EYLÜL
Başımda zonklayan bir ağrı vardı; sanki biri kafamın içinde çekiçle vuruyordu. Çadırın içi serindi, ama o serinlik tenime değil, kemiklerimin içine kadar işliyordu.
Üzerimdeki kalın kıyafetlere rağmen vücudum buz kesmişti; ellerim uyuşmuş, parmaklarım birbirine kenetlenmişti.
Zaman kavramımı tamamen yitirmiştim. Saat kaçtı, günlerden neydi, bilmiyordum. Sanki patlamadan sonra beynim de orada, o enkazın ortasında kalmış gibiydi.
Her şey birbirine karışmıştı; sesler, ışıklar, anılar… Hepsi bulanıktı.
Dünkü sorgudan sonra bir ara gözlerimi kapatmış, sonra nasıl olduysa derin bir uykuya dalmıştım.
Uyandığımda kemiklerim sızlıyordu. Boğazım kupkuruydu, ciğerlerim ağır çekimle çalışıyordu sanki. Her nefes alışım, içimdeki yorgunluğu biraz daha hatırlatıyordu.
Ama yine de orada öylece yatamazdım. Harekete geçmem gerekiyordu.
Baran, Halit, Engin… Nerelerdeydiler? En son onları kaçarken görmüştüm; üçü de korkudan ne yapacağını bilmez hâlde koşuyordu.
Bense patlamanın şiddetiyle ayaklarım yerden kesilmiş, kuş misali havada savrulmuştum. O anı düşündükçe mideme bir yumruk oturuyordu.
Usulca doğrulmaya çalıştım. Çadırın içinde ilaç ve metal kokusu birbirine karışmıştı; havada kan ve yanık izlerinin keskin bir karışımı asılıydı.
Daha yeni doğrulmuştum ki, kulağımı delen kalın bir erkek sesiyle irkildim: “Hop hop hop! Eylül Hanım, lütfen hareket etmeyin.”
Donup kaldım. Başımı kaldırdığımda, karşımdaki adamla göz göze geldim — kamp doktoru olmalıydı.
Sert ama yorgun bakışlarında, hem sabır hem endişe vardı.
“Bakın…” dedim hırçın ama yorgun bir sesle, “Kaç gündür bu yatakta ölü gibi yatıyorum. Vallahi bunaldım! Azıcık hava almaya çıkacağım, hepsi bu!”
Sesim çatallandı, hem öfke hem çaresizlik iç içeydi. Çünkü o anda içimde tek bir şey vardı: Yaşadığımı hissetme isteği.
Doktor bir adım bana yaklaştı, elindeki stetoskopu masaya bıraktı.
“Eylül Hanım, şu an kalkmanız doğru değil,” dedi sabırlı bir sesle. “Patlamadan sonra ciddi bir travma geçirdiniz. Sarsıntı, baş darbesi, muhtemelen kısa süreli bilinç kaybı… Vücudunuzun toparlanması zaman alacak.”
Gözlerimi devirdim. “Toparlanması zaman alacak, öyle mi? Ben günlerdir burada nefes alıyorum ama haber alamıyorum. Dışarıda kim bilir neler oluyor, arkadaşlarım nerede!” dedim, sesim titredi ama bastırdım.
Doktor kısa bir nefes aldı, sonra yanıma oturdu. Elini nazikçe nabzımı ölçmek için bileğime koydu.
“Kalp atışınız hâlâ düzensiz. Şu an ayağa kalkarsanız tansiyonunuz düşer, yere yığılabilirsiniz. Lütfen, en azından bu sabah biraz daha dinlenin.”
“Dinlenmek mi?!” dedim alayla. “Patlamanın ortasından sağ çıkmışım, sorguya alınmışım, kimliğim yok, ama hâlâ ‘dinlen’ diyorsunuz bana.”
Bir an sessizlik oldu. Doktor başını hafifçe eğdi, bana baktı.
“Burada kimse size zarar vermeyecek,” dedi alçak sesle. “Ama bize de yardımcı olmanız gerekiyor. Sizi bulduk, kim olduğunuzu hâlâ netleştiremedik. Yüzbaşının emriyle koruma altındasınız.”
Yüzbaşı kelimesini duyunca içimde istemsiz bir gerilim yükseldi. “Koruma altı mı… yoksa gözetim mi?” dedim fısıltıyla.
Doktor derin bir iç çekti, gözlerini kaçırmadan yanıtladı: “İkisi de diyebiliriz belki. Ama şimdilik önemli olan, yaşamanız.”
Bir an sustum. Çadırın dışından askerlerin ayak sesleri, telsizlerin parazitli uğultusu geliyordu.
O an içimde, hem korku hem merakla karışık bir şey kıpırdadı: Yüzbaşı yine gelecekti.
Çadırın perdesi açıldığında başımı eğdim; kaldıramıyordum. Boynum sanki taş gibiydi. İçimde, bastıramadığım bir öfke kabarıyordu.
Sert ayakkabı sesleri yaklaştıkça kalp atışlarım hızlandı, düzensizleşti. Her adım bir nabız gibi vuruyordu içime.
“Uyanmışsın.”
O sesi duyduğum anda boğazıma bir düğüm oturdu.
Titrek bir nefes alıp, alaycı bir tonda mırıldandım: “Uyanmamam mı gerekiyordu yoksa?”
“Yok,” dedi sakin ama otoriter bir sesle, “uyanman gerekiyordu. Uyanmasan asıl o zaman sıkıntı olurdu.”
Sözleri sabırla söylenmişti ama altında ince bir gerilim vardı. Dişlerimi sıktım, gözlerimi sinirle kapadım.
Bir süre sessizlik oldu. Sonra gözlerim çarşafın üzerinde gezinirken kısık bir sesle sordum: “Kimliğim ve basın kartım bulundu mu?”
Cevap gecikmedi.
“Hayır. Hâlâ bir şey bulunamadı. Ne kimlik, ne basın kartı.”
Sert sesi çadırın duvarlarına çarptı, geri döndü sanki. Dudaklarımı ısırdım. İçimde hem korku hem inat vardı.
Kimliğim olmadan kim olduğuma nasıl inanacaklardı ki?
Bir adım atarak bana yaklaştı, ardından üzerime doğru eğildi. Nefesini hissettiğim anda istemsizce başımı çevirdim ama gözlerim ondan kaçamadı.
İlk defa yüzünü bu kadar yakından, bu kadar net görüyordum.
Dünkü sorguda yüzüne doğru dürüst bakamamıştım; kelimeleri seçmeye, kendimi savunmaya o kadar odaklanmıştım ki, karşımdakinin yüzünü hatırlamıyordum bile.
Ama şimdi… loş ışığın altında, yanak hattına düşen gölgeler, keskin çene çizgisi ve sustuğunda bile gergin duran o dudakları her ayrıntısıyla görünür olmuştu.
Sertti, evet — yüzündeki çizgiler sanki savaşın kendisinden kalmaydı. Ama o sertliğin içinde garip bir dinginlik vardı; gözlerinde yorgun ama dikkatli bir ifade. Bir nefes kadar yakınımdaydı.
Üzerindeki üniformadan gelen hafif barut kokusu, çadırın soğuk havasına karışmıştı.
Ne geri çekilebiliyor, ne de o mesafeyi bozmadan kalabiliyordum. Kalbim, sanki dışarıdan duyulacak kadar sert atıyordu.
“Hiç bulunmayacak mıyım? Burada mı kalacağım?” sesim, çığlığa dönmeden önce titreyip ağlamaklı bir tınıya büründü. “Bir an önce bulunsun artık! Bakın… Eğer ajan olsaydım, beni burada tutamazdınız. Ben savaş muhabiriyim.”
Gözlerini hafifçe kısarak beni süzdü. İçimden bir “Off” çektim sedyeye yaslanıp kollarımı başımın altında birleştirdim, nefesimi tuttuğum anlar kadar kırılgındım.
“Yani… kaçabilecek kadar zeki değilim,” diye devam ettim, sesim biraz daha acı. “Ajanlar her şeyi planlar; yakalanırlarsa bile ne olacağını kestirebilirler. Bana bakın — buradayım, çaresiz, zaten garibanım. Ne olduysa hep garibanların başına geliyor.”
Alnında bir çizgi belirip deftere doğru eğildi. Sesi soğuk, sorgulayıcıydı: “Madem ısrar ediyorsun savaş muhabiri olduğunu söylemeye, o zaman kanıtla. Kim olduğunu göster bana. Defterindeki notların yarısı askerî terim — söyle şimdi, bu defter bir gazetecinin not defteri mi, yoksa bir istihbaratçının mı?”
Birden çaresizlikle ellerimi açıp göğsümde dua edercesine bir hareket yaptım. “Allah aşkına… Çıldıracağım— sabır ver Yarabbim, yeter artık,” diye mırıldandım. “İstihbaratçı olsam defteri niye ortada bırakayım? İstihbaratçı olsam niye sizinle konuşayım, yüzbaşı?”
Bir an için bekleyiş belirdi; sonra başını hafifçe omzunun üzerine yatırarak mırıldandı: “Demek o kadar da saf değilmişsin. Belki de yanıltmaya çalışıyorsun. Kendini masum gösterip, bizi kandırıyor olabilirsin.”
Gözlerimi sıkıca yumdum. Zihnimde bin bir düşünce dönüp duruyordu; kendimi nasıl kanıtlayabilirdim?
Kurumuş dudaklarımı ısırdım, derisi çatlamıştı bile ama duramıyordum — endişe, yerini çaresiz bir öfkeye bırakıyordu. Sonra birden aklıma bir fikir geldi. Gözlerim hızla açıldı.
“Ajansımın adını versem?” dedim kısık bir sesle, “İletişime geçebilir misiniz? Eğer ajansımla bağlantı kurarsanız, savaş muhabiri olduğum anlaşılır.”
Bu teklifimi duyunca kaşlarını hafifçe çattı. Bir süre sustu, bakışlarını üzerimde gezdirdi — tereddütle, ölçer gibi. Sonra ağır bir nefes verdi.
“Merkez hattı hâlâ net değil,” dedi düşük bir ses tonuyla. “İletişim sınırlı. Bu bölgeden kimseyle doğrudan temas kuramıyoruz. Ama…” Gözleri hafifçe kısıldı, sanki kelimelerini tartıyordu. “Eğer söylediğin doğruysa, bunu öğrenmenin bir yolu elbet bulunur.”
Sözleri ne bir tehditti, ne de bir güven cümlesi. Tam ortasında bir şeydi — şüpheyle karışık bir ihtimal. Ama yine de içimde bir umut kıvılcımı çaktı.
“Ajansın adını ver,” dedi, ellerini belinde birleştirerek. Sesi ne bağırıyordu ne de yumuşuyordu; sadece emir tonundaydı.
“Duru Basın Merkezi,” dedim, kalbim boğazımda atarken. Söylerken bile sesim titredi, sanki her kelimeyle biraz daha yargılanıyordum.
Başını hafifçe salladı, düşünceli bir ifade yerleşti yüzüne. “Bunu merkeze iletirim,” dedi kısa bir sessizliğin ardından. “Ama ne zaman yanıt gelir, bilemem.”
Ben ise hızla başımı salladım, umutla ama korkuyla karışık bir tonda.“Eğer kimliğim ve basın kartım bulunamazsa… ama ajanstan bir yanıt gelirse…” bir an nefesimi tuttum, sonra cümleyi tamamladım: “Gidebilecek miyim o zaman?”
Sözlerim çadırın içinde yankılandı; sesimin tınısı bile ürkekti. O an, ne kadar yalnız olduğumu fark ettim. Her şey bir cevaba bağlıydı — ve o cevap, karşımdaki adamın gözlerinde saklıydı.
Bir an durdu, sonra sesini biraz alçalttı. ''Kimliğin ve basın kartın bulunmadan, seni buradan çıkarmam mümkün değil. Merkez onayı olmadan kimseyi sivil statüsünde hareket ettiremeyiz. Burada kalacaksın — en azından kimliğin netleşene kadar.”
Yutkundum, içimdeki umut bir anda sönmüş gibiydi. Gözlerimi yere indirdim. O ise sanki bunu fark etmiş gibi kısa bir nefes aldı, sesi bu kez biraz daha yumuşadı: “Korkmana gerek yok. Kim olduğunu öğrenene kadar güvendesin, Eylül.”
“Peki…” dedim, sesim giderek kısıldı. “Arkadaşlarımdan bir haber alabildiniz mi? Onları bulabildiniz mi? Normalde benim için ortalığı kaldırırlardı… neredeler?”
Yüzbaşı’nın bakışları o an değişti; bir anlığına yüzüne belli belirsiz bir gölge düştü. Ellerini belinde kenetledi, nefes alırken dudaklarının kenarı kasıldı. Kısa bir sessizlik oldu, sonra soğukkanlı bir ses tonuyla konuştu:
“Arama timleri, senin verdiğin isimleri merkeze bildirdi. Patlama hattı hâlâ temizleniyor. Şu ana kadar kimseye ulaşamadık.”
Yutkundum.“Hiçbirine mi?”
Adamın gözleri bir anlığına yere kaydı.“Engin’in bulunduğu bölgeden bazı eşyalar çıkarılmış. Üzerindeki kimlik etiketi yanmış ama not defterinde o isim geçiyor. Büyük ihtimalle o.”
Boğazım düğümlendi. “Yani… öldü mü?”
“Bilmiyoruz,” dedi yüzbaşı. “Ama kan ve sürüklenme izleri var. Yaralı olabilir, biri tarafından taşınmış da olabilir.”
“Ya Halit? Baran?”
“Halit’in telsiz sinyali, patlamadan birkaç dakika sonra kuzey hattından alınmış. Ama sonrasında kesildi. Baran’dan ise hiç iz yok.”
Birden içimde buz gibi bir şüphe dolaştı.“Yani… Halit hayatta olabilir.”
Yüzbaşı bu kez sustu. Gözleri gözlerime değdiğinde sesini alçalttı: “Olabilir,” dedi. “Ya da o sinyal, bambaşka bir yerde açılmıştır.” Çadırın içi sessizleşti.
Kalp atışlarım hızlandı; göğsümün ortasında bir baskı hissediyordum. Sanki içeriden biri göğüs kafesimi yumrukluyordu. Nefesim kesildi, ciğerlerim hava istemesine rağmen alamıyordum. Birden panik sardı her yanımı.
“Nefes…” dedim kısık bir sesle, “Nefes ala—alamıyorum…”
Ellerim titredi, parmak uçlarım uyuştu. Göğsüm daraldıkça kalbim daha da hızlandı. Gözlerim kararmaya başlarken boğazımdan hırıltılı bir ses çıktı.
Yüzbaşı hemen yanımdaydı. Refleksle elini omzuma koydu, beni yavaşça doğrulttu.
“Hey! Derin nefes al, beni duyuyor musun?”
Sesini ilk kez bu kadar yakından, bu kadar net duydum. Ne sertti, ne yumuşak — sadece kontrollüydü.
“Yavaş nefes al, bak bana,” dedi, bir eliyle sırtımı destekleyip diğer eliyle çenemi hafifçe kaldırdı. “Bu bir kriz, kalp değil. Nefesini düzenlemen gerekiyor. Yavaş… sakin ol.”
Ama panik zihnimin içinde yankılanıyordu. Kulaklarım uğulduyor, vücudumun kontrolü elimden kaçıyordu.
“Yavaş,” dedi tekrar, sesi biraz daha yumuşamıştı. “Ciğerlerine hava girmesi lazım. Nefes ver, şimdi tekrar al…”
Birkaç saniye sürdü — uzun, boğucu bir sessizlik gibi. Sonra yavaş yavaş göğsümdeki baskı azalmaya başladı. Nefesim hâlâ dardı ama artık havayı hissedebiliyordum.
Yüzbaşı, ellerini sırtımdan çekmeden başını çevirdi.“Nöbetçi! Doktoru çağırın hemen!” diye bağırdı.
Ama dışarıdan yanıt gelmedi. Yüzbaşı yeniden bana döndü, elleriyle yüzümü hafifçe kavradı, göz teması kurdu.
“Eylül, beni duyuyorsun değil mi?”
Sadece başımı hafifçe sallayabildim. Sesi bu kez daha yumuşaktı, tonunda emir değil endişe vardı.
“Tamam. Şimdi dizlerini kendine çek. Evet, böyle. Nefesini dengele, seni bayıltmasına izin verme. Hadi, buradayım.”
Sözlerini duyuyor ama tam anlamıyordum. Gözlerimin önünde görüntüler dalgalandı; çadırın tavanı, ışığın titrek yansıması, onun gölgesi… Sonra bir anlık boşluk.
Derin bir nefesle geri döndüm. Göğsüm yanıyordu ama hava giriyordu. Başımı kaldırdığımda yüzbaşı hâlâ karşımdaydı — diz çökmüş, elinde su matarası vardı.
“Bir yudum iç. Yavaş,” dedi.
Su dudaklarıma değdiğinde boğazımda acı hissettim, ama nefesim düzene girmeye başlamıştı. Kollarımda hâlâ titreme vardı.
Yüzbaşı gözlerimi kontrol etti, sonra eliyle nabzımı yokladı.
“Düzensiz ama normale dönüyor,” dedi, sesi düşük bir tonla. “Bu travma sonrası şok. Dinlenmen gerek. Doktoru bulana kadar seni yalnız bırakmam.”
Sözleri ne sertti ne de yumuşak; ama o anda, dışarıdaki rüzgârın sesiyle birlikte, garip bir güven duygusu içime doldu. Savaşın ortasında bile birinin sesi hâlâ bu kadar sakin olabiliyordu.
''İyi misin?” diye sordu, sesi yorgundu ama dengeliydi. Başımı hafifçe salladım. Kelimeler boğazımda birikti; konuşmaya çalıştım ama sadece başımı onaylarcasına eğebildim.
“Biraz hava almak ister misin?” Gözlerimi kısa bir an kapadım. Çadırın havası ağırdı, barut ve ilaç kokusu birbirine karışmıştı.
“Evet… dışarı çıkabilir miyim?” dedim çekinerek.
O an gözlerini üzerimden çekmeden başını eğdi.“Yavaş hareket edeceğiz,” dedi. Kolumun altına girdiğinde dokunuşu ne yumuşaktı ne sert — sadece güven vericiydi.
Perde açıldığında, günün solgun ışığı içeri süzüldü. Hava soğuktu ama uzun zamandır ilk kez nefes almak rahatlatıcı geliyordu.
Uzaktaki toprak kokusu, yanmış metalin keskinliğiyle karışıyordu. Savaşın sesi azalmamıştı, sadece uzaklaşmıştı.
Ses, çadırın bezini titretti. Ben ise o anda, ilk kez duydum adını yanımdaki adamın. Timur. Yüzbaşı Timur Karan.
İsmini içimden birkaç kez tekrarladım. Sanki o sert yüz, o kontrollü ses şimdi bir kimlik kazanmıştı. Başını hafifçe geriye yasladı, derin bir nefes aldı.
Kendini toparlamaya çalışıyor gibiydi ama gözlerinin altında beliren yorgunluk çizgileri gerçeği gizleyemiyordu.
Uzakta ayak sesleri duyuldu; koşuşturan askerlerin sesleri rüzgârla karışıyordu. “Yolu açın! Yaralı geliyor!”
Başımı kaldırdım, iki sedye hızla yaklaşıyordu. Güneş, sedyedeki metal tokalardan yansıyor, gözümü alıyordu. Adamların üzeri toz içinde, üniformaları paramparçaydı. Tanıdık işaretler gördüm: Timur’un birliğine aittiler.
Bir an nefesim durdu. Yerdeki toz ve kan kokusu birbirine karışmıştı. Göğsüm sıkıştı, ama gözlerimi kaçırmadım.
Askerlerden biri inliyordu, diğeri bilincini yitirmiş gibiydi ama nefes alıyordu.
Timur hemen öne çıktı. Sesi bu kez sert değildi, telaşlıydı; “Dikkat edin! Şuraya, gölgeye alın! Nabzına bakın, çabuk!”
Askerler sedyeyi yere indirirken onun yüzüne baktım. O soğukkanlı, sert yüzü bir anda değişmişti. Kaşları çatılmış, nefesi hızlanmıştı; gözleri askerlerinden ayrılmıyordu.
“Nabız zayıf ama var!” dedi bir er, sesi titriyordu. “Kurtarırız komutanım!”
Timur diz çöktü, yaralının başını destekledi.“Kurtaracağız evlat, sakin ol. Derin nefes al. Doktor geliyor, tamam mı?”
Sesi çatlamıştı, ama kendini topladı hemen. Bir elini yaralının omzuna koydu, diğeriyle cebinden bir sargı bezi çıkardı.
Yüzündeki ifade… komutandan çok, endişeli bir ağabeye benziyordu.
Ben orada öylece kaldım. Gözlerim yanıyordu; ne zamandır ağladığımı bile fark etmemişim. Bu kadar yakınken, bu kadar çaresiz hissetmemiştim. O an anladım, bu adam sadece emir veren biri değil — kaybettikçe parçalanan biriydi.
Timur başını kaldırdı, sesi yorgun ama kararlıydı: “Etrafı temizleyin! Alanı açık tutun! Doktor nerede kaldı?”
Rüzgâr, sesini taşıdı; ama ben sadece gözlerindeki korkuyu gördüm. Bir komutanın askerine duyduğu sevgiyi ilk kez bu kadar çıplak hissettim.
Timur’un sesi bir anda sertleşti. “Doktor nerede kaldı?! Hemen haber verin!”
Yanındaki er, telsizi aceleyle uzattı. Telsizin içinden parazitli bir ses geldi; metalik bir uğultu, ardından bir kadın sesi duyuldu.
“Sahra biriminden konuşuyoruz, doktor ve hemşire ekibi şu anda ana çadırda. Üç ağır yaralı var, müdahale altındalar. Bitirir bitirmez yola çıkacaklar.”
Timur’un yüzü kasıldı, çenesindeki damar belirginleşti. “O ‘bitirir bitirmez’ kelimesini unutun!” diye patladı. “Burada da yaralı var! Hemen bir ekip yönlendirin, tekrar ediyorum, hemen!”
Telsizin ucundaki ses bir an sustu, sonra temkinli bir tonla yanıt verdi:“Anlaşıldı, yüzbaşım. Hemşirelerden biri az önce çıktı. Yirmi dakika içinde yanınızdalar.”
Yirmi dakika… Bu kelime havada asılı kaldı. Timur, telsizi sinirle kapattı, cihazın metal sesi çadırın önünde yankılandı. Bir an yumruğunu sıktı, nefesini tuttu.
“Yirmi dakika diyorlar,” diye mırıldandı kendi kendine. “Yirmi dakikada bu çocuk nefesini bile kaybedebilir…”
Gözleri yerde yatan yaralısına döndü. Asker hâlâ bilincini kaybetmemişti, zor nefes alıyordu. Timur diz çöküp elini yaralının alnına koydu. “Dayan evlat,” dedi, sesi titredi. “Dayan, doktor geliyor.”
Kendimi düşünmeyi kestim. Toprağın soğuk yüzeyine baktım; sedyede yatan askerin göğsü zorlanarak kalkıp iniyordu, yüzü solgundu. Nefesimi toplayıp kendimi toparladım — paniğe yer yoktu, tek düşüncem zamandı.
“Şimdi değil Eylül. Aklını çalıştır!” diye fısıldadım kendi kendime.
Sonra sesimi duyurmaya çalıştım, sesim sert çıktı: “Çadıra alın, hemen çadıra alın! Kan kaybediyorlar! Yirmi dakika içinde hayatta tutmamız gerek!”
Çadıra daldım, dolapları hızla karıştırdım. Steril pedler, sargı bezleri, elastik bandaj, penset, eldiven… Hepsi eğitimde öğretilen basit ama hayat kurtarıcı şeyler.
Yıllar önceki ilk yardım kursundaki her hareket, şimdi bana geri geldi. Bu eğitim boşuna değildi. Malzemeleri kucağıma toplarken yüzbaşı önümde belirdi, öfkeyle baktı.
“Ne yapıyorsun?!” diye kükredi.
Malzemeleri onun kucağına sertçe bıraktım, nefesim hâlâ düzensizdi ama gözlerimde karar vardı.
“Ne mi yapıyorum?! Yirmi dakika içinde hayatta kalmaları için elimden geleni yapıyorum!” diye karşılık verdim.
“Askerleri çadıra alın. Kırık-çıkık olabilir, dikkatli taşıyın; aynı anda düzgün bir pozisyona yatırın!” komutlarını sıraladım.
İlk olarak yaptığım şey A-B-C’ydi: Airway (hava yolu), Breathing (solunum), Circulation (dolaşım). Bu temel algoritma kafamda açıktı.
Sedyedeki askere eğildim; bilinci açık ama sersemlemiş gibiydi. Hava yolunu kontrol ettim — konuşuyor, homurdanarak nefes alıyor, bu iyiydi; ama nefesi yüzeyseldi.
Ağzında yabancı bir şey yoktu. Diğer yaralının nefesi çok zayıftı; göğsü zorlanarak kalkıp iniyordu.
“Hava yolunu açık tutun!” diye seslendim. “Çenesini hafif kaldırın, ama boynunu zorlamayın; bir travma olabilir. Biriniz başını sabit tutun, diğeri çeneyi desteklesin.”
“Kanamayı kontrol edin!” dedim sonra. Bir er, sargı beziyle gelip büyük bir arteriyel dananın bulunduğu yerde baskı uyguladı.
Direkt basınç—ilk tercihti. Eğer direkt basınç yetersiz kalırsa turnike gerekir; ama bu son çare.
Ellerimi eldivenle kapatıp pedleri bastırdım, sertçe tutmalarını işaret ettim. Kan akışı yavaşlamaya başladı ama hâlâ tehlikeliydi.
Birinin nabzını kontrol ettim — radial nabız zayıftı. Parmağımı damarın üstüne bastırdım, zamanla doluşuna baktım; kapiller dolum gecikiyordu. Bu şok işaretiydi. Hemen ayaklarını hafifçe kaldırmalarını istedim:
“Bacaklarını yukarı kaldırın, ayaklarını 15–20 santim. Sıcak tutun, battaniye!” “Sıcak tutun, hipotermi öldürür,” diye ekledim; etrafta battaniyeler aranırken bir yandan da nabzı sürekli kontrol ettim.
Timur önce itiraz etti, sert bir sesle: “Doktoru bekle!” dedi.
Ama ben arkamı dönüp ona baktım, gözlerimde o şeytansı kararlılık: ''Doktor gelene dek hepsi bende. Bana yardım et!” dedim. “Biriniz hava yolunu kontrol etsin, biri basıncı sabit tutsun, biri battaniye getirsin.”
O an yüzünde bir çatlama oldu — karışımı öfke ve kabullenmeydi. Gözlerinin içindeki endişeyi gördüm; emri veren adam, şimdi yardım eden biriydi.
Kabul etti: ellerini alıp bana yöneldi. Birlik komutanı olarak emirleri verdiği hâlde, şimdi benimle aynı işi yapıyordu.
Bir asker bana bandaj verirken ben diğer yaralının koluna bastırarak kan akışını kontrol etmeye devam ettim.
Bir er kemerini turnike yapmaya hazır tuttuğunda ben hızlıca düşündüm — direkt basınç işe yaramazsa, limb kanamasıysa turnike hayat kurtarır; fakat bilinçli karar gerektirir. Şimdilik basınç ve sıkı pansuman ile idare ediyorduk.
Aynı anda sürekli konuşuyordum, hem yaralılara hem de ekibe: “Nabzını söyleyin, saat kaç, oksijen verilse iyi olur ama bekleyeceğiz. Saat tutun, her üç dakikada bir kontrol edin. Bilinci düşerse başını yana çevirin, solunum durursa suni solunum gerekebilir.”
Telsiz tekrar uğultuyla sesi duyurdu; doktorun yirmi dakika içinde çıkacağı haberi gelmişti. Ben o 'yirmi dakika'yı bir ömür gibi saydım, ama elimde ne varsa, onu yaptım.
Her hareketimi sakin ve hızlı yaptım; eğitimim kadar mantığım ve korkusuzluğum işe yarıyordu.
Timur bir ara bana baktı; gözlerinin içindeki sertlik yumuşadı. Elindeki sargıyı bana uzattı. “Sıkıca tut!” diye fısıldadı — emir değil, yardım. O an anladım: onu sorgulamak için değil, birlikte kurtarmak için oradaydık.
Bittiğinde ellerim titriyordu ama kan azalıyor, yaralıların durumu stabil kalıyordu. Bu, doktorun gelmesi için bana nefes aldıracak kadar bir süre kazandırmıştı. Yaptığım şey cerrahi değil, hayatta tutmaktı — ama sahada işin büyük kısmı da buydu.
Gözlerimden yaşlar sessizce akıyordu. Yaralı askerlerin durumlarını sabit tutmaya çalışıyordum. Dudaklarımı ısırıyor, sargı bezine bastırmaya devam ediyordum; ellerim titriyordu ama duramazdım.
“Nefesi kesik kesik geliyor!”
Sesi duyar duymaz başımı çevirdim. Gözlerim irileşti; bir askerin nefesi giderek düzensizleşiyordu. “Kafasını yana çevirin! Çenesini kaldırın, nefes yolunu açın!” dedim yüksek sesle.
“Böyle mi?”
“Panik yapma, sakin ol! Evet, öyle, evet... Çevir, kaldır çeneyi…”
Birkaç saniye boyunca gözümü ondan ayırmadım. Sonra hırıltılı bir nefes sesi geldi — asker tekrar nefes almaya başladı.
“Nefes alıyor…” dedi diğeri şükürle. “Dayan devrem, az kaldı, dayan!”
Tam o anda önüme döndüğümde nefesim kesildi. Pansuman yaptığım yerden tekrar kan sızıyordu. Sargı bezi kaymıştı.
“Sargı bezi!” diye bağırdım. “Sargı bezi lazım, kanaması başladı!”
Timur hızla dolaba yöneldi, ne bulduysa kucaklayıp önüme bıraktı. Temiz sargıyı alıp bastırdım, parmaklarımın arasından sıcak kan akıyordu. Sabit kalmam gerekiyordu.
Tam o sırada arkamdaki askere baktım. Sedyede yatanın rengi giderek soluyordu. Göğsü zorlukla inip kalkıyordu.
“Beni duyuyor musun?!” dedim sesim titreyerek. “Hey, beni duyuyor musun?! Konuş benimle!”
Bir şeylerin ters gittiğini o anda anladım. Timur’a döndüm, sesim neredeyse emirdi artık:
“Ayaklarını yükseltin! Üzerine battaniye örtün, kanı beyne gitmeli! Elini tutun, konuşturun — uyanık kalmalı!”
Timur tereddüt etmeden eğildi, askerin elini kavradı. Sesi bu kez öfke değil, korkuydu: “Beni duyuyor musun, aslanım?! Hadi konuş! Kimsin sen asker?! Dayan, hadi dayan!”
O an, bütün çadır nefesini tuttu. Yaşamla ölüm arasındaki çizgi, gözlerimizin önünde bir ip gibi gerilmişti.
Dakikaları sayıyordum. Zaman sanki kasıtlı olarak ağır ilerliyordu; her saniye kulağımda yankılanıyordu. Kimse konuşmuyordu. Tek duyulan, nefeslerin düzensiz sesiyle karışan kalp atışlarıydı.
Ama ben susmuyordum. Konuşmaya mecburdum. Ellerim titriyordu ama sesim kararlı çıkıyordu.
“Nabızlarını düzenli kontrol edin. Ten renklerini gözleyin. Solunumlarını izleyin. Gözlerini açık tutun, sakın uyumalarına izin vermeyin.”
Sözlerim çadırın içinde yankılandı. Korkumu bastırmak için konuşuyordum belki de, ama her kelimem sanki bana da güç veriyordu.
Yanımdaki askerler başlarıyla onayladı; birinin elinde kronometre vardı, biri sargı bezini sıkıca bastırıyordu. Timur sessizdi, ama gözleri her hareketi izliyordu — komutan gibi değil, sanki bir şey öğrenmek ister gibi.
Benim için o an, dakikalar değil, hayatlar sayılıyordu.
Dakikaları sayıyordum. Bir an önce doktorların ve hemşirelerin gelmesi için dua ediyordum.
Yaralı askerleri hayatta tutabilmek için bildiğim her şeyi yapmıştım ama bundan sonrası artık benim elimde değildi. Gerisi doktorlardaydı. Ve onlar gelene kadar… Kötüyü düşünmek istemiyordum.
Çadırın dışında bir koşuşturma, bir karmaşa yükseldi. Adımlar yaklaştı, perde birden aralandı. Doktorlar ve hemşireler içeri doluştu — nefes nefese, ellerinde acil müdahale çantalarıyla.
“Ne oluyor burada?” dedi doktor, kaşları çatık. “Yaralılar ne durumda?!”
Derin bir nefes aldım, sesim hızlı ama netti: “Üç yaralı. Birincisinde sol önkolda dış kanama vardı; direkt basınç uyguladık, pansuman sabit. Nabız zayıf ama düzenli. Şok pozisyonu verdik, hipotermiye karşı üzeri örtülü. İkincide hava yolu tıkanma riski gelişti; yan pozisyon ve çene kaldırmayla solunumu açtık, şu an takipte. Üçüncü yaralıda bilinç dalgalanması ve düşük nabız var. Ayakları yükseltilmiş durumda, oksijen desteği bekliyoruz.”
Doktor hemen diz çöküp nabız kontrol etti, hemşirelerden biri stetoskopla dinlemeye başladı, diğeri tansiyon ölçtü. Kısa süreli bir sessizlik oldu — yalnızca cihaz sesleri duyuluyordu.
“Ben yapılması gerekenleri yaptım,” dedim nefesimi toparlayarak. “Şimdi çekilebilir miyim?”
Doktor başını kaldırmadan, net bir tonla konuştu:“Hayır, devam et. Basıncı bırakmaman lazım. İkinci kompres hazırda kalsın, serum seti takılıyor.”
Dudaklarımı ısırdım, ellerim titrerken sargıyı sıkıca tutmaya devam ettim. Her saniye sonsuz gibi uzuyordu. Doktorun sesi çadırın içinde yankılandı: “Nabız sabitleniyor… Devam edin, bırakmayın.”
Timur yan tarafta sessizdi. Beni izliyordu ama bakışlarında ilk kez şüphe değil, saygı vardı. Ben ise nefesimi bile tutmuş, yalnızca o üç askerin yaşamasını düşünüyordum.
“Durumları ne doktor?” Timur sonunda sessizliğini bozdu; sesi kısıktı ama tonunda gergin bir endişe vardı. “Yaşayacaklar, değil mi?”
Doktor, eldivenli elleriyle sargının kenarını kontrol etti. Steteskopla kısa bir dinleme yaptı, ardından başını usulca salladı.
“Şu an için vital bulgular stabil. Nabızlar düzenli, solunum açık. Taşımaya uygunlar ama gözlem altında kalmalılar. Uygulamalar doğru yapılmış — basınç, pozisyon, ısı dengesi… Açık konuşayım, bu hızda müdahale edilmeseydi üçünü de kaybedebilirdik.”
Bir süre kimse konuşmadı. Sessizliği, kanlı eldivenlerin hışırtısı bozdu. “Tebrik ederim,” dedi doktor sonunda, sakin ama net bir sesle. “Gerçekten iyi iş çıkarmışsınız.”
Ellerim hâlâ sargının üzerindeydi; o sırada erlerden biri kısık bir sesle konuştu Timur'a bakarak. “Biz bir şey yapmadık ki, komutanım…” dedi tereddütle. “Devrelerimin canını bu hanımefendiye borçluyuz.”
Başımı hemen iki yana salladım. Boğazımdaki düğümle zor konuşuyordum ama sesim kararlıydı: “Hayır. Sadece ben değil… beraber yaptık. Basıncı onlar tuttu, pozisyonu onlar ayarladı. Ben tek başıma olsaydım bu kadarını yapamazdım.”
Doktor başını hafifçe eğip onayladı, not defterine birkaç şey yazdı. “O hâlde bunu da rapora ekleyelim. Ekip müdahalesiyle üç yaralı stabil hale getirildi. Koordinasyonu kim sağladı?”
Timur kısa bir sessizlikten sonra konuştu: “Ben.” Ama sonra başını bana çevirip, duraksayarak ekledi: “O yönlendirdi.”
Doktor kısa bir bakışla ikimize de baktı, fazla yorum yapmadan çadırdan çıktı. Hemşireler yaralıların serumlarını sabitleyip taşımaya hazırlıyordu.
Ben hâlâ orada, aynı noktada duruyordum. Ellerimdeki kanın sıcaklığı geçmemişti. Yalnızca derin bir nefes aldım — sonunda.