba!” diyerek emekleyerek ona doğru gelmesi harikaydı. Turgut abi hemen diz çöktü, oğlunu kucağına alıp ayağa kalktı ve onunla bir tur döndü. Eymen’in kahkahaları hepimizi güldürdü. Küçüğümüz evin neşesiydi. Turgut abi, Buse ablanın yanına gidip, “Hoş bulduk, yavrum.” dedi ve elini omzuna atıp onu kendine çekti. Başının üstüne kocaman bir öpücük kondurdu. “Karıcım, günün nasıl geçti?” diye sorduğunda, ikisi birbirine sevgiyle baktı. Holde durmuş, bu güzel tabloyu izliyordum. Elimde kağıt kalem olsa, bu anı çizerdim. Turgut abi kulağına ne dediyse Buse abla bir anda dirseğiyle onu itti. “Turgut!” diye isyan etti, ama sesi gülümsemeyle karışıktı. Turgut abi arkasından kahkaha atarken, Eymen’i de kucağına alıp koltuğa geçti. Behice abla, “Gününüz nasıl geçti?” diye sorunca, oturup sohbete daldılar. Ben de mutfağa geçip Buse ablaya yardım ettim. Yemeklerimizi yiyip çayımızı içtikten sonra Behice ablam, “Çok yoruldum, uyuyacağım,” diyerek odasına çekildi. Benimse hiç uykum yoktu. Pencerenin yanına geçip oturdum, dışarıyı izledim. Gece ışıkları sönük yanıp sönüyordu. Uzaktan bir köpeğin havlaması duyuldu. O sırada duyduğum tıkırtıya başımı çevirdiğimde Buse abla gülümsedi. “Fıstık, uyumamışsın,” dedi ve yanıma oturdu. Sarı saçları birbirine karışmış, kısa şort ve askılı tişörtüyle rahat ama yorgun görünüyordu. Hamilelik ona gerçekten yakışmıştı. “Ne oldu abla, savaştan mı çıktın?” diye takıldım. Ellerini iki yana açıp abartılı bir ifadeyle, “He yavrum, he! Önce çocuğu, sonra koca bebeği uyuttum. Aha bu namussuz beni uyutmadı,” diyerek yumurta gibi karnını gösterdi. Gülerek, “Ah ablam ah… Allah kolaylık versin,” dedim. O ise bana ters ters baktı. “Öyle bakma abla, yemin ederim kendi yengem geldi aklıma,” deyince gülüşümü tuttum. O böyle herkese ters bakardı. Biraz sustuktan sonra birden, “Zöhre kız, ben sürekli Turgut’a sorup duruyorum. Bu aile fertleri kim, kimdir? Bir anlat hele,” dedi. Gülerek, “Abla ya, Mehmet abimin adını Mehmet emmimle nasıl karıştırdın?” dedim, kısık sesle kahkaha attım. Ters ters bakarak, “Sus kızım ya,” dedi ve sonra ekledi: “Hadi say şu aile fertlerini.” Ciddi bir mesele gibi anlatmaya başladım. “Bir numara Mehmet emmim, iki Ayşe halam, üç Osman amcam, bir de babam Tuğrul.” Buse abla sabırsızlandı. “Tamam, bunları anladım. Sen onların çocuklarını say.” “Mehmet emmimin en büyük oğlu Turgut, ikinci oğlu Timur. Kızları da Hilal abla ve küçük Seyda.” Bir an duraksadım. “İkinci ailesine gireyim mi?” Osman emmimin en büyük kızı Ayşe abla, Büyük oğlu Süleyman, Giray ve Güneş Bizide biliyor sun.. Turgut babam :büyük Oğlu Mehmet ağabey , İbrahim ağabey, Behice ablam, Zöhre ben işte Araya bir sessizlik girdi. Buse abla elini elimin üzerine koyup, "Derdini biliyorum. Sizin burada işler nasıl yürüyor, Zöhre?" diye sordu. Gözlerimi kaçırdım. Ablam nişandan döndü. Bizim burada bir kız nişandan dönünce, büyüklerin gözünde kusurlu sayılır. Haberimiz bile olmadı. "Nişan evi dönüyoruz," dediler ve bohçaları atıp gittiler. Ortada bir sebep yoktu ama amcalarım ve babam adamların kapısına dikildi. "Sorun ne?" diye sordular. Ama bir şey çıkmadı. Sonunda iş buralara kadar geldi. "Kızım, benden de mi aşk olsun? Turgut, Süleyman’a çok kinli. Öyle böyle değil. Bak, diyeyim sana," dedi Buse abla. Sesim içime kaçmış gibiydi, gözlerim dolarak "Abla..." diyebildim. Buse abla dikkatlice yüzüme bakınca, artık tutamadım kendimi. "Annem beni Ayşe ablaya gönderdi. Yemin ederim, bilmiyordum abla. Orada Süleyman ağabeyimin olduğunu, onun beni anlatacağını... İsteme günü bana bakıp durmuş, ama ben ona hep abi gözüyle bakıyordum. Nereden bilirdim ki ablamı değil de beni isteyeceğini? Söz verdiler, abla, söz... Ama zaten öyle bir şey olamaz, istemiyorum. Sürekli düğür geliyor bana, onları da istemiyorum. Çeyiz için kaldım burada,"* dedim, sesim titriyordu. Buse abla derin bir nefes aldı. "Eh tabii, o şerefsiz de burada... Memlekette her boku yedi, şimdi de gidip amcamın kızını alıp içeri atayım, günümü gün edeyim diyecek. Bak, Zöhre, sana diyorum; o pislik sana yaklaşamaz. İnşallah ablanı sever diye dua ediyorum." Kızım yemin ederim Aslan kocamın ailesi olmasaydı. Yakardım bu aileyi sizide alırdım yanıma.... "Neyse fıstık, ben gideyim de uyuyayım. Sen de elini yüzünü yıka hadi, sonra yat," diyerek başımı onaylar şekilde salladım. İçimdeki zehri en güvendiğim kişiye anlatmıştım; bir nebze olsun rahatlamıştım. Mutfağa gidip bir bardak su içtim. İçim resmen yanıyordu. Odaya döndüğümde ise ablam çoktan kaçıncı rüyasına dalmıştı, kim bilir? Üzerimdeki etek ve bluzu çıkarıp kısa kollu bir tişört ve diz kapağıma kadar uzanan bir şort giydim. Sabahın serin esintisi içeri doluyordu. Pencere açıktı ve odanın içine yayılan hafif rüzgâr iyi gelmişti; içim bir hoş olmuştu. Dünkü kasvet üzerimden kalkmıştı. Yataktan ayağımı sarkıtıp ablamın yatağına baktım, sonra doğrulup ayağa kalktım. Kapıyı açınca mutfaktan gelen hafif kokular burnuma çarptı. Ablam yine mutfakta mıydı? Tam o sırada, kapının önünden gelen seslerden Turgut abinin gittiğini anladım. Buse abla mutfağa geçerken ben de lavaboya uğrayıp işimi hallettim. Mutfağa geçtiğimde, ablamın Buse ablaya iş yaptırmadığını görünce kaşlarımı çattım. Dudağımı büzüp ona dik dik baktım. Kollarımı göğsümde kavuşturup, “Hayırdır abla? İki gündür buradayız, ama senin bu kadar yiğitliğini evde göremedik,” dedim. Buse abla gülmeye başladı. Ablam baştan aşağı beni süzüp, “Çırpı bacaklı, git üstünü giy, ekmek al da gel,” dedi. “Benim mi bacağım çırpı?” deyip bacaklarıma baktım. Buse abla bu kez kahkaha attı. İkimiz birden ona dönünce daha da çok güldü. Bu defa ona yükseldim: “Ne oldu abla?” dedim, ayaklarımla ritim tutarak tek kaşımı kaldırıp sinirli bir duruş sergiledim. “Sabah sabah beni güldürdünüz,” dedi. Behice ablam da gülmeye başladı. “Aman be!” diyerek odama döndüm, üstümü değiştirdim. Yine bir etek giyip üzerine temiz bir gömlek geçirdim, saçımı tarayıp odadan çıktım. Buse ablaya seslenerek, “Ben çıkıyorum,” dedim ve evden ayrıldım. Hava çok güzeldi. Sabahın erken saatlerinde esnaflar dükkânlarını açmış, sokaklar hareketlenmişti. Fırının önüne geldiğimde birkaç kişi bekliyordu. Sıraya girdim. O sırada sırtımda bir bakış hissettim. Son zamanlarda bunu daha sık yaşıyordum. İçim ürperdi. Başımı çevirip etrafa baktım ama kimse yoktu. Sağa sola göz gezdirip tekrar önüme döndüm. Sıra bana gelince ekmeği alıp hızlı adımlarla eve doğru yürümeye başladım. Ama içimdeki huzursuzluk dinmemişti. Arada bir arkama dönüp bakıyordum. O bakışları hâlâ sırtımda hissediyordum. Gaziantep’in dar sokaklarında hızlı adımlarla ilerlerken bir anda sert bir şeye çarptım. Başım geriye savruldu, gözlerim karardı. "Ah, başım!" diye inledim. Ama burada direk falan yoktu ki… Peki, ben neye çarptım? Başı mı kaldırdığımda karşımdaki esmer, yağız delikanlıyla göz göze geldim. Mübarek göğüs değil, taş duvar sanki! O an içimden geçenleri farkında olmadan mırıldandım galiba. Çünkü adam önce şaşkın şaşkın baktı, sonra yüzü aniden sertleşti. Kaşlarını çattı ve hızla kolumu yakaladı. “Kızım, sen beni mi takip ediyorsun?” dedi, sesi tok ve sertti. Kolumu sıktığında gözlerim büyüdü. Ne takibi? Bu adam ne saçmalıyordu? Bana doğru bir adım daha attığında burnuma keskin ama hoş bir koku çarptı. Bir an tüm duyularım açıldı, içimde tuhaf bir his belirdi. Kendime gelmeye çalışarak gözlerimi kırpıştırdım. “Saçmalama,” dedim sert bir sesle. “Seni neden takip edeyim ki? Kalede gördüm seni, kalabalığın içindeydin sadece. Asıl sen beni takip ediyorsun!” Kolumu hızla çekerek avuçlarından kurtardım. “Bırak kolumu, hödük!” diye çıkışıp arkamı döndüm ve hızla eve yöneldim. Kapıyı kapattığımda hâlâ söyleniyordum ki Buse abla mutfaktan kafasını uzattı. “Fıstığım, ne bu sinir?” dedi, gözlerini kısıp beni süzdü. Derin bir nefes alıp olanları anlattım. O ve yanındaki ablam bana kıkırdayarak bakarken kapı çaldı. Kaşlarımı çattım. Kim olabilirdi ki? Sinirim hâlâ geçmemişken kapıyı açtım ve karşımda Süleyman ağabeyi görünce irkildim. Bu adamın burada ne işi vardı?..
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD