Deniz:
Sabah klinikte işler yoğundu. Ama aklım…
Aklım hâlâ dün geceki sözcükte takılıydı: “İzmir güzeli.”
“Derdin ne senin Yiğit Ateş?”
“Hem sahiplenir gibi davran, hem duvar ör…”
Klinikte bir boşluk bulduğumda kendimi arka odaya attım. Kafamı dinlemeye çalışıyordum ki, Mert kapının pervazına yaslanmış beni izliyordu.
Kollarını göğsünde birleştirmişti, gülümsemesi hafifti ama içinde merak kıvılcımları vardı.
“Dün gece ne oldu?”
Kaşlarımı çattım.
“Ne olacak, köyde bir doğum vardı. Sezaryenle aldık yavruyu. Her şey yolunda.”
Mert başını eğdi, sırıttı.
“Ben inekle ilgili kısmı sormadım.”
“Yiğit Abimle ne oldu?”
Bir an sustum. Omuzlarım düştü. Elimdeki kupayı masaya bıraktım.
“Bilmiyorum… Yani, birden bire karışmaya başladı.”
“Köylere yalnız gitme dedi. Sertti ama… niyeti kötü değildi. Sadece tarzı… hani… itici.”
Mert güldü.
“Ondan başka türlüsünü bekleme zaten. Yumuşak davranmak onun lügatında yoktur.”
“Senin abin hiç güler mi?”
“Çocukken gülerdi. Sonra o gülüş bir yerde kaldı. Sanırım ya okulda ya da ilk görevinde.”
“Bazen düşünürüm; nasıl bu kadar donuk kalabildi…”
Biraz durdu. Sonra bana döndü.
“Ama bak, bil ki… O konuşuyorsa… Değerlendir. Çünkü o, gerçekten umrunda olmayan kimseye tek kelime etmez.”
Bir an sustum.
“Yani bana karşı tepkisi… ilgiden mi?”
Mert gülümsedi. Ama o her zamanki, dalgacı Mert gülümsemesi değildi. Bu biraz daha “Ben anlamamış gibi yapayım” gülümsemesiydi.
“Bilmiyorum Deniz. Bence sen ne hissediyorsan ona bak. Ama bir tavsiye vereyim…”
“O adam kolay açılmaz. Kendini biraz açtıysa… bu sıradan bir şey değil demektir.”
Başımı salladım.
“Ben de açmak istemiyorum zaten kimseyi…”
“Kendim daha toparlanamamışken…”
Mert elini omzuma koydu, hafifçe sıktı.
“Zaman tanı ikinize de. Ama şu bir gerçek… Birbirinize hiç yabancı gibi bakmıyorsunuz.”