Dağdan inişleri başlamıştı. Hava biraz serinlemişti. Deniz, çektiği fotoğrafların heyecanıyla ara ara Yiğit’e göz ucuyla bakıyor, onun dağlara olan hâkimiyeti karşısında hafif bir tebessümle başını sallıyordu. Derken, patikanın kenarında bir kıpırtı dikkatlerini çekti.
Deniz:
“Dur! Orada bir şey var!”
Yiğit hızla önüne bakarak yürüdü. Küçük bir tilki, sol arka ayağını yerden kesmiş, korkmuş gözlerle onlara bakıyordu.
Yiğit:
“Muhtemelen tuzağa basmış yürüyemiyor.”
Deniz:
“Hemen çantamı ver!”
Çantasını açtı. İçinden küçük bir ilk yardım çantası, makas, bandaj ve antiseptik çıkardı. Dizlerinin üzerine çöktü, tilkinin yanına dikkatlice yaklaştı. Yiğit, o anki duruşuna kilitlenmişti.
[Yiğit – iç ses]
Bir hayvana yaklaşırken bile bu kadar nazik, bu kadar şefkatli olabilmek…
Nasıl mümkün bu kadın?
Gözleri gözlük takar gibi değil, kalbiyle bakıyor sanki. Dokunduğu her şeyi iyileştiriyor.
Deniz:
“Sakin güzelim… Tamam, artık güvendesin.”
Ayağındaki yarayı temizledi, çevresini dikkatlice sardı. Tilki gözlerini kırpıştırdı, başını hafifçe denizin dizine yasladı. Deniz gülümsedi.
Deniz:
“Bak, çok da minnettar. Bizi anlayabiliyorlar.”
Yiğit – yumuşak bir sesle:
“Senin gibi birini ilk defa görüyorum. Hayvanlar bile başka bir şekilde güveniyor sana.”
[Deniz – iç ses]
Senin bu ses tonunu ilk defa duyuyorum Yiğit Ateş. Yumuşak, kırılgan… Senin duvarlarının arkasında bir adam var. Ve ben o adama yaklaşıyorum. İstemeden… Ama isteyerek.
Deniz, tilkiyi patikanın güvenli bir yerine taşıdı. Küçük hayvan, iyileşmeye başlamış ayağıyla topallayarak ağaçların arasına karıştı. Birkaç saniye sonra tamamen gözden kayboldu.
Deniz:
“Haydi gidelim. Aşağıda bir çay borcun var bana.”
Yiğit – gülümseyerek:
“Senin gibi biri için çay değil, dağ deviririm.”
[Yiğit – iç ses]
Bunu neden söyledim ben şimdi? Kendine gel komutan… Kendine gel.
Yiğit’in dudaklarından dökülen bu cümle, Deniz’in ayaklarını yerden kesti ama o bunu asla belli etmedi. Durdu, başını hafif yana eğdi ve onun yüzüne baktı. Yiğit başını çevirmişti, söylediği cümleden kendi bile utanmış gibiydi. Ama… pişman da değildi.
[Deniz – iç ses]
O bunu… gerçekten mi söyledi? Dalga mı geçti, yoksa ciddiydi de, farkında olmadan mı döküldü dudaklarından? Her neyse…
Kalbimde bir şey oldu. Hafif… ama etkili.
Ve ben buna engel olamadım.
Hiçbir şey demeden yürümeye devam etti Deniz. Bir süre sonra patika bitti, toprak yola indiler. Aşağıdaki küçük derenin yanında durup sırt çantalarını yere bıraktılar. Yiğit termosundan çayı çıkardı, Deniz de yanında getirdiği iki katlanabilir fincanı açtı. Karşılıklı oturdular.
Yiğit:
“Seninle dağa gelmek… tuhaftı. Ama güzel bir tuhaf.”
Deniz:
“Benimle dalga geçmiyorsan… teşekkür ederim.”
Yiğit:
“Dalga geçmiyorum. Aksine, sana hayran kaldım. Az önce o tilkiyle… ben olsam dokunurken tereddüt ederdim . Sen hiç korkmadın.”
Deniz – gülümseyerek:
“Hayatım boyunca hayvanlarla iç içeydim. Onlarla konuşmadan yaşayamam. Bazen insanlardan daha anlaşılırlar.”
[Yiğit – iç ses]
Ve sen de, insanlar içinde en çok anlaşılmayı hak eden kadınsın.
Çaylarını içerken araya sessizlik girdi ama bu rahatsız edici bir sessizlik değildi. Her biri kendi duygularının içinde, birbirlerine alışma hâlindeydi.
Deniz:
“Yiğit…”
Yiğit – gözlerini ona dikerek:
“Hm?”
Deniz:
“Beni yalnız bırakmadığın için teşekkür ederim. Bugün… garip bir şekilde iyi geldi.”
Yiğit:
“Sana zarar gelmesin yeter.”
[Deniz – iç ses]
Senin ağzından çıkan her cümle…
Sert gibi geliyor ama altında başka bir şey var.
Korumaya çalışan bir adam var orada. Ve bu adam bana çok tanıdık. Çok… tehlikeli tanıdık.
Gözlerinin içine bakmadan konuşmaya devam ettiler. Sanki biri gözlerini kaldırsaydı, büyü bozulacaktı.
Yiğit:
“Sen… neden geldin buraya? Yani… burası İzmir gibi bir yerden sonra bayağı keskin bir değişiklik.”
Deniz hafifçe güldü. Hüzünle karışık bir tebessüm… Gözleri uzaklara daldı.
Deniz:
“Kaçmak istedim. Gürültüden, kalabalıktan, ama en çok… anılardan. Ailemi kaybettikten sonra, İzmir bana mezar gibi gelmeye başladı. Her köşe… bir hatıra, her sokak… bir yara gibiydi. Nefes alamıyordum. Mert ‘gel’ dedi. Ben de geldim.”
Yiğit ona sessizce baktı. Kelimeler boğazına takıldı bir an. Onun o güçlü duruşunun altında, tarifsiz bir yalnızlık vardı.
Yiğit – yavaşça:
“Üzgünüm. Bunu yaşamak… kolay değil.”
Deniz:
“Kolay değil ama insan zamanla alışıyor. Kabulleniyor. Yaşamakla yaşar gibi yapmak arasındaki farkı ayırt edemez hale geliyorsun.”
Yiğit – iç ses:
Tam olarak böyle hissediyorum. Yaşıyorum ama… içimde ne zamandır her şey ölü.
Yiğit:
“Benimki de farklı değil. Küçük yaşta asker oldum. Herkes hayatının baharında partilere giderken… ben sınırda devriye geziyordum. Her görevde biraz daha değişiyor insan. Bir gün ‘bitti’ dersin, ama bitmez. Kafanın içi sessizleşmez. Dışarısı sustuğunda içerisi bağırmaya başlar.”
Deniz – sessizce:
“Hiç… âşık oldun mu Yiğit?”
Bu soru onu hazırlıksız yakaladı. Gözlerini kaçırdı, bir süre sustu.
Yiğit:
“Bir kere sandım… ama yanılmışım. Sonrası… güven kırıkları. Hiçbir kadına yaklaşamadım.
Yaklaşmak istedim mi, onu da bilmiyorum. Belki korktum. Ya da… herkesi aynı kefeye koyacak kadar öfkelenmiştim.”
[Deniz – iç ses]
Tanıdık…Bildiğim… Acıtan ama yaklaştıran bir yalnızlık bu. Seninle aynı yerde durmuşuz Yiğit… ama haberimiz olmamış.
Deniz:
“Ben de birini sevdim. Hatta evlenmek üzereydik. Sonra aldatıldığımı öğrendim . Sonrası bomboşluk. Sadece iş, sadece rutin. Ama içten içe… hâlâ o güne takılıyım.”
Bir süre konuşmadılar. Sadece birbirlerinin nefesini duydular. Bu defa sessizlik, acıların kardeşliğiydi. İkisini de sarıp sarmalayan bir bağ gibi…
Yiğit – kısık sesle:
“Artık buradasın. Ve yalnız değilsin.”
Deniz – gözlerinde yaş parıltısı:
“Sen de…”
Kelimeler tamamlanmadı. Ama duygu… tamamen anlaşıldı.
Akşam, dağların üstüne morla gri arasında bir renk serpmişti. Gökyüzü ağır, sessizdi. Hava serinlemişti ama yürüyen iki kişi için bu serinlik, huzurla karışan bir ten teması gibiydi.
Ayak seslerinden başka bir şey duyulmuyordu. Arada esen hafif rüzgâr, Deniz’in saçlarını savuruyor, Yiğit’in yanaklarını tırmalıyordu. Ama ikisinin de içi tuhaf bir sıcaklıktaydı.
Deniz – iç ses:
Sanki bir süre önce aynı adamla didişen, laf sokan ben değildim. Sanki yıllardır onu tanıyordum. Sanki ona yaslansam, hiçbir şey kırılmaz gibi.
Yiğit – iç ses:
Konuşmasa da yanında yürümek yetiyor.
O gülüşü, o gözlerinin içine yerleşmiş hüzün.
Hepsi ayrı ayrı iz bırakıyor. Ne oldu bana?
Bir noktada Deniz yürümeyi yavaşlattı. Kollarını göğsünde kavuşturdu, başını gökyüzüne kaldırdı.
Deniz:
“Biliyor musun buradaki gökyüzü İzmir’den daha büyük gibi geliyor bana.”
Yiğit – gülümseyerek:
“Gökyüzü her yerde aynı. Sadece sen farklı bakıyorsun artık.”
Deniz ona döndü. O an göz göze geldiler. Ne bir adım attılar ileri, ne de kelime söylediler. Ama o bakışta ikisinin de içinde bir şey koptu, başka bir yere savruldu.
Ama ikisi de sessiz kalmayı seçti. Bazen kelimeler çoktu. Ve bazen hiçbir kelime, o sessizlik kadar derin olamazdı.
Eve vardıklarında kapının önünde durdular. Deniz yavaşça “Teşekkür ederim” dedi. Gözleri, Yiğit’in gözlerinde.
Yiğit – boğazı düğümlenerek:
“Her zaman…”
Deniz merdivenlerden çıkarken, Yiğit bahçede biraz daha bekledi. Onu yukarı çıkarken izledi. Sonra başını eğip gülümsedi.
Yiğit – iç ses:
Bu kadın… Sadece bir kalp çalmıyor. İnsanın içindeki tüm sessizlikleri konuşturuyor.