Burada soruları ben sorarım!

3369 Words
TİMUR Ayağımın altında duran not defterine eğildim. Parmaklarımın ucuyla yerden aldım; sayfaları tozla kaplıydı, kenarları yanık gibi kıvrılmıştı. “Hadi! Hemen, hızlı! Bir patlama daha olmadan götürün şüpheliyi!” dedim, sesim gerginliğin ortasında tok ve otoriter biçimde yankılandı. Askerler telaşla hareketlendi, ayak sesleri toprağa karışmış mermi kovanları gibi dağınık bir ritim tutturdu. O sırada arkadan bir ses geldi, tereddütlü, titrek: “Yüzbaşı’m... Şüpheli bayıldı, ne yapalım?” Kaşlarım çatıldı. Birkaç saniye sessizce o yöne döndüm. Kız, bacaklarının üzerine düşmüş hâlde, başı öne sarkmıştı. Kolları hâlâ erlerin elindeydi, ama o artık hiçbir şeyin farkında değildi. Toz, saç tellerine karışmış, alnındaki kan hafifçe kurumuştu. Bir an sessizlik çöktü. Sonra dudaklarımın kenarı belli belirsiz gerildi; ironiyle karışık, soğuk bir ifadeyle konuşmaya başladım: “Ne yapalım mı diyorsun, er? Bayıldıysa kalksın da bir kahve içsin.” Bakışlarımı onlara çevirdim, ses tonum bir anda keskinleşti. “Ne yapacaksınız? Alın tabii! Götürün revire, yaşayıp yaşamadığını kontrol ettirin!” dedim, adımlarım sertçe yankılandı. Ellerim arkamda birleşmişti, yüzümdeki ifade hâlâ gergindi. Erler hemen hareketlendi. Biri kadının bileklerini tutarken diğeri omzundan kavradı. “Dikkatli olun, bu defteri de alın.” dedim. Gözlerim hâlâ yerdeki kağıtlara takılmıştı; sayfaların üzerinde harfler, koordinatlar, karalamalar vardı. Ardından başımı kaldırdım, uzaktaki top seslerini dinledim. “Bir muhabirse yanlış yerde, bir ajansa... O zaman başımız belada,” diye mırıldandım kendi kendime. Sonra net bir sesle emir verdim: “Götürün! Revirde kendine gelince, ilk sorgusunu ben yapacağım.” “Emredersiniz Yüzbaşı’m!” diyen erlere kısa bir bakış attım. Telsizi omzumdan çekip tuşa bastım. “Merkez, burası Karan. Sektör dörtte bir sivil kadın tespit edildi. Bölge hâlâ riskli, muhtemelen patlamada savrulmuş. Durum raporu bekliyorum.” Birkaç saniye parazit doldu hattı, ardından boğuk bir ses döndü: “Anlaşıldı Karan. Konum sabit tut, ekip yönlendiriliyor.” Tuşu bıraktım, başımı kaldırıp ufka baktım. Duman hâlâ gökyüzüne tırmanıyordu. “Çevre emniyeti alınsın, kimse bölgeden ayrılmasın!” diye sert bir tonla emir verdim. “Emredersiniz Yüzbaşı'm!” Rüzgâr, dumanın arasından yüzüme çarpıyordu. Patlamanın kokusu hâlâ toprağın içinde, metalin keskinliğiyle karışmıştı. Bölge sessizdi; sadece uzaktan gelen telsiz cızırtısı ve adımların arasıra toprağa basışı duyuluyordu. “Karan 1, bölge temiz. Tarama tamamlandı.” sesi yankılandı telsizden. Başımı hafifçe eğdim, “Anlaşıldı. Çevre emniyetini koruyun, birlik toplanma hattına geçsin.” dedim. Sesim, bir komutanın tonunda olmasına rağmen içimde bir sıkıntı vardı. Bir an durup arkamı döndüm. Eylül’ün yere düştüğü nokta hâlâ gözümün önündeydi. Orada, yanık toprakta, küçük bir iz kalmıştı — bir insanın savrulup düştüğü yerin sessiz tanığı gibi. Yanıma yaklaşan yüzbaşı yardımcısı selam verip rapor uzattı. “Yüzbaşım, bölgeden alınan materyaller istihbarat birimine gönderiliyor. Kadının defteri de kayıt altına alındı.” Kısaca başımı salladım. “Tamam. Alanı mühürleyin. Geriye kalan ekipleri çıkarıyoruz.” Telsizi tekrar elime alıp düğmeye bastım: “Merkez, burası Karan. Sektör dörtteki olay yeri temizlendi. Deliller ve sivil şahıs güvenli bölgede. Ben komuta üssüne dönüyorum.” “Anlaşıldı Karan. Dönüş güzergâhı onaylandı.” Söz bitince telsizi sessize aldım. Kaskımı düzelttim, toz kaplı eldivenlerimle silahımı kontrol ettim. Her şey prosedüre uygundu. Her şey olması gerektiği gibiydi. Ama bir şey eksikti… O kızın kim olduğunu bilmemek. Adımlarımı ağır ağır geri çekildim. Arkamda kalan bölgeye bir kez daha baktım. Sert adımlarımla revire doğru ilerledim. Çadırın önündeki nöbetçi asker selam verdi, karşılık bile vermeden içeri daldım. Kapıyı açar açmaz burnuma yoğun bir ilaç ve antiseptik kokusu doldu; yüzüm istemsizce buruşturuldu. Loş ışık, sarımsı bir tonla duvarlara vuruyor, içerideki sessizlikte sadece serum damlalarının tıkırtısı duyuluyordu. Doktor beni görünce hemen ayağa kalktı, elindeki not defterini masaya bıraktı. “Durumu nedir?” dedim, sesim kısa, net ve buyurgandı. Adam bir an boğazını temizledi, kızın yattığı sedyeye bakarak konuştu. “Savrulmanın etkisiyle hafif beyin sarsıntısı geçirmiş, vücudunda sürtünmeye bağlı açık yaralar var. Yaraları temizledik, bandajladık. Kafasına beş dikiş attık, durumu stabil.” Kızın solgun yüzüne kısa bir bakış attım. Yanakları tozla kaplıydı, dudaklarının kenarında kurumuş bir kan izi vardı. Burnundan çıkan nefesler zayıf ama ritmikti. “Ne zaman ayılır?” dedim, gözlerimi ondan ayırmadan. Doktor iç çekti, hafifçe başını salladı. “Serumun etkisiyle birazdan ayılır, Yüzbaşım.” Bir süre sessizlik oldu. Telsizimden gelen kısa bir parazit sesi bile o sessizliğe yabancıydı. Masaya yaklaştım, ellerimi arkamda birleştirip kızın başucuna baktım. Defteri masanın kenarına koymuşlardı; tanıdık sayfalar, köşeleri hâlâ yanık gibi kıvrılmış. Birkaç adım yaklaşıp defteri aldım, baş parmağımla sayfaları karıştırdım. Satırlarda sayılar, yönler, harfler... sıradan bir gazeteci notundan çok bir keşif raporuna benziyordu. Kaşlarım çatıldı. “Serumu azaltın. Ayıldığında konuşacağım.” dedim, gözlerimi defterden ayırmadan. Doktor şaşkınca bana baktı. “Yüzbaşım, hâlâ kendine tam gelemedi—” Sözünü kestim, sesimi düşürmeden ama soğuk bir netlikle: “Sadece talimatı uygulayın.” Başımı defterden kaldırdım. Ellerim belimde, ağır adımlarla kıza yaklaştım. Yüzü solgundu; kir ve tozla karışmış kan izleri, kaşının kenarına kadar uzanmıştı. Gözleri hâlâ kapalıydı, dudakları çatlamış, nefesi zayıftı. Bir an sessizlik oldu — sadece serum damlalarının tıkırtısı duyuluyordu. “Bakalım gerçekten muhabir misin…” dedim, sesim kısık ama soğuk çıkan bir tonda. Başımı hafifçe yana eğdim, ona uzun uzun baktım. “Senin gibileri çok gördük. Muhabirim diyerek bölgeye giren, sonra kansız çıkanlar…” Sözlerim odada yankılandı, doktorun bile yüz ifadesi değişti. Bakışlarımı kıza sabitlerken başımı çevirdim. “Hiçbir yerinde kırık, çıkık yok mu?” dedim. Doktor, ellerini arkasında birleştirip başını iki yana salladı. “Hayır Yüzbaşım, yok. Sadece birkaç dikiş ve yüzeysel yaralar. Ucuz atlatmış… Gerçekten şaşırtıcı.” Dudaklarımın kenarı istemsizce kıvrıldı; o soğuk, ironik gülümseme kendiliğinden belirdi. “Ucuza kurtulan biri, genelde pahalı bir planın parçasıdır.” Doktor anlam veremedi, ama ben sessizdim. Bakışlarım tekrar kıza döndü. Yüzüne düşen gölge çizgileri, bir süreliğine bile olsa insan olduğunu hatırlattı. Ama o anda iç sesim ağır bastı: Ya bu sadece bir sivil değilse? Ya tüm bu olanlar, bilerek kurulan bir senaryonun parçasıysa? Derin bir nefes aldım, parmaklarım kemerimin tokasına dokundu. “Her şey beklenir,” dedim kısık bir sesle. “Savaşta özellikle.” Sonra sustum. Gözlerim deftere kaydı, kelimelere, sayılara, koordinatlara… Bir insanın kaderi birkaç satıra sığabilir, ama bazen o satırlar birliğin kaderini değiştirir. *** Elimdeki telsizden cızırtılar yükseliyordu; komuta merkezinden gelen her ses, havadaki gerginliği biraz daha kalınlaştırıyordu. Bir yandan telsizle konuşuyor, bir yandan da gözlerimle çadırın girişini izliyordum. Dakikalardır buradaydım — sabırla, ama içimde biriken baskıyla.“Karan, merkez konuşuyor. Sektör dört durumu?” “Stabil. Şüpheli sivil revirde. Henüz sorgulanmadı.” Tuşu bıraktım, derin bir nefes aldım. Soğuk hava, patlamanın bıraktığı barut kokusunu hâlâ taşımaktaydı. Çadırın bezi rüzgârla hafifçe dalgalanıyor, loş ışık aralıklardan dışarı sızıyordu. Bir an önce uyanmalıydı. Ne olduğunu, kim olduğunu, burada ne işi olduğunu bilmem gerekiyordu. Savaşta belirsizlik ölüm demekti; bir yabancı, bir yanlış kelime, bir yanlış adım… hepsi birliğe mal olabilirdi. Kendi kendime mırıldandım:“Öyle olay yerinde ‘ben savaş muhabiriyim’ demekle olmaz bu işler…” Bunu öfkeyle değil, hafızamdaki acı tecrübeyle söylüyordum. Çünkü zamanında çok görmüştük; “Muhabirim, kameramanım, belgesel çekiyorum” diyerek bölgeye sızan, ardından koordinatlarımızı karşı tarafa bildirenleri. İyi niyetle gelenlerin bile bazen kötü niyetli planların gölgesinde kullanıldığını. Elimdeki telsizin metal gövdesi avuçlarımda soğuktu. İnsani yanım bu hikâyelere artık inanmıyordu. Ve şimdi, önümde yine aynı tablo vardı: kimliği belirsiz bir kadın, askeri notlarla dolu bir defter, ve hiçbir ajans kaydı olmadan cephe hattında. Gözlerim çadırın girişinde sabitlenmişti. İçeriden gelen serum tıkırtıları, nefes sesleri bile net duyuluyordu. Sonra perde aralandı; genç bir er telaşla dışarı çıktı. “Yüzbaşım, sivil uyandı. Bilinci yerinde.” Bir an durdum. O anın içinde, savaşın uğultusu kesildi sanki. Parmaklarım telsizin tuşunda sıkıştı, kısa bir “Anlaşıldı” dedim. Son kez merkeze cevap verdim, hattı kapattım. Adımlarım sertti; toprağa bastıkça botlarımın altından hafif bir gıcırtı yükseliyordu. Çadırın girişine geldiğimde perdeyi elimle ittim. İçeride loş ışık, ilaç kokusu, bir de o kadının yavaş nefesleri vardı. Şimdi, sıra bendeydi. Sert adımlarla yanına doğru ilerledim. Metal sedyenin yanına vardığımda, gözlerim istemsizce yüzünde gezindi. Gözlerinin altı morarmış, saç telleri alnına yapışmıştı ama hâlâ dik bir bakışı vardı — meydan okur gibiydi. Bir an etrafa bakındı, sonra derin bir nefes aldı. “Of, çok şükür ölmemişim ya...” diye mırıldandı. “Anneme haber vermem gerek.” Kalkmaya çalıştı, ama o hareketle birlikte dikiş yerindeki ağrıyla yüzü buruşturdu. Sanki beni o an fark etmiş gibi dondu. Gözleri gözlerime takıldığında, bakışında ne korku ne minnettarlık vardı — sadece şaşkınlık ve o garip rahatlık. Başını hafifçe omzuna doğru eğdi, ince bir tebessümle konuştu: “Beni kurtardığınız için çok teşekkürler. Ha bu arada... Niye başımda bekliyorsunuz? Çok iyiyim gördüğünüz gibi.” Kısa bir sessizlikten sonra başını çevirip etrafa baktı. “Telefonum nerede ya?” Bir an için cevap vermedim. O, telaşla çantasını arar gibi sedyenin kenarına bakarken ben sadece izledim. Yüzümde ne bir gülümseme vardı, ne de açık bir öfke. Sadece o tanıdık soğukluk... görev sırasında insanın maskesi hâline gelen. “Telefonun, defterin ve diğer eşyaların şu anda incelemede.” dedim. Sesim ne bağırır gibiydi ne de alçak; tok ve ölçülü. “Senin kim olduğunu öğrenmeden hiçbir şeyini geri alamazsın.” Kız başını kaldırdı, kaşlarını çattı. “Ne demek öğrenmeden? Ben zaten—” Sözünü kestim, bir adım daha yaklaştım. “Yavaş ol. Şu anda askeri bölgede bulunuyorsun. Üstelik kimliksiz ve koordinat dolu bir defterle.” O an gerginlik havada asılı kaldı. Bir anlık sessizlik... sadece serum damlalarının sesi duyuluyordu. Kızın yüz ifadesi dondu, ama ses tonu alayla karışık bir ciddiyetle çıktı: “Ben muhabirim, casus değil.” “Bunu ben karar veririm.” dedim, gözlerimi ondan ayırmadan. “Şimdi anlat bakalım, bir muhabir savaş hattının ortasında ne arar?” “Peki ben size sorabilir miyim bunu?” dedi, sesi alayla karışık bir soğukkanlılık taşıyordu. “Bir muhabir, savaş hattının ortasında ne arar sizce?” Kaşlarım istemsizce çatıldı. O kadar net, o kadar kendinden emindi ki, bir an için gerçekten savaşı unutacak gibiydim. Ama sonra içimde bir yer, disiplinle yankılandı — öfkeni belli etme, kontrol sende kalmalı. Öfkelenmek istemiyordum. Yine de bu kadının tavırları, bana emirle bile susturulamayacak bir sabırsızlık hissettiriyordu. Gözlerimi kısmıştım. Bir adım attım, sert adımla sedyenin başına geldim. Ellerimi demir kenarlara yasladım, yüzümü ona doğru eğdim. Aramızdaki mesafe, bir nefes kadardı artık. “Burada soruları ben sorarım.” dedim dişlerimin arasından, sesim bir tıslama kadar soğuk çıktı. “Benimle alay etmeye kalkışma.” Kızın dudakları belli belirsiz kıpırdadı, ama sustu. Yine de o bakış... o bakış hâlâ meydan okuyordu. “Adın ne?” dedim, tonum emre dönüşmüştü artık. Bir an gözlerini devirdi, nefesini burnundan verip dudaklarını ısırdı. Sonra neredeyse buz gibi bir sesle, “Eylül.” dedi. O ismi söylerken sanki meydan okur gibi baktı gözlerimin içine. Bir saniyeliğine bile tereddüt etmedi. O an içimden geçen tek şey şuydu: Bu kadının korkusu yok... ya gerçekten masum, ya da çok iyi rol yapıyor. “Soyadın?” diye sordum, bir adım geri çekilerek. Sesim artık sorgu tonuna geçmişti; ölçülü, kısa ve emir gibi. Eylül gözlerini bir an bana kaldırdı, sonra hemen başka tarafa çevirdi. “Tekin.” Sesi kısa, kesikti — sanki her kelimeyi istemeden söylüyordu. Bakışlarındaki kaçamaklık dikkatimi çekti. “Gözlerimin içine bak, Eylül.” dedim, kollarımı göğsümde birleştirip başımı hafifçe yana eğerek. O an için bile komuta refleksim devreye girmişti. “Nerelisin?” “İstanbul.” Bu sefer sesi daha yumuşaktı ama hâlâ göz temasından kaçıyordu. Kaşlarım farkında olmadan çatıldı. “Basın kartın nerede?” diye sordum, bakışlarımı yüzünden çekmeden. Göz bebekleri küçüldü; o anki tedirginliği neredeyse hissediliyordu. “Bilmiyorum.” dedi nefesini verirken. “Patlama oldu… savruldum. En son hatırladığım, siz beni alıkoydunuz. Çantam yırtılmıştı, sanırım kimliğimle basın kartım düştü.” Bir süre sessizlik oldu. Yalnızca dışarıda, rüzgârın çadır bezini sallayan sesi duyuluyordu. O sırada bakışlarımı ondan ayırmadan birkaç adım attım. Çok sakin. Fazla sakin. Ya gerçekten alışkın bu işlere... ya da iyi bir oyuncu. Bir an durdum, nefesimi tuttum, sonra kısık bir sesle konuştum: “Senin gibiler genelde konuşmaz,” dedim, gözlerimi onun gözlerinde sabitleyerek. “Neden konuşuyorsun, Eylül?” O cümle havada asılı kaldı. Bir sorgudan çok, bir meydan okumaydı bu. Ama aynı zamanda içimde garip bir sezgi kıpırdanıyordu — sanki bu kadının sakladığı şey bir tehditten çok, bir hikâyeydi. “Konuşsam suç, konuşmasam suç!” diye çıkıştı Eylül. Sesi titremiyordu ama öfke gizlenmeyecek kadar belirgindi. “Yahu ben savaş muhabiriyim, o yüzden buradayım, anlamıyor musunuz?” Yüzümde hiçbir ifade yoktu. O kadar çok kez aynı cümleyi duymuştum ki artık bu tür savunmalar kulağımda yankı olmaktan öteye gitmiyordu. Tek dediği buydu: ‘Savaş muhabiriyim.’ Ne kurum adı, ne görev kağıdı, ne de bir isim. Sadece bu cümle… sadece savunma. Defteri masanın üzerinden alıp sertçe kucağına bıraktım. Kapak toz içinde, kenarları yıpranmıştı ama içindekiler hâlâ okunabiliyordu. “Şu defterdeki askeri kodları nereden biliyorsun?” dedim, gözlerimi ondan ayırmadan. Başını kaldırdı. Bakışlarında hem korku hem inat vardı. “Bak... Anlamıyor musun bilmiyorum. Ben savaş muhabiriyim. Bu defteri bana arkadaşım verdi, büyük ihtimalle ajanstan almıştır.” Yavaşça doğruldum, bir adım geri atıp kollarımı arkamda birleştirdim. Sesim alayla karışık bir ciddiyet taşıyordu. “Demek yalnız değildin. Kaç kişisiniz, Eylül?” Gözleri yere kaydı. “Dört kişiydik. Hepsi ekip arkadaşım.” Kaşlarım çatıldı, sesim bir kademe daha sertleşti. “Arkadaşların neden burada değil de sen buradasın peki?” O an sessizlik çöktü. Eylül başını kaldırmadı, dudaklarını ısırdı. Serum şırıngasından düşen tek bir damla, sanki aramızdaki sessizliğe vurulan nokta gibiydi. Ben onun yüzündeki ifadeyi izliyordum — suçluluk mu, korku mu, yoksa acı mı, anlamaya çalışarak. Ama tecrübem bana hep aynı şeyi öğretmişti: Gerçek suçlular genelde gözlerini kaçırır, masumlar ise direnmekten vazgeçmez. Ve bu kadının bakışında vazgeçmek yoktu. “Ödlekler...” diye homurdandı Eylül, dişlerinin arasından. “Ne bileyim ben! Kaçmışlar gitmişler işte!” Başını iki yana salladı, sonra bana dönüp sesini yükseltti. “Bakın sıkıldım artık, gerçekten sıkıldım! Uyandığım gibi üzerime gelmeye başladınız. Sinirlerimi hoplatıyorsunuz!” Kaşlarım çatıldı, gözlerim istemsizce daraldı. Savaşın ortasında bile bu kadar dik duran birini pek görmemiştim. Ama bu dik duruşun altında korku mu vardı, yoksa umursamazlık mı… onu çözemedim. “Kaçıyor musun?” diye mırıldandım, sesim soğuk, ölçülüydü. Bu soru, bir testti aslında. Bir suçlunun refleksiyle mi, yoksa gururlu birinin öfkesiyle mi cevap vereceğini görmek istiyordum. Eylül ellerini iki yana açtı, öfkeyle gülümserken sesi patladı: “Yahu niye kaçayım ben?” Sonra gözlerini devirdi, kendi kendine söylenir gibi devam etti: “Hay ben bu görevi kabul ettiğim günün sabahını da gecesini de s—” “Şş... ağır ol.” dedim, sesi bastıran bir tonda. Bir adım attım, aramızdaki mesafeyi daralttım. Sert bakışlarla yüzüne eğildim; o an çadırın içinde hava ağırlaştı, nefes bile almak gerginleşti. “Burada laflarına dikkat edeceksin.” dedim yavaşça, ''Öfkeni değil, aklını kullan.” diye devam ettim. “Savaş hattındasın. Diline dikkat et, nefesine de.” Eylül başını çevirip yere baktı, ama dudaklarının kenarındaki hafif gülümseme kaybolmadı. Kendini tutuyordu — hem korkusunu, hem öfkesini. Bu kadar inatçı biri ya aptalca cesurdu… ya da gerçekten suçsuzdu. “Bu görevi neden kabul ettin, Eylül Akyol?” dedim, sesim artık sorgulayıcıdan çok analiz eden bir tona dönmüştü. Ellerimi arkamda birleştirip, bir süre sessizce yüzüne baktım. Sonra yavaşça devam ettim: “Bak Eylül, bu sadece senin şüpheli olmandan ibaret değil. Eğer gerçekten bir muhabirsen, hem senin hem de ekibinin güvenliği için konuşmanı istiyorum. Ama eğer bir casussan…” Sözümü yarıda bırakıp, gözlerimi daralttım. “O zaman açık açık söyle. Beni uğraştırma.” Eylül, parmaklarını şakaklarına yasladı, başını öne eğip ovalamaya başladı. Gerginliği yüzünden okunuyordu; nefes alışları hızlanmıştı. Ben o sırada kenarda duran sandalyeyi çektim, demir ayakları zeminde sürtünürken metalik bir ses çıkardı. Sessizce oturdum, gözlerimi ondan ayırmadan beklemeye başladım. “Hem patlama noktasındasın, hem elinde askeri bilgiler var.” dedim, kelimeleri tek tek vurgulayarak. “Ne basın kartın ortada, ne kimliğin. Kaldığın yeri bile söylemiyorsun.” Bir an durdum, nefesimi kontrol edip devam ettim: “Ayrıca benim cepheme bir ekip geleceğine dair hiçbir bilgi almadım.” Eğildim, dirseklerimi dizlerime yasladım. “Sence bunlar tesadüf mü?” Çadırın içi sessizdi. Sadece serumun damlaları ve rüzgârın dışarıdaki flaması titreten sesi duyuluyordu. Eylül başını kaldırmadı, ama gözleriyle duvarın bir noktasına kilitlenmiş gibiydi. Derin bir nefes aldı, başını kaldırdı. Gözleri ilk kez doğrudan bana bakıyordu. “Nerede konakladığımızı tam olarak bilmiyorum.” dedi yavaşça. “Patlamanın olduğu bölgenin yakınlarında, hasarlı bir binada kalmaya karar vermiştik… geçici olarak.” Ellerini dizlerinin üzerine koydu, parmakları titriyordu ama sesi kararlıydı. “Ekip arkadaşlarım; kameraman Baran, rehberimiz Halit ve saha sorumlumuz Engin.” Cümleleri kısa, düzenliydi — sanki rapor verir gibiydi. Sessizce dinliyordum. Kelimeleri bir bir not alır gibi zihnime işliyordum. Gözlerimi hiç üzerinden ayırmadım. “Patlama seslerini duyduğumuzda binadan çıktık.” dedi, nefesini verirken elleriyle olayı anlatır gibi yaptı. “Patlama bölgesini kaydedecektik. Bende o sırada notlar alıyordum.” Bir an duraksadı; dudaklarının kenarı titredi. “Canlı yayına bağlanamadık, çünkü sinyal çekmiyordu.” Sesi bir anda yavaşladı, sanki sözcükleri taşıyacak gücü kalmamıştı. Gözlerindeki yorgunlukla, gerçeğin ve korkunun iç içe geçtiği o ince çizgideydi. Ben sessizce onu izledim. Her kelimesi mantıklıydı — ama savaşta mantık bile şüpheye açık bir silahtı. Baran, Halit, Engin... üç isim. Hepsi kayıp. Binanın koordinatını hâlâ vermiyor. Sinyal kesilmiş olabilir ama o defterdeki kodlar hâlâ açıklanmadı. Kısa bir sessizlik oldu. Sonra not defterine eğildim, kalemimi elime aldım. “O binanın konumunu hatırlamaya çalış.” dedim. Sözüm ne sertti ne yumuşak — sadece gereğinden fazla ciddiydi. “Bu arkadaşlarından biriyle en son ne zaman iletişim kurdun?” “Siz beni iyi dinlemiyor musunuz?” dedi Eylül, sesi sinirle karışık bir çaresizlik tonuna bürünmüştü. “En son patlamadan önce beraberdik dedim ya! Patlamadan sonra ne oldu sizce? Buradayım işte, gördüğünüz gibi!” Sözleri yankı gibi çadırın içinde çarptı. Kısa bir süre başımı kaldırmadım; gözlerimi not defterine dikmiş, sessizce analiz ediyordum. Ama sonra başımı kaldırdım, onun yorgun ama inatçı yüzüne baktım. “Konumu ise hatırlamıyorum,” dedi biraz daha kısık bir sesle. Gözleri bu defa bana çevrilmişti, ama belli belirsiz bir suçluluk ifadesi vardı bakışında. “Gerçekten... Hatırlasam söylerdim. Niye söylemeyeyim?” Bir süre aynı sessizlik oldu. Sadece dışarıdan geçen devriyelerin ayak sesleri ve uzaktan gelen top sesleri duyuluyordu. Ben gözlerimi kısıp onu inceledim; her kelimesini, nefesini, göz kırpışını bile ölçüyordum. Unutmak bazen korkudan olur, bazen de yalandan. “Hatırlamıyorsan, bir şey seni hatırlamamaya zorluyor olabilir,” dedim. Ses tonum artık sorgulayıcı değil, daha çok dikkat kesilen bir komutan gibiydi. “Ama şunu bil; doğruyu söylüyorsan bu seni korur, aksi hâlde burası senin için çok daha karmaşık bir yer olur.” Eylül’ün çenesindeki kaslar gerildi. Bir anlık sessizlikten sonra başını yana çevirdi, nefesini tuttu. Yutkunurken gözlerinden geçen kısa bir parıltı vardı — korku muydu, öfke mi, ayırt edemedim. Bir süre sessizce baktı yere. Parmakları birbirine kenetlenmişti, nefesi düzensizdi. Gözlerindeki kızarıklık ve yorgunluk, saatlerdir yaşadığı baskının izlerini taşıyordu. “Nereden düştüm ben böyle bir şeye ya...” diye mırıldandı. Sesi çatallıydı; kelimeler dudaklarının ucunda titreyip dağıldı. O hâliyle konuşmaya devam etmesini izlemek, savaşın ortasında bile bana ağır geldi. Hızla ayağa kalktım, sandalye geriye hafifçe sürtündü. Onu daha fazla yormaya gerek yoktu — zaten söylemesi gereken çoğu şeyi söylemişti. “Bu kadar yeter,” dedim net bir tonla. “Dinlen. Daha sonra tekrar konuşacağız.” Eylül başını kaldırdı. Gözleri hâlâ yorgundu ama içinde inatla parlayan bir şey vardı. “Ne zaman gidebilirim buradan?” diye sordu. Kaşlarım hemen çatıldı. Bu soruyu, içinde bulunduğu durumu hiç anlamamış biri gibi sormuştu. “Gidemezsin.” dedim kısa ve sert bir tonda. Bir adım yaklaştım, gözlerimi ondan ayırmadım. “En azından, kim olduğunu kesinleştirene kadar.” “Peki... ailem?” dedi Eylül, sesi artık daha yumuşaktı, ama içindeki endişe her kelimede hissediliyordu. “Çok merak etmişlerdir. Nasıl ulaşacağım onlara? Telefonum da yok… kimliğim, basın kartım da yok. Onlar bulunur mu?” Bir an sessizlik oldu. Elimi kemerimdeki telsize götürdüm ama basmadım — o kadar çok soru vardı ki, cevabını ben de bilmiyordum henüz. “Henüz bir şey bulunmadı,” dedim nihayetinde. Sözlerim kuru ama netti. “Ekipler hâlâ patlama alanında tarama yapıyor. Bir şey çıkarsa sana haber verilir.” Gözleri bir an parladı, sonra sönükleşti. “Aileme haber verir misiniz bari?” Derin bir nefes aldım. “Doğrulama yapılmadan kimseyle bağlantı kuramam.” dedim. Sonra biraz yumuşadım, sesimi alçalttım: “Ama bulunursan… Arayacakları ilk kişi sen olursun, bundan emin ol.” Eylül başını eğdi, dudaklarının kenarında acı bir gülümseme belirdi. Bir şey demedi. “Dinlen,” dedim sonunda. “Yarın devam ederiz.” “Kendimi kimliği belirsiz bir ölü gibi hissediyorum, çok sağ olsun!” dedi Eylül, sesi alayla karışık bir sitem taşıyordu. Sözlerinin sonunda başını yana çevirdi, gözlerini kaçırmadan konuşmuştu; o kadar yorgundu ki alay bile zar zor çıkıyordu ağzından. İstemesem de dudaklarımın kenarı kıpırdadı. Sert yüz çizgilerim hafifçe gevşedi, gerginliğin bıraktığı o taş gibi ifadem birkaç saniyeliğine kırıldı. Gözlerimi yere indirdim, bir an içimden sessiz bir nefes geçti. Arkamı dönüp perdeyi araladım. Soğuk hava çadırın içine doldu, rüzgârın uğultusu konuşmamızı yuttu.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD