Bölüm- Bir Gülüşte Kaybolmak

893 Words
Yiğit Masama oturmuştum. Dosyalar önümdeydi, ekran açıktı. Deniz’in kamerasındaki kartları incelemeye başlamıştım tekrar. Fotoğraflar…Doğa… Ağaç, kar, rüzgâr… Ve birkaç self-timer portre. Hepsi estetikti ama bir şey eksikti. Son klasördeki bir video gözüme takıldı. Adı sadece “aile.mp4” Yanında bir tarih vardı. Bir kaç yıl öncesine ait… Tıklayıp açtım. Ekran bir anda hayatla doldu. Güneşli bir bahar günü… Piknik örtüsünde dör kişi… Bir baba, bir anne, bir kardeş ve… Deniz. Kamerayı annesi tutuyordu, belli. Kadıncağız arada objektife gülümseyip bir şeyler söylüyordu. Ama Deniz… O kahkahalar. O gözlerinin içiyle gülmesi. O anın içindeki hali. Yüzü ışık gibiydi. O an… zaman durdu. Sanki odada sadece o video ve ben vardım. “Sen şimdi neden böyle gülmüyorsun Deniz?” “O gülüş… nerede kaldı?” Boğazımda bir yumru hissettim. Birlikte yaşanan anların kıymetini fark ettiren bir görüntüydü bu. O kadar canlıydı ki… Sanki o neşenin içine ben de karışmak istedim. Kapı tıklandı. Başımı kaldırmadım. Ali içeri girdi, omzunda montu, elinde termos. “Rütbede miyiz komutanım?” Başımı iki milim salladım. Hayır. Resmiyete gerek yok. Ali geldi, sandalyeyi çekip karşıma oturdu. Gözleri dikkatli. “Nereye daldın bu kadar?” Cevap vermedim. Ekrana baktı, görüntüyü gördü ama ses etmedi. Sessizliğimi anladı çünkü. Bir süre bekledi, sonra usulca sordu: “Deniz’e karşı bir şey hissediyorsun, değil mi?” Kaşlarım çatıldı ama cevap vermedim. O benden bir kelime bile duymadan çoğu şeyi anlar zaten. “Normalde sorguya aldığın biri için üç dakikadan fazla vakit harcamazsın. Komşun olsun, tanıdığın olsun fark etmez . Ama bu kadın… seni susturuyor.” Başımı çevirdim. Elimdeki kaleme daha sıkı bastım. “Sustum mu sence?” dedim. Ali güldü. “Sen ona karşı susmadın. Kendine sustun.” Damarıma bastı. Yüzüm ifadesiz kaldı ama içimde bir sızı büyüdü. Çünkü haklıydı. Bu kadına karşı içimde beliren şey bir görev refleksi değildi. O gülüş… beni içine çekmişti. Ve bu beni korkutuyordu. Ali ayağa kalktı. “Ne yaparsan yap. Ama olur da bir gün o gülüş geri gelirse… onun karşısında hâlâ sessiz kalırsan, işte o zaman kaybedersin.” Çıktı. Kapıyı kapattı. Ben videoya döndüm. O kadrajdaki Deniz’e. Henüz bana öfke dolmamış olan hâline… Henüz hayata küsmemiş olan hâline. İşte o an kendime şu soruyu sordum: “Ben bu kadını ilk ne zaman ciddiye almaya başladım?” Karargahta öğlen saatler (üçüncü kişi anlatımı) Kış akşamları erken bastırır Kars’ta. Dışarısı buz gibiydi ama içeride sıcacık bir enerji vardı. Yiğit masasının başında sessizce dosya inceliyordu. Ali dizüstü bilgisayarına eğilmişti. Efe ve Mehmet atışıyordu yine. O sırada Emre içeri girdi elinde küçük bir kutuyla. “Bana çay yok mu lan bu binada?” Efe kaşlarını kaldırıp suratını buruşturdu: “Senin için ancak sıcak su, o da dilini yaksın diye.” Emre pis pis sırıtınca Mehmet araya girdi: “Kavga etmeyin oğlum. Komutan burada.” Yiğit hafif başını kaldırıp baktı ama yine bir şey demedi. Efe, dikkatle Yiğit’e döndü. “Komutanım…” Yiğit göz ucuyla baktı. Bu “komutanım” diye başlayan cümlelerin genelde başa bela olduğunu biliyordu. “Şey… Artık komşuyuz ya hani. Hani şu ‘kafasına göre yasak bölgeye giren veteriner kız’… Yani Deniz… Komşumuz. Eve taşınalı 3 hafta oldu. Ama operasyondaydık, gelincede normal bir tanışama olmadı. Ne dersiniz, hoş geldin demek için bu akşam uğrayalım mı?” Emre, göz kırpar gibi yaptı: “Ben biblo bakmaya hazırım.” Mehmet gözlerini devirdi: “Ev hediyesi deyince herkes biblodan başka şey bilmiyor mu ya…” Ali araya girdi, çaktırmadan Yiğit’e bakarak: “Komutanım siz ne dersiniz? Bir çayını içer, hayvan doğurtma maceralarını dinleriz.” Yiğit başını dosyadan kaldırdı. Dudaklarının kenarında belli belirsiz bir kıpırtı vardı. Sanki gülümseme eşiğinde kalmış bir şey… “Alın bir şey. Akşam uğrarız. Kamerayı da götürürüm.” O an timde kısa bir sessizlik oldu. Çünkü Yiğit… “gidelim” demişti. Efe sessizce Mehmet’in koluna vurdu: “Komutanın onayı geldi! Tarihe not düş!” Ali ayağa kalktı: “Tamam o zaman. Ben Emre ile bir biblo beğenirim. Şirin bir şey olsun . Komutanım, kamerayı neden götürüyorsunuz?” Yiğit gözünü indirmeden: “İncelemem bitti şüpeli bir durum yok. Sahibine teslim edeceğim.” Ali, göz ucuyla Efe’ye baktı, Efe de gülümsedi. Ama kimse ses etmedi. ⸻ Akşam – Deniz’in Evi Kapı çaldığında Deniz mutfakta kahve koyuyordu. Mert çoktan gelmişti, koltuğa yayılmış şekilde: “Açmamı ister misin?” Deniz ellerini kurularken koşa koşa geldi: “Hayır ya ben açarım.” Kapıyı açtığında karşısında Yiğit ve timini görünce gözleri büyüdü. Elinde küçük, sevimli bir biblo vardı. Girişteki duvarda ‘hoş geldin’ yazan minik bir ahşap tabela. Efe kibarca uzattı: “Hoş geldin komşu. Geç olsun, güç olmasın dedik.” Deniz şaşkın ama mutlu bir gülümsemeyle: “Ne kadar tatlısınız… Buyurun içeri, lütfen.” İçeri girerlerken Mert kalkıp geldi, Efe’yi görünce sarıldılar. Efe: “Ben Mert’in moral kaynağıyım.” Mehmet: “Yalan. Adamın sinir sistemini çökertiyor.” Yiğit kapıdan geçerken Deniz’le göz göze geldi. Başını eğmeden ama gözlerini çok da kaçırmadan: “Fotoğraf makinen . Teslim ediyorum.” Deniz kartı alırken: “Eksik olma, devlet memuriyeti inceliği…” Yiğit dudak kenarında belli belirsiz bir kıpırdanmayla geçip koltuğa oturdu. Ali, Emre, Mehmet yerleşti. Kısa süre sonra herkes konuşmaya, şakalaşmaya başladı. Deniz şaşkınlıkla hepsine baktı. Hepsi Yiğit’in timiydi ama… Hepsi içten, samimi, eğlenceliydi. Biraz da… abartılı derecede Mert’e benziyorlardı! Mutfağa geçerken Mert fısıldadı: “Komutanla daha normal bir tanışma oldu bu ne dersin” Deniz ters ters baktı: “Çok hoş biriymiş, tanıştığıma memnun oldum(!)” Mert sırıttı: “Sen bilirsin… Ama dikkat et, timiyle geliyor…”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD