Elimde çay fincanı… Rüzgâr hafif.
Mart ayı, ama Kars bu. Soğuğu ince ince işler insanın içine. Ben balkonda , kafamdan geçenleri susturmaya çalışırken…
Yan tarafın balkon kapısı açıldı. Aynı anda, aynı sessizlikle… Çıktı.
Yiğit. Elinde çay. Klasik bardakta. Bir şey demeden kenardaki sandalyeye oturdu.
Bakmadık birbirimize. Ama sessizlik… Her şeyden daha fazla konuşuyordu.
Bir dakika. İki dakika. Sonra o ilk cümle geldi. Sanki boğazında kalmış, ama en sonunda pes etmiş gibi:
“Dün için… teşekkür ederim.”
Yavaşça kafamı çevirdim ona doğru. Göz göze geldik. İlk defa içinde öfke, kibir, sorgulama yoktu. Sadece… Samimiyet.
“Ben teşekkür ederim güzel bir akşam geçirdim sayenizde.”
Yüzünde çok hafif bir tebessüm belirdi. Belli ki alttan alta gülüyordu.
“Hayatla fazla yalnız savaşıyorsun Deniz”
İçime oturdu. Çok cümle gibi durmayan bir söz… Ama taşıdığı anlam ağır.
“Yalnızlık tercihimdi. En azından… eskiden öyle sanıyordum.”
Gözlerini kaçırmadı. Sanki o da yalnızlığı kendine yoldaş etmişti yıllardır. Sonra yine ciddi ifadesini takınıp uyarıda bulundu
“Burası İzmir değil, Deniz. Sınır köyleri tehlikelidir. Yalnız gitmeye kalkma .”
Damarıma bastı. Yüzüm düştü. Tonlaması emir gibi, ama niyeti korumaktı, biliyordum.
“Sen bana emir veremezsin.”
“Doğru. Veremem. Ama uyarırım. Çünkü… sorumluluk hissediyorum.”
“Ben yük değilim.”
“Biliyorum.”
Dudaklarımda buruk bir tebessüm belirdi. Bu… tartışma değil artık. Bir yakınlaşma gibiydi. Zıt kutupların ilk defa birbirine yaklaşma anı.
“Peki…” dedim alttan alır gibi, “yanıma birini alırsam… sen olur musun?”
Bu sefer o gülümsedi. Çayından bir yudum aldı. Sadece “belki” dedi.Sonra ikimiz de sustuk.
Ama o sessizlik ilk defa rahatsız edici değildi. Rüzgârla beraber, çay buharıyla sarılmış bir bağ gibiydi. İlk defa aynı noktadaydık.
İçeri girip hazırlandım malum masum canlar bekler. Saat henüz sekizi biraz geçiyordu ama klinik sabahın ilk ışıklarıyla birlikte dolmaya başlamıştı.
Kapı ardı ardına açılıyor, randevusuz gelenlerle takvim birbirine giriyor, Mert elinde çayla koştururken “Deniiiz, şu dosyayı bulamıyorum!” diye bağırıyor… Her şey üst üste geliyordu.
O gün klinikteki yardımcımız izinliydi. Her zamanki gibi. Ben önlükle bir muayene, bir kayıt, bir ilaç yaz… İğne yap, pansuman yap…
İçerisi tıklım tıklımdı.
Saat dokuz sularında Mert telefonla arandı.
“Ben hemen şu köye gidip geliyorum Deniz, yalnız idare edersin değil mi?” dedi.
“Gidip geliyorum” onun kodlamasıydı: En az üç saat yok demekti.
Elbette “Evet, sen git” dedim.
Kapı kapanmadan sonra klinik bana kaldı.
İki saat sonra klinik rahatladı tabi bende . Sessizlik. Nefes aldım. Kafamı kaldırdım…
Ve Yiğit’i gördüm. Kapıdan kamuflaj yoktu. Sade bir siyah tişört, haki pantolon. Ama bakışları… Hâlâ askeri düzende keskin.
Elinde küçük bir kutu vardı. Tatlı kutusu gibi.
“Mert burada mıydı?” diye sordu.
“Köye gitti ama bir saate gelir kahve yapabilirim istersen?” dedim.
Bir an duraksadı. Sonra içeri geçti.
Klinik loş, kahve cezvede. Sessizce tezgâha yaslandı. Ben fincanları doldururken bir müşteri daha geldi.
Uzun boylu, şık giyimli, genç bir adam.
Kedi taşıma çantasını elinde tutuyordu.
“Merhaba, randevum yok ama kedimin aşılarını yaptırmam gerekiyor,” dedi.
Ben başımla onayladım. Sıcak ve nazik bir şekilde ilgilenmeye başladım.
Ama adam… ilgisini sadece kedisine değil, bana da yöneltti.
“Veteriner olduğunuzu tahmin etmeliydim. Bu kadar güzel bir yüzün arkasında böyle güçlü bir meslek… etkileyici,” dedi.
Ben kibarca gülümsedim. Cevap vermedim.
Ama arkamdan gelen o tanıdık, soğuk ses buz gibi düştü.
“Burası flört mekânı değil. Hayvanın aşısı yapılacaksa yapılsın, yoksa çık.”
Adam şaşkınlıkla dönüp baktı.
“Pardon, siz kimsiniz?”
“Bu kliniğin ortağıyım,” dedi Yiğit, yalan söylemeden ama açıklamadan.
Adam yine bir şey diyecekti ama Yiğit’in bakışları… O keskin, delip geçen soğukluk…
O an evrenin her şeyi sustu.
Adam hiçbir şey demeden çantasını aldı ve çıktı. Kapı arkasından kapanırken içimde bir şey kıkırdadı ama dışarı yansıtmadım.
Arkamı döndüm, kollarımı bağladım.
“Yani şimdi her kedi sahibini böyle mi karşılayacaksın ? Kimi kovacaksın, kimi bırakacaksın?” dedim alayla.
“Kediyle ilgilenmedi ki,” dedi Yiğit, gözleri hala kapıya sabit.
“Ne yaptığı seni ilgilendirmez,” diyecek oldum ama sesim düşüktü. Kendi kalbimin atışı kadar düşüktü. O ise hâlâ o sert tavrındaydı. Ama gözlerinde bir şey vardı.
Kıskançlık.
Ve o bana yetti.