Ekip yola çıktı

2840 Words
EYLÜL Haber merkezinde hava ağırdı. Kimse konuşmuyordu, sadece klavyelerin arasına sıkışan sessizlik yankılanıyordu. Dışarıda yağmur yağıyor, içeride herkesin gözlerinde aynı korku dolaşıyordu: Savaş başlamıştı. Masanın başında haber müdürü vardı. Elindeki dosyayı kapattı, gözlüğünü çıkarıp derin bir nefes aldı. Bir süre sustu, sonra sesi düşük ama net bir tonda yankılandı odada. “Suriye sınırında çatışmalar yeniden başladı,” dedi. “Bölgeye bir muhabir göndermemiz gerekiyor.” Cümle masanın üzerinde bir ağırlık gibi kaldı. Herkes birbirine baktı ama kimse konuşmadı. Dakikalar geçti, yalnızca yağmurun cama vuruşu duyuluyordu. Elimdeki kalemle oynarken, dalgın bir şekilde masanın etrafındaki meslektaşlarıma bakıyordum dikkatle. Yüzümde kararsız ama yüreğimde bir sarsılmazlık vardı. Sessizdim. Meslektaşlarımın cevaplarını bekliyordum merakla. Berke, başını sağa sola sallayarak elindeki kalemi masaya koydu ve ellerini havaya kaldırdı. “Ben gidemem, gerçekten ben gidemem. Biliyorsunuz annem geçtiğimiz sene yeni kalp krizi geçirdi.” dediğinde gözlerimi kırpıştırdım. Bahsettiği ‘geçtiğimiz sene’ yaklaşık beş sene öncesiydi. Gözlerimi devirdim. Masadaki bir diğeri hemen söze girdi: “Biliyorsunuz karım hamile, onun yanında olmam gerekiyor. Ne? Niye bana öyle bakıyorsunuz? Hamile bir kadını nasıl tek bırakayım, haksız mıyım Berke?” “Haklısın valla abi, tek bırakamazsın ki yengeyi.” Bir başkası sessizce önündeki kahvesinden bir yudum aldı. Gözlerini masaya dikmişti ama yüzündeki huzursuzluk okunuyordu. Müdürümüz son olarak yanımdaki kıza baktı. Kız gözlerini kırpıştırdı, dudakları hafifçe kıvrıldı. “Müdürüm… Gitmeyi çok isterdim ama biliyorsunuz, bir ay önce bacağımı kırmıştım—” Müdür, elindeki dosyayı sessizce kapattı. Derin bir nefes aldı, gözlüğünü masaya bıraktı. Sesi yükselmedi ama o sakinlikte bir ağırlık vardı. “Anlaşıldı,” dedi. “Kimseyi zorlayamam. Herkesin kendince sebepleri var, saygı duyuyorum.” Kısa bir sessizlik oldu.Sonra yavaşça ekledi: “Yine de… birilerinin o cephede olup gerçeği anlatması gerekiyor. Orada hayatlarını riske atan insanların sesi olmak için bu mesleği seçmedik mi?” Odaya bir sessizlik çöktü. Herkes başını önüne eğdi, kalemler hareketsiz kaldı. Müdürün sesi bu kez daha yumuşaktı ama içinde sitem vardı. “Tamam. Düşünün biraz. Gönüllü olan varsa, gelsin bana.” Müdür ayağa kalktığında başımı kaldırdım, o an göz göze geldik. O an sanki bütün ofis sessizleşti. Yağmurun cama vuruşu, uzaktan gelen telefon sesleri bile sustu. Derin bir nefes alarak o cümleyi kurdum. “Ben giderim.” Herkesin gözü bana döndüğünde, birkaç saniyelik bir sessizlik yaşandı. Kahve kokusu, kağıt hışırtısı, nefes sesleri… hepsi birbirine karıştı. Müdür ise profesyonel bir şekilde gülümsedi lakin kaşları hemen çatılmıştı.O gülümseme, içinde hem gurur hem endişe taşıyordu. “Emin misin, Eylül?” dediğinde, herkesin gözlerine teker teker bakarken başımı usulca salladım. “Eminim müdürüm. Benim kaybedecek bir şeyim yok, korkum da yok. Çok şükür annem, babam ve kardeşlerim sağlıklılar ve iyiler. Evli değilim, ya da evlilik yoluna girmedim. Yani aşk hayatım da yok.” Sözlerim aslında diğerleri için bir imaydı. Çünkü onların kurduğu bahaneleri hepimiz ezberlemiştik. Korkuyorlardı, ama kimse korktuğunu söyleyemiyordu. Bahaneler, cesaretin yerini alan bir kalkan gibiydi. Müdür birkaç adım attı, masasının kenarına yaslandı. Gözlerini benden ayırmadan, elindeki kalemi parmakları arasında çevirdi. Sesinde o profesyonel ton vardı ama kelimelerin ardına gizlenmiş endişeyi hissedebiliyordum. “Eylül, bu çok ciddi bir iş.” dedi. “Oraya gidip…” “Geri dönemeyebilirim.” diye tamamladım müdürün sözünü. Sesim titremedi. O cümle sanki odamızdaki havayı bir anda kesmişti. Bir süre bana baktı.Ne gurur ne öfke vardı gözlerinde — sadece derin bir kabulleniş. Sonra yavaşça başını salladı. ''Tamam.” dedi sessizce. “Hazırlıklarını yap. Yarın sabah sınır ekibiyle birlikte yola çıkıyorsun.” Masadaki herkesin başı öne eğildi. Kimse konuşmadı. Ben ise kalemi elimde biraz daha sıktım. Korkmuyordum belki, ama kalbimin atışı kulaklarımda yankılanıyordu. Bir şey demeden ayağa kalktım. Müdüre karşı dudaklarım kıvrılırken, masanın üzerindeki eşyalarımı ve kahve kupamı aldım. Masadakilere kısa bir bakış attım. “Kolay gelsin arkadaşlar.” dedim, sakinlikle. O anda yan masadan bir ses yükseldi. “Hepimize laf sokmaya çalışman saçmaydı, Eylül.” Ses tanıdıktı ama tonu sinir bozucuydu. “Bunu kabul et. Müdüre yalakalık yapmak için bunu kabul ettiğine eminim.” Elimdeki kupayı yavaşça masaya bıraktım. Metal bir tık sesiyle sustu ofis. Omzumun üzerinden ona döndüm. “Ne diyorsun?” dedim, sesim alçak ama netti. Kız gözlerini devirdi, sanki cevap vermek zorunda kalmaktan sıkılmış gibi bir edayla ayağa kalktı. Masasının üzerindeki dosyaları düzenlemeye başladı, ama yüzündeki alaycı ifade hâlâ yerindeydi.“Yaptığın diyorum… çok saçmaydı!” Bir dosyayı diğerinin üstüne koyarken konuşmaya devam etti. “Yok evli değilim, yok anam babam sağlıklı, yok aşk hayatım yok… Bunları söylemek yerine direkt ‘müdür bey ben gideyim ama beni gözünüzden düşürmeyin’ diyebilirdin.” Ofiste bir uğultu yükseldi, herkes bir yandan çalışıyor gibi yapıyor ama kulağı bizdeydi. Berke sandalyesini hafifçe geriye itti. “Kızlar, tamam… sakin olun.” dedi, eliyle havayı yatıştırmaya çalışarak. Ama ben zaten sakindim. Sinirli değildim, değildim ama içimde bir şey kıpırdadı — gurur belki, belki de öfke değil de o küçümseyen tavırların yarattığı soğukluk. “Ben sakinim.” dedim, gözlerimi kırpıştırarak. “Burada sakin olmayan biri varsa o da bu.” Bakışlarımı ona diktim. “Daha birkaç gün oldu bu ofise geleli ama maşallah, bana hemen bilenmiş.” Kız dudaklarını büküp alayla gülümsedi. “Bilenmek değil, sadece samimi değilim o kadar.” dedi sessizce, ama yeterince yüksekti herkes duysun diye. Berke arkasına yaslanıp derin bir nefes aldı. “Ofiste tansiyon yükseliyor, kahve molası zamanı bence.” diye mırıldandı ama kimse gülmedi. Ben kupamı elime aldım, bir yudum alıp sırtımı dikleştirdim. “Benim molam biraz uzun olacak,” dedim. Kapıya yönelirken masaların üzerinde hâlâ bana çevrili bakışlar vardı. Ama aldırmadım. Çünkü ben kararımı çoktan vermiştim Adımlarım bir an duraksadı. Kızın ses tonu hâlâ kulağımda yankılanıyordu. Yavaşça geri döndüm, omzumun üzerinden ona baktım. Kısık bakışları yüzümdeydi; belli ki söylediklerinin bana etki etmesini bekliyordu. Ama ben sadece hafifçe gülümsedim. “Ayrıca kimseye yalakalık yapmaya ihtiyacım yok.” dedim, sesimi alçaltarak ama her kelimeyi keskinleştirdim. Dudaklarımın kenarı belli belirsiz kıvrıldı. Bir adım attım ona doğru. “Ve korkudan bahanelerin arkasına sığınacak bir insan da değilim.” Kızın gözleri bir anlık şaşkınlıkla büyüdü ama çabuk toparlandı. Elindeki dosyayı tutup masaya vurdu. “Ben öyle demedim.” dedi alttan almaya çalışarak, ama sesi titriyordu. “Demene gerek yoktu.” dedim sessizce. “Bazı şeyler, susarak da söylenir.” O an ofisteki hava değişti. Klavye sesleri yeniden duyuldu, ama kimse konuşmadı. Sadece Berke’nin sandalyesini çekiş sesi yankılandı. Ben kahve kupamı elime aldım, masanın kenarındaki not defterimi çantama koydum. Kapıya yönelirken bir kez daha döndüm, sesim sakin ama buz gibiydi: “Sen burada bahane üretmeye devam et, ben sahada haber yapmaya gidiyorum.” “Biz bu işi, savaşın ortasında hayatını ortaya koyan insanların sesini dünyaya duyurmak için yapıyoruz. Askerlerin, o cephede nefes alanların sesi olmak için.” Kız hiçbir şey diyemedi. Gözlerini kaçırdı, dosyalarına gömüldü. Ben ise başka bir şey söylemedim. Çünkü bazen en gürültülü cevap, sessiz bir gidiştir. ••• Büyük sırt çantamın içine gerekli eşyaları yerleştirirken, annem başına tülbent sarmış, ellerini birbirine kenetlemiş halde dualar mırıldanıyordu. Gözlerini kapatmıştı, ama sesi bütün evi dolduruyordu. “Eylül… Gözünü seveyim kızım, ay sen beni çıldırtacak mısın?! Sınıra gitmek ne demek? Yahu bu işi senden başka yapan kimse yok mu kızım? Niye sen gidiyorsun?!” Sanki her kelimesi duvarlara çarpıp geri dönüyordu. Ama ben duymamış gibi davranıyordum. Çantanın içine ilk yardım setimi, gazeteci ekipmanlarımı, ses kayıt cihazımı, enerji barlarını ve su mataralarımı yerleştirirken ellerim titremedi. Oysa içim öyle değildi. “Anne…” dedim derin bir nefes alarak, başımı kaldırıp gözlerine baktım. “Lütfen biraz sakin olur musun? Bu benim işim. İşimi yapmak zorundayım. Orada neler oluyor, neler bitiyor bilmiyoruz bile!” Babam koltukta oturuyordu. Gözleri halıya takılmış, dudakları birbirine bastırılmıştı. Ne bir şey diyordu ne de kalkıp aramıza giriyordu. Sadece nefes alıyordu — ağır, sessiz, çaresizce. Kapı birden açıldı. “Selam gençler ve genç kalanlar!” Kardeşim Erim’in sesi evin gerilmiş havasını bir anlık dağıttı. Sırtındaki çantayı salona fırlattı, sonra kaşlarını çatıp anneme baktı. “Ne oluyor burada?” Annem hışımla döndü, ellerini iki yana açarak adeta patladı: “Ne olmuyor ki! Ablan savaş bölgesine gidiyor, Suriye’ye! İş içinmiş… Nasıl bir işse bu!” Erim’in bakışları bana döndü. Ben ise sessizdim. Bir anlığına göz göze geldik — o da anladı, karar çoktan verilmişti. Artık geri dönüş yoktu. “Abla doğru mu bu?” dediğinde Erim, başımı kaldırıp onayladım. “Doğru ablacığım.” dedim kısık bir sesle, çantama yedek, nötr renkteki kıyafetlerimi, botumu ve yedek çoraplarımı yerleştirirken. Her bir eşyayı koyarken içimde garip bir ağırlık vardı; sanki her kıyafetin içine biraz cesaret, biraz korku sığdırıyordum. “Abla… Allah aşkına bırak şu işi ya.” dediğinde iç çekerek gözlerine baktım Erim’in. Bakışlarında çocukluğundan kalma bir korku vardı, o hep bana sığınan küçük kardeşin bakışı. “Bırakayım mı? Erim, sen salak mısın çocuğum? Benim maaşım ne kadar biliyor musun sen? Nerden baksan yüz bine yakın bir maaş alıyorum.” “Ölüme gitmeye değer mi peki bu para?” dediğinde, zil çaldı. “Aç oğlum, aç… Kesin ablan geldi.” Erim kapıya yöneldi. Kapı açıldığında İlayda, koluna taktığı küçük çantayla içeri girdi. “Tamam ekip tamamlandığına göre, ablamı hemen şu işten vazgeçirelim!” diye seslenen, ardından salona yürüyen Erim’e göz devirdi. “Ne oldu ki?” dedi İlayda kaşlarını çatarak, sonra gözleri sırt çantama takıldı. “Hayırdır abla, nereye yolculuk?” dediğinde gülümsedim hafifçe ama o gülümsemenin içinde buruk bir gerçek vardı. “Sorma kızım sorma!” dedi annem, ellerini iki yana açarak. “Ablan tutturdu savaş bölgesine gideceğim diye! Vazgeçiremiyoruz. Sen konuş bir de şu ablanla, bizi dinlemiyor! Yahu alacağı para üç kuruş para, canını tehlikeye atmaya değer mi?!” Annem söylenmeye devam ederken, ben sessizce eşyalarımı tamamlıyordum. Yedek powerbank, küçük ses kayıt cihazı, minik fotoğraf makinesi, uyku tulumunu yerleştirdim. Her şeyin bir anlamı vardı — her eşya bir “belki”ydi. Son olarak ise pasaportumu, kimliğimi, basın kartımı ön göze koyup fermuarı çektim. Sanki o tıslayan sesle birlikte içimde bir şey kapanmıştı. “Üç kuruş dediğin para bu evin kirasını ödüyor, anne!” diyerek hızla anneme döndüm. Sesim biraz titredi, biraz da öfkeliydi. “Üç kuruşluk dediğin para Erim ile İlayda’nın okul harcamalarına gidiyor, ev alışverişine gidiyor, hepimizin ihtiyaçlarını karşılıyor!” Annem hüzünlü bir şekilde gözlerini kırptı. Dudakları titredi, ama konuşmakta zorlandı. “Babanı—” “Babamın emekli maaşı hiçbir şeye yetmez anne!” dedim, sesim artık dolu dolu çıkan bir nefes gibiydi. “Onun maaşı ancak faturalara yetiyor, hatta bazen yetmiyor bile! Ben tamamlamaya çalışıyorum üstünü!” Bir sessizlik çöktü o an. Sadece annemin nefesiyle duvar saati birbirine karışıyordu. “Bu yüzden bana karışmayacaksınız.” dedim, gözlerimi tek tek hepsine çevirerek. “Ben işimi yapıyorum. İşimi yapmak zorundayım. Ben bu mesleği bile bile okudum, bile bile seçtim… ve elime aldım. Bir şeyden de korktuğum yok.” Salonda yankılanan son cümlem, herkesin içinde bir iz bıraktı. Annemin elleri havada kaldı, Erim başını öne eğdi, İlayda ise sessizce yutkundu. O an anladım — gidişim sadece bir görev değil, ailemin alışkanlıklarını da geride bırakmaktı. Çantam tamamen hazır hale geldiğinde derin bir nefes alarak montumu üzerime geçirdim. Montun fermuarını çekerken göğsümün içinde bir sıkışma hissettim; ama nefesimi düzenledim, yaptığım işi bildiğim için bu hisle yaşamayı öğrenmiştim. Sırt çantamı da takarak kapıya doğru ilerledim ve köşede duran kalın askeri tip botlarımı giyerek eğildim ve bağcıklarını bağladım. Botların sert tabanı bana o an kararımın ciddiyetini fısıldadı; ayaklarımın altındaki dünya artık değişiyordu. ''Ablam kararını vermiş.'' dedi İlayda, ''Yani biz onu engelleyemeyiz anne. Biliyorsun hayali hep buydu, şimdi ona engel olamayız. Korkuyor muyum evet ama ablama bir şey olmayacağından adım kadar eminim.'' İlayda’nın sesi titreyip karışsa da gururundan ödün vermeyen bir not taşıyordu; gözlerindeki kararlı parıltı beni sakinleştirdi. Duyduklarımla dudaklarım kıvrılırken ayağa kalktım ve montumun fermuarını çektim. Ellerim profesyonelce çalışıyor, ama kalbim yine de bir çocuk gibi çarpıyordu. ''Vedalaşalım artık çıkmam gerekiyor.'' dediğimde ailem karşımda duruyordu. O an zamansız bir ağırlaşma çöktü salona; her yüz bir sınav veriyordu. ''Baştan söylüyorum duygusallaşıp ağlamak yok, sizin sümüklü halinizle uğraşacak değilim.'' Söylediğim şaka sertçe geldi belki ama içinde bir yumuşama, koruma isteği vardı — beni ciddiye almaları için bir perde. Babamın elini öperek alnıma koydum ardından sıkıca sarıldım. Onun kokusunu bir daha hatırlamak istercesine sarıldım; elleri ağır, içten ve koruyucuydu. ''Özür dilerim kızım... Keşke daha çok yardımcı olabilsem, yükünü hafifletebilsem.'' dediğinde sırtını sıvazlayarak yanaklarını öptüm. Babamın sesi kırılgandı; öpücüğüm küçük bir teselliydi ama aynı zamanda vedanın da bir işaretiydi. ''Bu ne demek şimdi baba? Bir daha duymayayım. Savaşa gitmiyorum korkmayın, sadece muhabirlik yapmaya gidiyorum.'' diyerek espri yapmaya çalıştım ama Erim omzuma yumruk attı. O yumruk sevgiyle doluydu; koruma içgüdüsünün, endişenin küçük bir fiziksel ifadesiydi. ''Boktan bir espriydi kabul et.'' dediğinde yüzümü buruşturdum. Gülümsemem zoraki, ama evdeki gerginliği biraz dağıtan bir tepkiydi. Annemin elini öpüp alnıma yaslayarak sıvazladım. Onun sıcak eli alnımda bir dua gibiydi; kelimelere dökülemeyen hisleri o dokunuş anlattı. ''Dikkat et oralarda kızım yalvarırırım... Yüreğime indirme benim, bak ne olur...'' dediğinde iç çektim. Annemin sesi kırılmıştı, içinde hem korku hem umut taşıyan bir yalvarıştı. ''Merak etmeyin haber etmeye çalışacağım ama biliyorsunuz haberde alamayabilirsiniz bu yüzden her şeye hazırlıklı olun.'' diyerek geri çekildim. Söylediklerim rasyoneldi; ama sözcüklerin ardında bir ihtimal değil, bir emanet bırakıyordum onlara. Erim ve İlayda, hızla bana sarıldıklarında dudaklarım kıvrılmıştı. Onların bedenlerindeki sıcaklık hafifçe acımı dindirdi; vedalar kısa, ama anlamlıydı. İkisine de sıkıca sarılarak saç diplerine öpücüklerimi kondurdum. O küçük öpücükler hem teselli hem de sonsuz bir “dön” çağrısıydı. ''Bana bakın... O dersler güzel olacak yoksa ikinizin de kafasını birbirine sürterim anlaşıldı mı?'' diyerek geri çekildim. Sert bir şaka daha; ama sesimdeki ciddiyet onların yüzünde buruk bir gülümseme yarattı. ''Tamam abla.'' dedi ikisi de, buruk bir gülümseme vardı suratlarında. O gülümseme vedanın ağırlığını hafifçe taşıyordu; kelimelerde bir suskunluk vardı. Burnuma alkol kokusu geldiğinde gözlerimi kıstım, usulca Erim'e yaklaştım. O koku bir endişe, bir geçmişin iziydi; kardeşimin zedeli tarafını hatırlattı bana. İt, alkol kullanmıştı yine. Bakışlarım annem ve babamın yüzünde gezindi. Her yüz, her çizgi bana farklı bir neden veriyordu; gitmem gerektiğini hatırlatıyordu. Hızla Erim'in ensesine yapıştırdım. ''Anlamadım sanma, bir dahakine kırarım senin bacaklarını!'' dediğimde gözleri fal taşı gibi açıldı. Sertçe söylediğimde bile, bunu yapış şeklim sevgi barındırıyordu; onun iyi olmasını istemek kadim bir içgüdüydü. Erim sağ yanağıma İlayda ise sol yanağıma öpücük bırakırken, cebimden çıkardığım paraları bölüştürdüm. Paraların sesi cebime dokundu; küçük ama somut bir sevgi gösterisiydi. İlk önce İlayda ve Erim'in harçlıklarını ceplerine soktum ardından anneme ve babama verdim. Onların avuçlarındaki para, gidişimin yarattığı eksikliği bir nebze olsun kapatacaktı. ''Hadi dikkat edin kendinize.'' dedim. Basit bir cümle ama içinde pek çok anlam vardı: dönüş umudu, görev telkini, koruma dileği. ''Abla ne ile gideceksin ve tam olarak nereden nereye gideceksin?'' dediğinde sırtımı kapıya yasladım. Kapı soğuktu; ardında bilinmez bir yol vardı. ''Bunu sormak şimdi mi aklına geldi eşek? Buradan ajansın ayarladığı araç ile havalimanına geçeceğim, havalimandan gaziantep uçağına binip geçeceğim. Oradan da saha ekibi ile kilise geçeceğiz.'' Cevabım netti, pratik ve ajansın organize ettiği rotayı gösteriyordu. Söylerken kelimelerim biraz gürültülüydü ama bir profesyonelin sakinliğiyle aktarıldı. Telefonum çaldığında kalbim hızla göğsüme çarpmaya başladı. “Hadi kaçtım ben, geldiler!” diyerek merdivenleri ikişer üçer atlayıp aşağı indim. Binanın kapısını açtığımda soğuk hava yüzüme çarptı; gri bir minibüs, binanın önünde farlarını yakmış bekliyordu. Kapı otomatik bir tıkla açıldı. Derin bir nefes aldım, sırt çantamı omzuma iyice oturttum ve içeri bindim. Aracın içi sessizdi ama hava gergindi; herkesin bakışında belli bir ciddiyet vardı. Önde oturan şoförün yüzü sert çizgilerle doluydu, çenesi tıraşlı, gözleri yola mıhlanmıştı. Direksiyonu sıkıca kavrıyor, hiç konuşmuyordu. Yan koltukta oturan, ajansın yerel rehberi Halit ise başını hafifçe bana çevirdi. “Hoş geldiniz Eylül Hanım. Yolda uzun durmayacağız, doğrudan havaalanına geçiyoruz.” dedi tok sesiyle. Arka koltukta, kameraman Baran oturuyordu; yorgun ama tanıdık bir tebessümle başını kaldırdı. “Günaydın ortak. Yine bir çılgınlık peşindesin galiba,” dediğinde, gerginliğin arasında kısa bir gülümseme belirdi dudaklarımda. “Ne yapalım,” dedim omuz silkip, sırt çantamı yan koltuğa koyarken, “Birilerinin gerçeği anlatması lazım.” Baran kahkaha atmadı ama gözlerindeki parıltı, sözlerimin ağırlığını hissettiğini belli ediyordu. Çantasından küçük bir kamera bataryası çıkarıp kontrol etti. Halit telsizini eline aldı, kısa bir cızırtı duyuldu. “Merkez, ekip yola çıktı.” Şoför motoru çalıştırdığında, araç hafifçe sarsıldı. Camdan dışarı baktım; apartman pencerelerinde bana bakan annemin siluetini gördüm bir anlığına. Kalbim sıkıştı ama gözlerimi kaçırdım. Bu işi seçmişsem, geri dönüş diye bir şey yoktu. Yol sessizlikle başladı. Radyoda düşük sesle bir haber yayını vardı, “sınır hattında artan çatışmalar” diye geçiyordu spiker. Baran başını çevirmeden sordu: “Hazır mısın?” Bir an düşündüm. Ellerimi birbirine kenetledim, soğuk parmaklarımda titrek bir his vardı. “Hazır olmanın ne demek olduğunu çoktan unuttum,” dedim alçak bir sesle. Aracın içindeki herkes sustu. Sadece motorun sesi, dışarıda dönen dünyanın yerini almış gibiydi. *** Saatler sonrasında araçtan inmiştik. Havalimanının geniş ve sessiz terminaline adım attığımda, kalbim hâlâ hızlı hızlı çarpıyordu. Sırt çantam omzumdaydı, pasaport ve basın kartım elimde hazır bekliyordu. Terminalin metalik zemini ve büyük camlardan süzülen sabah ışığı gözlerimi kısarken, uçakların parlak yüzeyleri bana yaklaşan yolculuğun ciddiyetini hatırlattı. Halit ve Baran yanımda sessizce ilerliyordu; kimse gereksiz konuşmuyordu, her birimizin içinde hafif bir gerginlik vardı. Bilet kontrolünden geçtikten sonra uçağın kapısına yöneldik. Motorların uğultusu, içimde bir karışık heyecan ve korku duygusu yarattı. Bir yandan görevimi düşündüm; Suriye’de nelerle karşılaşacağımı bilmeden, sadece kaydetmek ve doğruyu göstermek için adım atıyordum. Uçağın merdivenlerini çıkarken derin bir nefes aldım, bir an için ailemin yüzü gözlerimin önünden geçti. Sonra bir kez daha omzumu sırt çantamla sabitleyip motorların uğultusunun içine daldım. Gaziantep’e doğru yol alırken artık geri dönüş yoktu; her saniye beni sahaya, gerçeklerle yüzleşmeye yaklaştırıyordu.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD