EYLÜL
Hemşireler damar yolu açarken, ben bastırdığım sargıyı devralacak hemşireye uzattım. “Basıncı yavaşça devral,” dedim, sesim titrek ama kararlıydı. “Aniden kaldırma. Sızıntı olursa ikinci bezle destekle.”
Hemşire usulca başını salladı ve ellerimden işi devraldı. Ben ise birkaç saniye yerimde kaldım; boğazımda bir düğüm, kalbimde gürültüyle çarpan bir nabız… Ellerimdeki kanlı eldivenlere baktım. Parmaklarımın titremesini durduramıyordum.
Alnımdan yanağıma süzülen teri kolumla sildim. Eldivenleri dikkatle çıkardım, sonra ellerimi titreyerek steril ettim. Ama içimdeki kirliliği hiçbir dezenfektan temizleyemezdi. Çadırın perdelerine yöneldim.
“Eylül, nereye gidiyorsun?”
Timur’un sesi geldi ama duymamış gibi davrandım. Sesinde alışık olduğum o sertlik değil, bu kez bir endişe vardı. Ama ben artık nefes alamıyordum. Az önce yaşadıklarım… çok fazlaydı.
Perdeyi araladım, dışarı çıktım. Soğuk hava yüzüme çarptığında gözlerimi sımsıkı kapattım. Kollarımı bedenime sardım, dudaklarımı ısırdım. Nefesim kesik kesikti, titriyordum.
Bu benim ilk görevim değildi. Daha önce de cephelere gitmiştim. Patlama seslerini, çığlıkları, enkaz altındaki nefesleri duymuştum. Hatta sivillere, arkadaşlarıma defalarca ilk yardım yapmıştım. Ama bu… bu bambaşkaydı.
İlk kez bir askere dokunmuştum. İlk kez bir üniformanın üzerindeki kanı durdurmaya çalışmıştım. Ve o an, savaş sadece bir haber konusu olmaktan çıkmış, kanlı canlı bir kabusa dönüşmüştü.
“İyi misin?” Timur’un sesi arkamda yankılandı. Bu kez sesi yumuşaktı, neredeyse fısıltı gibiydi.
İlk defa beni bir ajan, bir şüpheli olarak değil… bir insan olarak sormuştu. “İyi miyim bilmiyorum,” dedim güçlükle. Sesim çatladı, nefesim titredi. “Hiç bu kadar kötü hissettiğim olmamıştı.”
Yanaklarımdan yaşlar süzülüyordu, hıçkırmamı bastırmaya çalıştım ama boğazımdan bir ses kaçtı. Timur birkaç adım yaklaştı, ama bana dokunmadı. Sadece durdu. O an aramızda sessiz bir anlaşma vardı; o konuşmasa da anlıyordum.
Bu sadece bir savaş değildi. Bu, insanın kendisiyle verdiği savaştı. Ben ilk kez bir cephede mahsur kalmıştım. Ve ilk kez, biri bana düşmanla dost arasındaki çizginin ne kadar ince olduğunu hissettirmişti.
“İçeride yaptıkların…” Timur’un sesi tok ve ciddi çıkmıştı; sanki her kelimeyi tartarak söylüyordu. Başımı yavaşça çevirdim, gözlerim onunla buluştu. Yüzündeki sert ifade bir an bile çözülmemişti.
“Bir ajanın, bir düşmanın yapamayacağı şeydi, değil mi?” dedim sessiz ama kararlı bir sesle. Dudaklarımın kenarı alayla kıvrıldı.
Timur’un kaşları çatıldı. Bir süre bakışlarını kaçırdı, sonra yeniden bana çevirdi. Bal rengi gözlerinde hem kuşku hem yorgunluk vardı.
“Neden yapmasın ki?” dedi, sesi bu kez daha düşük ama aynı ölçüde sertti.
Dudaklarım düz bir çizgiye dönüştü. “Ne demek istiyorsun?” dedim, sesim farkında olmadan keskinleşmişti. Göz ucuyla çevremizdeki erlere baktım; birkaçının dikkati üzerimizdeydi. “Sakın bana düşman da bunu yapar deme.”
“Evet, bazen öyle olur,” dedi kısa ama net bir ifadeyle.
Bir an içimden bir şey koptu. Nefesim sıklaştı, yüzümdeki tüm kaslar gerildi.
“Sen… sen cidden ne diyorsun farkında mısın?” dedim öfkeyle. “Ben düşman olsam, ajan olsam, orada o askerlerin yarasını neden sarayım?! Kendi halim ortadayken neden onların yaşaması için uğraşayım?!”
Timur’un çenesi kasıldı, adımları ağırlaştı. Yavaşça bana yaklaştı, her adımında çakıllar ezildi, toprak hışırdadı.
“Sesini alçalt,” dedi tehditkâr ama kontrollü bir tonla. “Senin karşında herhangi biri yok. Karşında Yüzbaşı Timur Karan var.”
Bir an nefesimi tuttum. Sonra sinirle gülümsedim, ama o gülümseme gerginlikten çok çaresizlik taşıyordu.
“Seninle tartışmak duvara konuşmak gibi,” dedim alayla. “Ben sana gerçeği söylüyorum, sen rütbeni hatırlatıyorsun.”
Timur susuyordu. Sadece gözlerini kısıp nefesini derin çekti. Ama ben durmadım.
“Senin de karşında muhabir Eylül Tekin var, yüzbaşı!” dedim, dikleşerek. “Ben emir alarak değil, haber alarak yaşarım. Bana sesini kıs diyemezsin!”
Bir süre sessizlik oldu. Hava ağırdı. Rüzgar bile ikimizin arasından geçmeye cesaret edememiş gibiydi.
Timur gözlerini benden ayırmadı. Çenesini sıktı, sonra bir adım geri çekildi. “Burada kuralların dışında hareket etmek seni korumaz,” dedi kısa ama ciddi bir tonla. “Bu cephede herkes şüphelidir, sen de dahil.”
Ben başımı kaldırdım, gözlerimi ondan ayırmadan cevap verdim: “Benim işim gerçeği ortaya çıkarmak. Senin işinse onu susturmak gibi görünüyor.”
Bir an sessizlik tekrar geri döndü. Ve o an, ikimiz de farkında olmadan, birbirimizi anlamaya en yakın olduğumuz andı.
“Umarım…” dedim dişlerimin arasından, “bir an önce kimliğim ve basın kartım ortaya çıkar. O zaman senin o morarmış suratını görmeyi iple çekiyorum, Yüzbaşı!”
Sözlerim bıçak gibi havayı yardı. Ardımı dönüp çadıra girmek üzereydim ki, kolum bir anda sertçe kavrandı. Timur’un eli demir gibiydi. Beni hızla geri çekti, nefesim kesildi.
“Tavırlarına dikkat et, Eylül,” dedi. Sesi alçak, neredeyse fısıltıydı; ama içindeki tehdit netti. “Gözüm üstünde.”
Bir an donakaldım. Sonra öfke yavaş yavaş kanıma karıştı. Kolumu ani bir hareketle kurtardım, gözlerim parladı.
“Bana böyle dokunma cüretini nereden buluyorsunuz, sayın Yüzbaşım?” dedim soğuk bir tonda. Kollarımı göğsümde birleştirdim, dik durdum. “Size dokunma izni verdim mi ben?”
Timur birkaç saniye suskun kaldı, sonra kısa bir kahkaha attı. Gülüşü sinir bozucuydu — alaycı ama içinde bir parça şaşkınlık vardı.
“Ya sabır…” diye mırıldandı dişlerinin arasından. “Umarım dediğin gibi olur. O kimlik ve basın kartı ortaya çıksın da, hepimiz rahatlayalım.”
Gözlerimi kısmıştım, nefesim hızlanmıştı. “Kimliğim ortaya çıktığında,” dedim kararlılıkla, “bir özrü çok görmezsiniz herhalde… değil mi, Yüzbaşı?”
Timur’un dudakları hafifçe kıvrıldı, ama bu gülümseme kibirliydi. Elleri askeri pantolonunun cebindeydi, bir ayağını yere sabitlemiş, diğerini hafifçe öne atmıştı.
“Bakalım, Eylül Hanım,” dedi soğukkanlı bir tonda. “O zamana kadar birbirimize katlanmak zorundayız gibi görünüyor.”
Telsizden gelen cızırtı, çadırın sessizliğini parçaladı. “Karan! Güney hattında hareketlilik var, muhtemelen çatışma başlayacak. Tahliye ekibi hazırlansın!”
Timur’un yüzü bir anda değişti. Kaşları çatıldı, sesi kararlıydı. “Anlaşıldı. Koordinatları gönderin, beş dakikaya çıkıyorum.”
O anda çadırın içinde bir hareketlilik hissettim. Perdeyi hafifçe araladığımda hemşirelerin ilk yardım çantalarını kapıp telaşla koşuşturduğunu gördüm; her hareketleri amaçlı, her adımları hızlıydı.
Metal tokaları, bez seslerini, aceleciliğin çıkardığı sırıltıyı duydum; içerideki hava aniden ağırlaştı.
“Ne oluyor?” diye sormak istedim ama kimse cevap vermedi — herkes görev başındaydı, kimse boş konuşmaya vakit ayırmıyordu.
Bir an sonra doktorun yüzüne baktım. “Yaralılar mı geliyor?” diye nefes nefese sordum.
“Evet,” dedi, yüzünde hesaplanmış bir ciddiyet vardı. “İlk müdahale sahada yapılacak. Kan kaybı yüksek olanları orada sabitleyeceğiz.”
Doktor sedyelerde yatan üç askere baktı; yüzlerinde beyazın altında solgunluk, dudaklarında suskun bir ağrı vardı. “Durumları taşınabilir,” dedi. “Hemen sevk etmeliyiz. Eğer buraya da sıçrarsa, çadır dayanmaz.” Sözcükleri kısa, kararlıydı.
Kalbim hızla göğsüme çarpıyordu. Perdeyi sertçe itip içeri girdim; çadırın içindeki kliniğin kokusu — antiseptik, metal, kan — boğazımı yakıyordu.
Köşede duran montumu kaptım, üzerime çektim; rüzgâr soğuğunu içime çekmiş gibi oldum. Diz çöktüm, botlarımın bağcıklarını sıkıca bağladım; hareketi yaptıkça içimdeki panik biraz daha kontrol altına girdi.
Ayağa kalktım, nefeslerim hızlı ama kararım sağlamdı.
“Ben de geliyorum...” dedim, nefes nefeseydim. Doktor bir an bana baktı, gözlerindeki şaşkınlıkla endişe karıştı.
“Eylül,” dedi ağır ağır, ''Sen sivil statüdesin. Bu durumda sorumluluk senin değil.”
“Daha öncesinde de sahada çalıştım,” diye çıktım ağzımdan, hızlı nefesler alıp verirken. “İlk yardım konusunda eğitimliyim. Üstelik... Az önce onları yirmi dakika boyunca hayatta tutmak için elimden geleni yaptım. Ben de geleceğim; elimden geleni yapacağım.”
O sırada perde birden açıldı. İçeri Timur girdi; yüzü taş kesilmiş, gözleri yukarıdan aşağıya bizi tarıyordu. “Ne dedin sen?” diye sordu, sesi kısa, komut gibiydi. Ona döndüm, göz göze geldik.
“Ben de gidiyorum, tahliyeye dedim,” diye yanıt verdim. Söylediklerim onun sabrını sınar gibiydi; gözleri istemsizce devrildi, yüz hatları daha da sertleşti.
“İzin verdim mi?” diye çıkardı sesi, rütbenin ağırlığı satır aralarında hissediliyordu.
“İzin aldım mı peki?” diye karşılık verdim, omuzlarımı küçük bir meydan okuma ile dikleştirdim.
“Buradan çıkmıyorsun. Bu bölge tahliye hattına yakın, risk artabilir. Üstelik sen bir sivilsin, kendine gel!” dediğinde dudaklarım istemsizce aralandı. İçimde hem öfke hem çaresizlik vardı; sesi kulağıma hem emir hem uyarı gibi çalındı.
“Burada kalırsam daha mı güvende olacağımı sanıyorsunuz?” dedim sinirle, sesim kontrolden çıkacak gibi titredi.
“İyi madem... Tamam, bırakın hepiniz gidin. Ben burada çadırda kalayım. Sonra kafama bir bomba düşsün, yine artık kimin cephesine savrulurum, bu sefer kimin eline düşerim Allah bilir! Belki bu sefer şanssız olur ve düşmanların eline düşerim, ne dersin?! Sonra kafama sıkarlar mesela, sen de bulursun cesedimi, sonra da... Hah! Basın kartımı görür vicdan azab-”
Sözlerim bir taş duvara çarpıp geri dönüyordu; kontrolüm kayıyordu. Nefes almayı bile arada unutacak kadar hızlı konuştum, kelimelerim sanki içimde patlayan bir volkanın kırıntılarıydı. O anda Timur, sözcüğümü kesercesine bağırdı:
“Yeter!”
Dudaklarımı hemen birbirine bastırdım; sesi hâlâ kulaklarımda çınlıyordu. Göğsümde bir şey hem kırılıyor hem de sertleşiyordu.
İçimdeki öfke ile korkunun karışımı yüzüme vuruyordu; gözlerim doldu, ama bakışımı ondan kaçırmadım. Çadırın içindeki diğerleri de sessizleşmişti; herkes sessizlikte nefesini tutmuş gibiydi.
“Yüzbaşım…” dedi doktor, sesi önce temkinliydi ama sonra kararlı bir tona dönüştü. “Aslında kız iyi eğitimli. Panik yapmıyor, elleri titremiyor, korkusu yok — ve cesaretli. Az önce olanlara hepimiz şahidiz.”
Başını usulca çevirdi, sedyelerde yatan üç askere baktı. Yaralıların solgun yüzlerine düşen ışık titriyordu. “Onları hayatta tutan biz değildik, Eylül’dü. Müdahaleyi başlatan oydu; biz sadece devam ettirdik. Her ne kadar sivil olsa da, sahada işimize yarayabilir.”
Doktorun bu sözleriyle içimde sıcak bir umut kıvılcımı yandı. Kalbim öyle hızlı atıyordu ki, sesini neredeyse kulaklarımda duyuyordum.
Timur’un gözleri yüzümde geziniyordu; bakışlarında açık bir çatışma vardı — görev bilinciyle bir anlık inanç arasında sıkışmış gibiydi.
Bir süre konuşmadı. Nefesini burnundan ağırca verdi, alnındaki teri eliyle sildi. Ardından bir adım geri çekilip yüzünü sıvazladı, parmaklarını şakaklarında gezdirdi, sonra ellerini beline koydu.
Sessizlik çadırın içinde ağırlaştı. Ben nefes bile almaya korkarken, onun kısık sesi duyuldu: “Bu sorumluluk bana ait olacak,” dedi sonunda. Sesi kararlıydı, tonunda bir kırılma yoktu. “Eğer bir aksilik olursa, hesabını ben veririm.”
O an içimde bir şey kımıldadı. Ne korku, ne rahatlama… sadece kararlılık. Beni süzen bakışlarında hâlâ bir güvensizlik vardı ama bir yandan da istemsiz bir kabul.
Doktor, sessizce başını sallayıp sedyelerin bağlı olduğu kemerleri kontrol etti.
“O hâlde çıkıyoruz,” dedi. “Sahadan gelen koordinatlara göre beş kilometre güneyde yaralılar var. Tahliye rotası güvenli, ama hızlı olmalıyız.”
Hemşireler serum çantalarını toplarken çadırın önünde gürültü yükseldi. Bir araç yanaştı; motorun titreşimi toprağı sarsıyordu.
Dışarı çıktığımda akşamın loş ışığında farlar yüzüme vurdu, gözlerimi kısmak zorunda kaldım. Hava kurşun gibi ağırdı, rüzgâr tozu kaldırıyor, her nefeste boğazım yanıyordu.
Timur telsizini kulağına götürmüş, hızlı talimatlar veriyordu:“Birinci araç önden çıkacak, ikinci araç sağlık ekibini taşıyacak. Arkadan destek timi gelsin. On dakikalık aralık bırakmayın.”
Arkasını döndüğünde beni görünce bir an duraksadı. Gözleri kısa bir anlığına yumuşadı, sonra hemen o tanıdık sertliğe döndü.
“Yanımdan ayrılmıyorsun,” dedi kısa bir tonla.
“Zaten ayrılmayacağım.”
Doktor sedyeleri taşıyan iki ere işaret etti. Üç asker, battaniyelere sarılı halde, dikkatlice araca bindiriliyordu.
O çocukların yüzlerine baktım — biraz önce çadırda ellerimle tuttuğum nabızlar, şimdi ince bir yaşam çizgisine dönüşmüştü.
Gözlerim doldu ama yutkundum, belli etmedim. Timur araca binerken eliyle bana işaret etti. “Sen arkaya geç. Orada dur, sesini çıkarmadan ne söylenirse onu yap.”
Aracın demir basamağına bastım, titreyen parmaklarımla tutunup içeri geçtim.
İçeride ilaç kutuları, turnike bantları, kan torbaları diziliydi. Motor çalıştığında araç sarsıldı; metalin gıcırtısı kulaklarımda yankılandı.
Telsizden bir ses daha geldi:“Karan, hareketlilik artıyor. Muhtemelen temas yakın!”
Timur başını çevirdi, camdan dışarı baktı. Yüzü taş gibiydi ama elinin direksiyonun kenarında hafifçe kasıldığını gördüm.
“Hızlanıyoruz,” dedi kısa bir emir tonuyla.
Araç, kamp alanından uzaklaşırken çadırların ışıkları birer birer geride kaldı. Toz bulutları arkamızda dans ediyor, önümüzde karanlık bir ufuk uzanıyordu.
Ben o anda bir gerçeği fark ettim — Artık sadece bir gazeteci değildim. Bu savaşın tam ortasındaydım. Ve ne Timur’un emri, ne doktorun teminatı… hiçbiri beni bundan koruyamazdı.
Sadece kalbimin sesini duyuyordum. Her atışında bir cümle yankılanıyordu içimde: “Kurtardığın hayatların bedeli, şimdi senin cesaretin olacak, Eylül.”
Motorun uğultusu kulaklarımı resmen sağır ederken, kalbim tedirginlikle göğsüme çarpıyordu. Her an bir şey olacak diye korkuyor, ama aynı zamanda dikkatimi yaralı olan askere veriyordum.
Araç taşlı yollarda sarsılarak gidiyordu. Bakışlarım bir an olsun başka yere değmiyordu, gözlerim sabitti; askerin yüzünde.
Olabilecek ani bir ters durumda direkt müdahaleye hazırdım. Havanın içindeki barut kokusu giderek ağırlaşmıştı; bir yerlerde bir şey yanıyor gibiydi.
Telsizden cızırtılı bir ses geldi. “Karan, burası 1-2. Rota temiz görünüyor, ama kuzey hattında duman yükseliyor. Temas olabilir.”
Timur ön koltuktaki sürücüye kısa bir göz attı. Yavaşlama, görüş mesafesi azalmadan geçmemiz lazım,” dedi dişlerinin arasından.
Elleri dizlerinin üzerinde sıkılıydı; bakışları ön camdan ufka sabitlenmişti.
Motorun titreşimi yüzünden serumlar hafifçe sallanıyordu. Parmak uçlarımı askerlerden birinin bileğine koydum — nabız zayıftı ama hâlâ vardı.
Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki, sanki motorun sesiyle yarışıyordu. Her toz bulutu bir tehlike gibiydi artık gözümde.
Bir anda telsizden başka bir ses daha geldi, bu kez daha gergin: “Karan! Durum değişti, kuzeydoğu yönünde hareketlilik tespit edildi. Tekrar ediyorum, kuzeydoğu yönünde—”
Ama o cümle yarım kaldı. Bir patlama sesi yankılandı, ardından aracın altında toprak sarsıldı. Araç bir anda yana yattı, metal bir çığlık oldu. İçerideki her şey havaya fırladı; serumlar, tıbbi çantalar, metal kutular...
Sarsıntıyla yana savruldum; alnım sert bir yere çarptı, gözlerimin önü karardı. Nefes almaya çalıştım ama boğazım yanıyordu; içeri dolan toz ve duman ciğerlerimi yakıyor, her solukta paslı metal tadı ağzıma doluyordu.
Kalbim deli gibi çarparken, korku bir anda zihnimi ve bedenimi ele geçirdi. İçimdeki panik boğazımı sıktı, ellerim buz kesmişti. Ama bu kısa sürdü.
Gözlerim hemen yanımdaki yaralı askerin bacağına kaydı. Üniformasının diz kısmı yırtılmıştı; kalın kumaşın altından kırmızıya dönmüş bir akış toprağa sızıyordu. Bacak, kan kaybından titriyordu. Dudaklarından boğuk bir inilti çıktı, göz kapakları ağırdı.
“Dayan, dayan, ne olur dayan! Lütfen dayan!” dedim. Dizlerimin üzerinde dengesizce doğrulmaya çalışırken çantayı aradım. Kalbim boğazımdaydı, nefesim kesiliyordu ama bulduğumda içimde bir şey toparlandı.
Turnikeyi çıkardım; yan yatmış zeminde dizlerimin üzerine çömelip bacağın biraz üstünden sıkıca sardım. Sürtünmeden çıkan metal sesiyle titredim ama durmadım.
“Hayır! Hayır, sakın gözlerini kapatma, beni dinle!” dedim, ellerimle elini kavradım. Avuçları soğuktu. “Bana ismini söyle. Kimsin sen? İsmini söyle, konuş… duydun mu beni?”
Kısık, boğuk bir ses çıktı aralığından: “R… Recep…”
“Recep, sakın uyuma. O gözleri sakın kapatma, duydun mu? Hiçbir sorun yok, merak etme.” Sesim titredi, boğazım düğümlendi ama konuşmayı bırakmadım.
O sırada bir ses, gür ve sert bir komut gibi çınladı: “Eylül, duyuyor musun beni?!”
Bir an yerimden sıçradım, başımı kaldırdım. “Ne?!” diye bağırdım.
“İyi misin diyorum sana?! Cevap ver!”
“İyiyim! Sesimi duyuyorsun ya!” diye çıkıştım, ama gözüm hâlâ askerdeydi. Parmağım onun nabzında, zayıf ritmi hissediyordum.
“Tamam! Siper al! Sedyeyi sabitle, çıkıyoruz!”
“Tamam! Ama önce yaralılar, sonra ben!” diye bağırdım. Sesim hem öfke hem korku karışımıydı.
Askerin dudakları titredi. “Ü… üşüyorum…” diye fısıldadı.
Bir an bile düşünmeden üzerimdeki montu çıkardım, dikkatle üzerine örttüm. “Tamam Recep, şimdi daha iyi olacak… Az kaldı, dayan.”
Diğer iki askerin nefesleri hâlâ düzenliydi. Dizlerimin üzerinde sürünerek onlara uzandım. Nabızlarını tek tek kontrol ettim; zayıftı ama vardı. Tam ayağa kalkmaya çalışırken zemin kaydı, yere kapaklandım.
Çenemi metal zemine çarptım; acı bir yanma hissettim. Dudaklarım kanadı ama kendimi toparladım, tekrar doğruldum.
Timur hemen arka tarafa geçti, gözleri hızla sedyelere kaydı, sonra bana. Yüzü kan içinde ama dikkati dağılmamıştı. Ben hâlâ askerin başındaydım, bastırdığım kan torbası avuçlarımda kayıyordu.
Elini yukarı uzattı, kapak kolunu yakaladı. Metalin direncine karşı bütün gücüyle bastırdı. Kapak sıkışmıştı; dişlerini sıktı, dizini dayadı, tekrar itti. Omuz kasları gerildi, çenesindeki damar belirginleşti.
Bir gürültüyle kapak açıldığında dışarıdan soğuk hava ve toz aynı anda içeri doldu. Havanın içindeki barut kokusu ciğerlerime kadar işledi.
Dışarıdan iki asker koştu, kollarını uzattı. Timur önce dışarı çıktı; bir yandan dışarıyı koruyor, bir yandan içeriye komutlar veriyordu.
Ben sedyedeki askerin bacağına yeniden baktım; kanama durmuştu ama nabzı hâlâ zayıftı. Parmaklarımda onun sıcaklığı kaldı. Göğsüm inip kalkıyor, kalbim sanki kaburgalarıma vuruyordu.
Timur geri eğildi, eliyle bana uzandı. “Sıra sende, gel!”
Başımı iki yana salladım, nefesim hâlâ düzensizdi.“Önce onlar! Ben değil!”
Söylediğim anda göz göze geldik. Toz ve kanın arasında, o kısa anda gözlerinde bir şey gördüm. Emir değil, insani bir şeydi — endişe, belki de saygı.
“Peki,” dedi, sesi bu kez daha alçak, “Ama sen son çıkıyorsun.”
Timur’un sesi birden yankılandı: “Yaralılar çıkıyor! Hemen koruma hattı oluşturun, hemen!” diye kükredi.
Sedyeler dışarı taşınırken ben de onlara yardımcı olmaya çalışıyordum; her hareketim panikleydi çünkü bir saniye daha kalmaları bile ölümcül olabilirdi.
Her bir askeri izlerken içimde bir parça titriyordu — onları hayatta tutmuştum ve şimdi nefes aldıklarını bilmek göğsümü sıkıyordu.
Askerler çıkarıldığında Timur bana döndü: “Çık, hadi, çık!” dedi. Sürünerek aracın kapağına doğru ilerledim. Tam o anda yakınlardan gelen bir patlama ile yer sarsıldı; dudaklarımdan içten bir çığlık kaçtı, gözlerim buğulandı.
“Timur!” diye bağırdım. “Timur, git! Ben gelirim, git yüzbaşı!” Diz kapağımın derin bir sızı verdiğini hissettim; daha yeni düştüğüm için acı vardı ama asıl tuhaf olan, acının olduğunu fark etmememdi — adrenalin her şeyi maskeliyordu.
“Çık dedim sana, çık Eylül! Seni burada bırakıp gideceğimi mi düşünüyorsun, baş belası! Çık şu araçtan!” diye bağırdı, sesi şimdi neredeyse haykırışa dönüşmüştü.
Onu duydum ama hareket edemedim. Zemin yan yatmıştı, ayaklarımın altındaki taban dengesizdi; tutunacak sağlam bir yer aradım.
Elimi uzattım; yerde kanlı bir turnike, kırılmış bir serum şişesi ve eğilmiş metal parçalar vardı.
Tam o sırada ikinci bir patlama daha koptu; zemin bir kez daha yerinden fırladı. Duman, sıcaklık, barut kokusu üzerime çöktü. İleri doğru atıldım, sonra aniden geriye doğru çekildim.
Korkuyla arkama baktım ve gördüğüm karşısında donup kaldım: delikli kazağım aracın çarpılmış metal çıkıntısına takılmış, ipleriyle düğümlenmiş gibiydi — nasıl olduğunu anlamadan kendimi geri çekiveriyor sandım.
“Hassiktir!” diye bağırdım, ağzımdan çıkan o kelime panik ve öfkenin karışımıydı. Düğümü el yordamıyla çözmeye çalıştım, parmaklarım metalin keskin kenetlerine takılıyor, kumaş daha da sıkışıyordu.
“Sana burada konuşmana dikkat edeceksin demiştim! Eylül, siktir çekmeyi bırak ve çık şu araçtan!” diye tekrar kükredi Timur, sesindeki öfke korkusuyla harmanlanmıştı.
“Çıkamıyorum!” diye bağırdım, sesim titriyordu. “Kazağım… kazağım takıldı! Git… Timur, git! Bırak, git — ölürsem öleyim! İki üç gündür kimliği belirsiz bir sivilim; şimdi kimliği belirsiz bir ölü olsam da fark etmez!”
O an Timur’un kaşları çatıldı; burnundan öfkeyle nefes alıp verirken birkaç adım geri çekildiğini gördüm. Nefesim kesildi. Başımı hafifçe eğdim, gözlerimden yaşlar süzülüyordu; hıçkırıklarımı bastıramıyordum.
Bir anda gözümün önünden kardeşlerim geçti… ardından annem, babam, arkadaşlarım. Hepsi bir film şeridi gibi zihnimden akıp gitti.
Kalbim göğsümde çarparken, etrafımdaki sesler birer birer silindi. O anda, kendimi ölümün soğuk ellerine bırakırken dudaklarımın arasından tek bir şey döküldü: Şehadet.