Şüpheli olarak alıkoyuyorum

3173 Words
EYLÜL Araç Kilis sokaklarından sessizce süzülüyordu; toz, asfaltın üzerine serpilmiş güneşle parlıyordu. Baran kamerayı sabitlemiş, her an çekime hazırdı; gözleri yolun kenarındaki tellerde, binalarda, hatta gökyüzündeki kuş sürülerinde bileydi. Arkamda Halit haritayı karıştırıyor, sınır kapısına giden en güvenli yolu zihninde tartıyordu. Engin ise direksiyonu sıkıca kavramış, kaşlarını çatarak her kavşakta, her virajda olası bir engeli hesaplıyordu. Motorun homurtusu ve tekerleklerin toza karışan sesi kulaklarımda ritim tutuyordu. Telefon ara sıra sinyal buluyor, kardeşlerimden gelen mesajlar ekrana düşüyordu. Onlara kısa mesajlarla cevap veriyordum; çekim olmayan bölgelerde mesajlar ancak gönderiliyordu. Baran kolumu dürttüğünde kulaklığımı çıkardım. “Kilis’teyiz, tüm evraklarını son kez kontrol et,” dedi sakin ama ciddi sesiyle. Pasaport, basın akreditasyonu ve ajansın izin evraklarını çıkardım, çantamın en güvenli yerine yerleştirdim. Halit gözlerini bana dikmiş, kaşları çatık, her detaydan haberdarmış gibi bakıyordu: “Sen iyi misin?” “İyiyim,” dedim, derin bir nefesle sakin kalmaya çalışarak. İçimde küçük bir kıpırtı vardı; savaş bölgesine, bilinmezliğe giden yol korkutucuydü. Yol daralıp toprak zemine döndüğünde, sınırın yaklaştığını hissettik. Önümüzdeki kontrol noktası, askerler ve bariyerlerle net bir şekilde görünüyordu. Engin yavaşladı, Halit kısa bir konuşma yaptı; ajansın yerel fixer’ı evrakları hazır etti ve kontrol noktasına yaklaşırken herkes sessizleşti. Askerler bizi durdurdu, araçtan kimliklerimizi ve evraklarımızı istediler. Baran kamerayı çantaya kaldırdı, gözleri dikkatle askerleri izliyordu. Halit, evrakları gösterirken kısa ve net cümlelerle durumu açıkladı; askerler belgeleri inceledi, aracın altını kontrol ettiler. İçimde küçük bir düğüm oluştu; her an yanlış bir hareket büyük bir kaosa yol açabilirdi. Kontrol noktası geçildiğinde, minibüs yavaşça ilerledi. Savaş bölgesine doğru ilk adımlarımızı atıyorduk; her viraj, her tepe ve her toz bulutu yeni bir gerilimi beraberinde getiriyordu. Artık kendimizi sadece yolda değil, olası tehlikelerin ve bilinmezliğin ortasında hazırlamamız gerekiyordu. Titrek nefesler alıp verirken başımı cama yasladım. Camın soğukluğu alnıma değince, bir anlığına dışarıdaki sessizlikle içimdeki gerginlik karıştı. Yol uzadıkça manzara değişmiyor, sadece renkler koyulaşıyordu; sarı toprak, paslı tabelalar, uzaklarda tüten gri bir duman… Baran yeniden kolumu dürttü. Kulaklığın birini çıkarıp ona ters ters baktım. “Çok sıkıcısın be kızım! Azıcık sohbet edelim, bu yol çekilmez!” dedi, yorgun gülümsemesiyle bana dönüp. Gözlerimi kıstım. “Rahat bırak beni, Baran. Sessizce yolculuk yapıp bir an önce şu görevi halletmek istiyorum,” dedim, şakaklarımı ovuştururken. “Ammaaaan be…” diye homurdandı, kamerayı kucağına alıp camdan dışarı bakarken. “Ne halin varsa gör. Zaten şu sessizlik beni öldürecek.” Ben derin bir nefes aldım, dudaklarımı ısırarak dışarıyı izlemeye devam ettim. Araç ilerledikçe rüzgârın sesi, motorun uğultusuna karıştı. Her kilometrede biraz daha bilinmeze gidiyor gibiydik; ben sessizliğe sığınırken, Baran sıkıntısını konuşarak bastırıyordu. Savaş bölgesine vardığımızda araç durdu. Önümüzde büyük, eski bir bina yükseliyordu; ajansın bizim için ayarladığı konaklama yeri olmalıydı. Minibüsün kapıları açıldığında, sıralarımızla araçtan indik. Çantamın iplerini sıkıca tuttum; ağır ekipmanlar ve basın malzemeleri elimde dengesizce sallanıyordu. Hava oldukça serindi, gökyüzü ise kızılımsı bir tonla yanıyordu. Gözlerim etrafa takıldı; etraf sessiz, ama bir sessizlikten çok, dikkatle bekleyen bir hava vardı. Kalbim hızla göğsüme çarpıyordu; her adımımda bilinmezliğe daha da yaklaşıyordum. Baran kamerayı omzuna aldı, gözleri sürekli bina ve çevresini tarıyordu. Halit haritayı son kez kontrol eder gibi cep telefonunu açtı; dudaklarını büzerek bir şeyleri hesaplıyordu ama yüzündeki çizgiler, “işler planlandığı gibi gitmiyor” mesajını veriyordu. Engin ise, araçtan inerken bir an durdu, kaşlarını çatarak etrafı taradı; belli ki bir aksilik sezmişti ama sessiz kalmayı tercih ediyordu. Bir sıkıntı olduğunu hissettim. Kaşlarım çatıldı ve Halit’e döndüm. “Bir problem mi var?” diye sordum, ama o dikkatle cep telefonuna bakıyordu. Yüzündeki çizgiler, endişeyi ve öfkeyi gizlemiyordu. “Allah kahretsin!” diye hırıldadı, sesi kısa ama keskin bir şekilde yankılandı. Baran, kamerayı kucağına alıp bana döndü, kaşlarını kaldırarak sordu: “Ne oluyor?” Halit telefonu kapatıp derin bir nefes aldı. Dudaklarını ısırarak, “Sinyalimiz gitti… Ve buradan gelen son raporlara göre planladığımız güvenli rotada bir değişiklik olmuş,” dedi. Sesindeki gerginlik, önümüzdeki saatlerin tehlikeli olabileceğini haber veriyordu. Engin, kaşlarını çatarak aracın etrafına bakındı. “Yani… Biz doğru yerde değil miyiz?” diye sordu, sesinde dikkat ve hafif bir tedirginlik vardı. Ben sessizce çantama baktım, ellerim biraz titriyordu ama derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalıştım. “Peki, ne yapıyoruz şimdi?” diye sordum. Yolculuk hâlâ devam ediyordu ama bir anda atmosfer değişmiş, sessizlik daha yoğun ve dikkatle bekleyen bir havaya bürünmüştü. Halit telefonu cebine koydu ve bize döndü: “Tüm yollar tehlikeli hâle gelmiş. Planladığımız güzergâh ve alternatifler artık kullanılamıyor. Buradan ilerleyemeyiz.” Engin ellerini cebine koydu, kaşlarını çatarak etrafa baktı. “Yani şimdilik duruyoruz. Tekrar ilerlemek mümkün değil.” Bir an sessizlik çöktü. Kalbim hızla çarpıyor, içimde hem korku hem de gerginlik vardı. Burası savaş bölgesiydi, ama konvoyun kaydığı cephe yüzünden hareket edemiyorduk. Her adım planlanmış gibi görünse de, gerçekte hiçbir çıkış yoktu. Baran kamerayı omzuna aldı ama gözleri boşluğa kaydı; tedirginliği açıkça okunuyordu. Halit haritaya baktı, dudaklarını büzerek sessizce durumu değerlendiriyordu. Engin bir an aracın kapısında durdu, etrafa bakındı, sonra sessizce başını salladı. “Allah kahretsin ya!” dedim sinirle, ellerimi havaya kaldırarak. “Şimdi ne yapacağız? Nerede kalacağız? Konaklama yerimiz yok, hiçbir şey elimizde! Halit, bir şeyler yapsana!” Halit başını kaldırdı, yüzündeki çizgiler endişeyi saklamıyordu. “Eylül, sakin ol,” dedi. “Sakin olmamı mı bekliyorsun! Ne yapacağız şimdi? Bir çözüm bulmamız gerek!” derken olduğum yerde bir ileri bir geri yürüdüm, sinirle dudaklarımı ısırıyordum. Baran kamerayı omzuna almış, sessizce arkamda duruyor, gözlerini etrafın her köşesine dikmişti. Engin kaşlarını çatarak binayı ve çevresini tarıyor, sessizliğiyle “Her şey dikkatle olmalı” diyordu. Halit derin bir nefes aldı, haritaya ve notlara bakarak sessizce konuştu: “Burası bizim planladığımız cephe değil. Tüm yollar kapalı. Bu bina geçici olarak kalabileceğimiz tek yer gibi görünüyor, ama tamamen güvenli değil. Kontrol etmemiz gerek.” İçeri doğru ilk adımı attığımda, toz ve eski tahta kokusu burnuma geldi. Bina boş, duvarları yıpranmış, bazı pencereler kırık. Ajansın ayarladığı konaklama gibi değildi; ama başka seçenek yoktu. Sessizlik ve bilinmezlik, içerideki her adımda gerilimi artırıyordu. Adımlarım dikkatliydi, bakışlarım çevreyi tarıyordu; olabilecek ani bir riske karşı hazırdım. “Dikkat et!” dedi Baran ve kolumdan çektiğinde bir an sendeledim. Gözlerimi aşağıya çevirdiğimde, ahşabın kırık olduğunu fark ettim. “Bu bina hasarlı,” dedi Engin, kaşlarını çatmış, ciddi bir tonda. “Burada kalamayız; bir şekilde gitmemiz gerek.” Halit gergin bir nefes aldı, ellerini cebine soktu. “Sinyal çekmiyor. Ayrıca tüm yollar kapalı. Şu an için burada kalmak zorundayız. En kötü akşama kadar idare edelim,” dedi. Dudaklarımı ısırıyor, gerginliğimi bastırmaya çalışıyordum. Merdivenlerden dikkatlice çıkarken, kırık bir kapının üzerine basarak içeri girdim. Bina oldukça küçüktü; sadece iki odası vardı. “Nasıl yapacağız?” diye sordu Engin, endişeli ama sesini kontrol etmeye çalışarak. “Tamam, biz üçümüz aynı odada kalırız. Eylül, sen karşıdaki odayı al,” dedi Halit. Usulca başımı salladım ve odama doğru ilerledim. *** Gece sessizliği binanın içinde derinleşmişti. Dışarıda rüzgâr hafifçe esiyor, kırık pencerelerden uğultu geliyordu. Adım seslerimiz odada yankılanıyor, her hareketimiz sanki binanın boşluğunda büyütülüyordu. Ben yatağımın kenarına oturmuş, ellerimi dizlerime koymuştum. Kalbim hâlâ hızlı çarpıyor, gözlerim her köşe başını tarıyordu. Baran kamerayı alıp pencereye yöneldi, sessizce dışarıyı izliyordu. “Dışarısı sakin görünüyor… ama bu hiç iyiye işaret değil,” dedi, sesi alçaktı ama ciddiydi. Engin battaniyeleri odanın köşesine yerleştirirken ara ara kapıya ve kırık pencerelere bakıyordu. “Her an bir aksilik olabilir. Burada hiçbir güvence yok,” diye mırıldandı. Halit arka odadan seslendi: “Sakin olun. Bir plan yapacağız ama ses çıkarmayın. Sinyal yok, yardım yok. Her hareketimiz dikkat gerektiriyor.” Bir süre sessizce bekledik. Rüzgârın uğultusu ve ahşap döşemenin inlemeleri, sanki binada yalnız olmadığımızı fısıldıyordu. Ben hafifçe otururken, Baran yanımdan geçti, kamerayı masaya bıraktı ve gözlerini etrafa dikti. “Bu geceyi atlatmalıyız. Her şey sessizlikte gizli,” dedi. Dakikalar saatlere dönüşürken, dışarıdan uzak bir patlama sesi geldi. Kalbim bir an duracak gibi oldu, Baran ve Engin hemen harekete geçti. Halit başını salladı, “Herkes sakin. Sakin ve dikkatli hareket edin. Panik çözüm getirmez.” O anda içimde hem çaresizlik hem de adrenalin karıştı. Burası planladığımız konaklama değildi, her an bir risk vardı, ama başka seçenek yoktu. Gecenin sessizliğiyle birlikte, biz sadece bekleyebiliyor ve her köşe başında olası tehlikeyi gözetebiliyorduk. Sıkıntıyla enerji barlarımdan ağzıma attım, biraz da su içtim. Hava oldukça soğuktu; üzerimdeki kalın kıyafetler bile üşümemi engelleyemiyor, titriyordum. Buraya yerleşir yerleşmez Halit ajansa haber vermişti ve biz de bir yanıt bekliyorduk. “Haber geldi!” diyerek Halit ayağa kalktı, yüzünde hem ciddi hem de hafif rahatlamış bir ifade vardı. “Ne diyorlar?” diye sordum, ellerimi cebime sokup dikkatle Halit’e bakıyordum. Halit derin bir nefes aldı, haritaya ve not defterlerine göz atarak konuştu: “Ajans, buradan çıkmamamızı istiyor. Her yol kapalı, cephe tehlikeli, ama habere devam etmemizi söylüyorlar. ‘Güvenli şekilde içeriden takip edin, riskli adımlardan kaçının’ diyorlar.” Baran kamerayı omzuna aldı, gözlerini pencereye dikti. “Yani buradayız ve buradan haber toplamamız lazım… Ama her an bir aksilik olabilir,” dedi. Engin başını salladı, dudaklarını ısırdı. “Burası planladığımız yer değil, yollar kapalı… Ama başka seçenek yok. O zaman hazırlıklı olmalıyız.” Kalbim hâlâ hızlı çarpıyor, titrememi durduramıyordum. Ama ajansın talimatı, görev bilincimi biraz olsun sakinleştiriyordu. Buradaydık, tehlike içindeydik; ama haber için çalışmak, hem korkumu hem çaresizliğimi bastıran tek şeydi. “Öyleyse bir an önce hazırlanalım,” diyerek hızla ayağa kalktım. Soğuk havanın keskinliği odanın her köşesine işlemişti. Çantamı önüme çektim; içine not defterlerimi, basın kartımı, kimliğimi, küçük mataramı ve enerji barlarından birkaçını yerleştirdim. Parmaklarım soğuktan uyuşmuş gibiydi, ama hareket etmeyi bırakmak istemiyordum. “Üzerimi değiştireceğim, bilginiz olsun,” dedim sessiz ama net bir ses tonuyla. Erkekler saygıyla sırtlarını döndüler. Ayağa kalkıp çantamı açtım. İçinden sıcak tutan giysilerimi çıkarırken, eski binanın duvarlarından gelen rüzgârın uğultusu içimi titretiyordu. Altımdaki pantolonu çıkardım; önce içi polarlı külotlu çorabımı giydim, ardından koyu yeşil, bol askeri pantolonumu geçirdim. Soğuk taş zeminde çıplak ayak sesim yankılandı. Kalın çoraplarımı çekip botlarımı giydim, bağcıklarını sıkarken parmak uçlarımın sızladığını hissettim. Üzerimdeki kazağı çıkarıp, altına kalın bir body, üstüne de soğuğu kesen poları geçirdim. En son montumu giydiğimde, sırt çantamı takıp kameranın iplerini boynumdan geçirdim. Omzumda hissettiğim ağırlık, bana bir görev hatırlatması gibiydi. “Hazırım,” dedim, sesim kararlı ama yorgundu. Eğilip botlarımın bağcıklarını bir kez daha sıkıca bağladım. Baran, elindeki kamerayı sıkıca kavramış halde bana baktı. “Şimdi mi başlayacağız haber toplamaya?” dedi, sesi tedirgindi. “Bari sabah toplasaydık…” Gözlerimi ona çevirdim, yüzümde yorgun ama kararlı bir ifade vardı. “Bu işin gecesi gündüzü mü var Baran?” dedim, ellerimle montumun fermuarını çekerek. “Bir an önce şu haberleri toplayalım, canlı yayına çıkalım. İnsanlar bilmek zorunda—burada neler yaşandığını, kimlerin hayatta kaldığını, kimlerin kalamadığını…” Bir süre kimse konuşmadı. Dışarıda rüzgârın sesi, uzaktan gelen bir sirenin yankısıyla birleşti. Gecenin karanlığı ağırdı; ama içimdeki görev hissi, korkuyu bastıracak kadar güçlüydü. Baran kamerayı omzuna aldı, Halit haritaya bir kez daha baktı, Engin kapıya yöneldi. Hepimiz biliyorduk; bu gece uzun olacaktı. Ve dönüp dönmeyeceğimizi kimse bilmiyordu. Kapının ağır kolunu yavaşça çevirdim. Gıcırtı sesi gecenin sessizliğinde fazla yankılandı, hepimiz aynı anda nefesimizi tuttuk. Dışarıya adım attığımda soğuk hava yüzüme keskin bir bıçak gibi çarptı. Rüzgâr, yanık barut ve mazot kokusunu taşıyordu. Uzakta patlamaların yankısı hâlâ devam ediyordu ama burada sessizlik… tehlikeli bir sessizlik vardı. Engin elini kaldırıp alçak sesle, “Sessiz olun,” dedi. Zaten kimsenin konuşacak hâli yoktu. Baran kamerasını açtı; vizörün küçük kırmızı ışığı bir an parladı, sonra elinin arasına alıp kapattı. “Işık görünmesin,” dedi Halit kısık sesle. Bu tür bölgelerde, en ufak ışık bile hedef olabilirdi. Yavaş adımlarla ilerledik. Sokaklar bomboştu. Yıkılmış bir duvarın ardında bir askeri araç iskeleti vardı, pas ve kurşun izleri hâlâ üzerinde duruyordu. Gökyüzü koyu griydi, arada bir topçu ateşinin ışığı ufku kısa süreliğine aydınlatıyor, sonra her şey yine karanlığa gömülüyordu. “Şuradan biraz görüntü alabiliriz,” dedi Baran, fısıltıyla. “Tamam ama kısa tut. Ses yapma,” dedim. Kamera neredeyse sessizce çalışıyordu. Lensin önünden geçen toz zerreleri, ay ışığında dans eder gibiydi. Halit elindeki telsize baktı, sinyal yoktu. “Ajansa canlı geçemiyoruz, ama kayıt alın,” dedi. “En azından materyal elimizde olur.” Tam o anda, uzaktan gelen derin bir ses toprağı titretti. Önce bir uğultu, sonra bir patlama. Yer sarsıldı, binanın camları şangırdadı. Hepimiz refleksle yere çöktük. Kalbim kaburgalarıma vuruyordu, kulaklarım uğuldamaya başladı. “Baran, eğil!” diye bağırdım. O ise kamerasını kolunun altına alıp başını duvarın arkasına gizledi. Toz üzerimize çökmüştü, nefes almak zordu. Bir süre kimse konuşmadı. Sadece dışarıdaki metalik gürültüler ve uzaktan gelen bağırışlar duyuluyordu. Baran derin bir nefes aldı, hâlâ dizlerinin üzerindeydi. “Yakındı bu… çok yakındı,” dedi. “Evet,” dedim, boğazım kurumuştu. “Ama bu—haberin ta kendisi.” Cebimden küçük not defterimi çıkardım. Ellerim hâlâ titriyordu ama yazdım: “Kilis hattına yakın bir bölgede, gece saatlerinde patlama. Ses, kuzey yönünden geldi. Şiddetliydi. Henüz kimse dışarıda değil.” Baran başını kaldırdı, sesi hâlâ fısıltıydı: “Eylül… bu kayıtları sabaha geçebiliriz. Ama şu anda canlıya bağlanmak imkânsız.” “Biliyorum,” dedim. “Ama sabah olduğunda herkes bilsin istiyorum — buranın sessizliği bile tehlike kadar gürültülü.” Bir süre birbirimize baktık. Soğuk iliklerimize kadar işlemişti, ama hiçbirimiz hareket etmiyorduk. O an tek düşündüğüm şey, sabaha çıkıp çıkamayacağımızdı. Hızlı nefesler alıp veriyordum. Kalbim göğsümden fırlayacak gibiydi. “Biraz daha ilerleyelim, patlama noktasına doğru,” dedim, neredeyse kendi sesimi bile duyamayarak. “Eylül delirdin mi?! Sen ölmeyi bayılmak mı sanıyorsun kızım?! Biraz daha ilerlersek ölürüz!” diye bağırdı Baran, sesi titrek ve korku doluydu. Tüm vücudum soğuk bir ürpertiyle sarsılıyordu ama durmadım. “Buna mecburuz!” dedim, nefesim buhar olup havaya karışırken. “Bu kadar küçük bir şeyle haber yapılacağını düşünmüyorsun herhalde! Biraz daha ilerleyelim—patlamanın olduğu bölge oldukça yakın, bu belli. Görüntü alman lazım.” Baran bir şey söyleyecekti ama o an… O an yer sarsıldı. Ard arda gelen patlamalarla birlikte toprak ayağımızın altından çekildi sanki. Kulaklarım sağır eden bir uğultuyla doldu. Dudaklarımdan tiz bir çığlık kaçarken, patlama tam dibimizdeydi. Bir an gökyüzü ışığa boğuldu, sonra her şey karardı. Sıcak bir hava dalgası yüzüme çarptı, sonra şiddetli bir güç beni geriye doğru savurdu. Nefesim kesildi, kulaklarımda yalnızca kesintisiz bir çınlama vardı. Sanki bedenim değil, sadece bilincim havada asılı kalmış gibiydi. Toprağa çakıldığımda nefesim göğsümde düğümlendi. Ellerim titriyor, gözlerim hiçbir şeye odaklanamıyordu. Baran’ın bir şeyler bağırdığını seçmeye çalıştım ama sesler boğuk ve uzak geliyordu. Toz, barut ve duman birbirine karışmıştı. Gözlerimi açtığımda, üç siluet hızla uzaklaşıyordu. Kalkmaya çalıştım ama bacaklarım beni taşımıyordu. Tam o sırada ikinci bir patlama gerçekleşti — bu sefer çok daha yakındı. Yere kapanmaya fırsat bulamadan şok dalgası beni havaya savurdu. Birkaç metre ötede yere çakıldığımda başımın içi uğuldamaya başladı, görüşüm karardı. Gözlerimin önünde sadece alevlerin dansı, toz bulutu ve kulaklarımda yankılanan tek bir cümle vardı: “Koş, Eylül! Koş!” Ama artık ne koşacak hâlim vardı… ne de yönümü bilecek bilincim. Dünya griye döndü. Son gördüğüm şey gökyüzüne karışan alevlerdi. Bilincimin kapanmaması için var gücümle direndim. Göz kapaklarım ağırlaşmıştı ama kendimi bırakmak istemedim. Elimi sızlayan göğsüme koydum; sıcak bir acı parmak uçlarıma kadar yayıldı. “Ah…” dudaklarımdan çaresiz, titrek bir inilti kaçtı. Kulaklarım uğulduyordu, sanki bütün dünya içime çökmüş gibiydi. Gözlerimi araladım. Görüş alanım bulanıktı; toz, duman ve yanık kokusu ciğerlerimi yakıyordu. Derin nefes almaya çalıştıkça göğsümden keskin bir sancı yükseldi. Patlamanın etkisiyle bedenim büyük bir güçle savrulmuş, ardından toprağa çakılmıştı. Her yerim sızlıyordu. Sanki kemiklerim birbirine geçmiş, kaslarım yırtılmış gibiydi. Her nefes alışımda kaburgalarım etime batıyor, içimde bir bıçak dönüyordu sanki. Dudaklarım aralandı, nefesim buharla karıştı. Gözlerimden sıcak yaşlar süzülürken şakaklarım yanıyordu. Her iniltimde göğsüm biraz daha sıkışıyor, ağzıma toz doluyordu. Başımı güçlükle yana çevirdim. Neredeydim? Nereye savrulmuştum? Bilmiyordum. Toz bulutunun içinde şekiller hareket ediyordu. Sesleri ayırt etmek zordu ama sonra — çığlıklar. İnsanların çığlıkları. Kadınların, çocukların… Bir bebek ağlıyordu, öyle ince, öyle çıplak bir sesle ki… kalbimi paramparça etti. Hıçkırarak nefes aldım, acı boğazımı yaktı. Usulca hareketlenmeye çalıştım. Her adım, her nefes vücuduma binlerce iğne gibi saplanıyordu ama duramazdım. Bizimkiler… Halit, Baran, Engin… Neredeydiler? Sırtımdaki çanta hâlâ yerindeydi. Ellerim titreyerek fermuarına gitti ama kumaş yırtılmış, kenarları tozla kaplanmıştı. Yerde, defterim duruyordu. Sayfaları rüzgârla savruluyor, içindeki notlar bir bir uçarak toprağa karışıyordu. O an kalbim sıkıştı — sanki hatıralarım bile elimden gidiyordu. Bileğimde keskin bir acı hissettim. Sürüklenirken derim soyulmuştu, kanla toz birbirine karışmıştı. Gözlerimi kısmaya çalıştım ama yaşlar görüşümü bulandırıyordu. Etraftan hâlâ insan sesleri geliyordu — yardım isteyen, korkuyla bağıran, çaresiz insanlar… Bebeklerin ağlaması içimi yaktı. O an fark ettim ki yalnız değildim; ama o seslerin hiçbiri bana ait değildi. “Allah kahretsin ya…” diye mırıldandım, kelimeler dudaklarımda dağıldı. Gözyaşlarım toprağa karışırken başımdaki sızlama dayanılmaz hâle geldi. Toprağa çarpmanın etkisiyle kafatasım zonkluyordu, alnımdan terle birlikte kan sızdığını hissettim. Mideme bir ağrı saplandı. Boğazıma kadar yükselen mide bulantısıyla gözlerimi kapadım. Görüşüm her geçen saniye daha fazla bulanıyordu. Kulaklarım, sanki suyun altındaymışım gibi, bütün sesleri boğuk bir uğultuya çevirmişti. Yer hâlâ titriyordu — ya da artık ben titriyordum. Gerçekle hayal birbirine karışmıştı. Tek bildiğim şey, yaşadığımdı. Ve nefes almanın bile bu kadar acı verebileceğini ilk kez o an öğrendim. Vücudum titriyordu, kaslarım güçsüzdü. Dişlerim birbirine çarpıyor, dudaklarımın arasından kesik nefesler çıkıyordu. Tam o anda, arkamda bir hışırtı duydum. Kalbim deli gibi atmaya başladı. Korkudan çığlık bile atamadan, refleksle yerimde irkildim. Ani hareketimle birlikte bedenimdeki her yerden keskin bir ağrı yayıldı, sanki kemiklerim yeniden kırılıyordu. Kim olduğunu net göremiyordum. Tozun ve karanlığın arasında yalnızca bir siluet seçilebiliyordu. Bir anda yüzüme bir el feneri tutuldu. Gözlerim kamaştı, istemsizce kısıldı. “Ellerini kaldır!” Sert, tok, otoriter bir ses… Sanki karanlığın içinden bir yargıç konuşuyordu. Korkuyla, çaresizce ellerimi kaldırdım. Gözüm yere düşen defterime kaydı. Tozun içinde sayfaları titriyordu. Sürünerek ona doğru ilerlemeye çalıştım, ama adam aniden adım attı ve botunun sertliğiyle defterin üzerine bastı. “Bırak o defteri!” diye kükredi. Sesi öyle keskin, öyle buyurgandı ki, ciğerlerimdeki hava dondu. “Eller yukarıda kalsın!” diye bir kez daha emrettiğinde, nefesimi tutarak ellerimi tekrar kaldırdım. Kollarım titriyordu, gözlerim kapanmak üzereydi. Bilincimi açık tutmak için kendimle savaş veriyordum. “Lütfen… yanlış anladınız! Ben—” diye mırıldandım korkuyla, kelimeler dudaklarımda takılıyordu. Sesim çatallandı, titriyordum. “Sessiz ol.” dedi yaklaşırken. Adımlarının ağırlığı toprakta yankılandı. Gözleri deftere, sonra bana kaydı. “Türk askerleri, hareket planı…” diye alçak bir sesle okudu. Ardından başını kaldırdı. “Bu notlara sıradan biri ulaşamaz.” Yüzüme doğru eğildiğinde, nefesinin sıcaklığı yanaklarımda hissedildi. Gözlerimi sıkıca yumup açtım, ama görüşüm bulanıktı. Tozun içinde şekiller titriyordu. Yavaş yavaş fark ettim — karşımdaki bir Türk askeriydi. Kaşları öfkeyle çatılmış, yüzü sertti. Gözlerinde sorgulayan bir dikkat vardı; hem temkinli, hem tehditkâr. Bir adım geri çekildi, belinden telsizini çıkardı. “Merkez, burası Karan.” dedi net bir sesle. “Kimliği belirsiz bir kadın şahıs tespit ettik. Üzerinde stratejik notlar mevcut. Şüpheli olarak alıkoyuyorum. Askerî polis yönlendirin.” Sözleri, beynimde yankılandı. “Şüpheli…” kelimesi, yüreğime saplanan soğuk bir hançer gibiydi. O konuşurken, dudaklarım titredi. Sesim neredeyse boğulmuştu ama yine de konuşmaya çalıştım. “Ya, ben muhabirim!” dedim çaresizce. “Savaş bölgesini izliyordum, sadece not alıyordum!” Adam kaşlarını kıstı. “Basın kartın nerede?” “Patlamada… kaybettim.” dedim, kesik kesik nefes alarak. Ciğerlerim yanıyor, kelimeler ağzımdan güçlükle çıkıyordu. “Şüpheli beyanı not edin.” dedi telsize tekrar, sesinde hiçbir yumuşama yoktu. Yanıma gelen iki asker aniden kollarımdan tuttu. Parmakları bileğimde demir gibi sıktı. Acıyla boğuk bir inilti çıktı ağzımdan. “Nereye götürüyorsunuz ya?” diye ağlamaklı bir sesle fısıldadım. Gözlerim kararıyordu, kulaklarım uğulduyordu. Dizlerimin bağı çözüldü. Son gördüğüm şey, el fenerinin ışığının defterimin üzerine düşmesiydi. Sonra… her şey karardı. Bilincim tamamen kapanmıştı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD