İki gündür yaşadığı tarifsiz duyguların, yediği yağmurun, uykusuzluğun onu hasta ettiğini düşünüyordu. Güç bela yataktan doğruldu ve kendine gelmek için duşa girdi. Havluya sarmak için eğdiği başını kaldırdığında aynada gördüğü yüz ona yabancıydı. Gözleri kızarmış, etrafı şişmiş, bakışları donuklaşmıştı. En son babasının pankreas kanserine yakalandığını öğrendiğinde bu kadar ağlamıştı. Farkedildiğinde dördüncü evreydi ve yapacak çok da bir şey kalmamıştı. Babası son günlerini palyatif bakım ünitesinde geçirmiş, Narin'in yorgun ve üzgün bakışları önünde son nefesini vermişti. Bir doktor olarak babasının ne kadar şiddetli acılar çektiğini bilen Narin, yaşlı adamın verdiği son nefesle hüzünlü bir rahatlama hissetmişti. Yaşadığı ağır yükün üstüne bir de hastalık eklenince, babasının dünya sürgününü bu kadar erken sonlandırması aslında onun için bir armağandı. Bu hisse tutunup ayakta kalabilmişti. Babası öldüğünde iki yıllık asistandı. Adli Patollojiyi kendi istemişti. Ölüler ona dirilerden daha çok şey öğretiyordu. Her cansız bedende keşfettiği iz, yaşayanlar için birer mihenk taşıydı. Adalete yardımcı olmanın yanında, beklenmedik bir anda hayata veda eden insanların gözleri arkada kalmasın diye çabalıyordu. Faillerin onların toprağının üstünde rahat yaşayamamasıydı amacı.
Aynı misyonu şimdi ablası için yüklenecekti. Serdar'ın anlattıkları sabaha kadar kafasında dönüp durmuş ve onu çok çetin muhasebelere sürüklemişti. Annesi o doğarken, ablası ve babası da birbirlerinden habersiz, birbirlerinin hasretiyle göçüp gitmişti. Bu koca şehirde yalnız kalmıştı artık...
Yok, yalnız değildi. Bir de Mehmet vardı. Mehmet onun yaşama sebebi olacaktı.
Saçlarını kuruttu, bedenini kuruladı ve evde yalnız yaşamanın verdiği rahatlıkla banyo ile odası arasındaki mesafeyi çırılçıplak vaziyette aldı. Evin soğukluğunun farkına varmış ama aldırış etmemişti. Bir zamanlar en soğuk günlerde bile sıcacık olan bu evin, soğuk bir otopsi salonundan farkı kalmamıştı.
Şifonyerin çekmecesinden siyah bir iç çamaşır takımı çıkarıp kendinin asla farkında olmadığı ama onu dışardan görenlerin hayranlıkla baktığı ince ve kusursuz bedenine giydi. Siyah dar bir kot pantolon ve bordonun en koyu tonunda boğazlı bir kazak geçirdi üzerine. Saçlarını toplayacaktı vazgeçti. Banyodan sonra kuruyan yüzüne sadece bir nemlendirici sürmekle yetindi. Askıdaki deri ceketini aldı ve botlarını ayağına geçirip kendisini bekleyen taksiye bindi.
-Adli Tıp Kurumu lütfen.
-Peki hanımefendi.
Yarım saatten fazla süren yolculukta, radyodaki futbol müsabakasının hararetli anlatımı dışında başka ses duyulmadı. Kuruma geldiğinde, idari binaya yönelip baş tabipten iki yıldır kullanmadığı izinlerinin tamamını istedi. Hiç bir koşulda işini aksatmayan, disiplinli ve çalışkan bu hekimin, böyle bir zamanda bu isteğini geri çevirmek olanaksızdı. Kısa bir taziye konuşmasının ardından otoparka yöneldi ve arabasına bindi. Serdar'a sesli bir mesaj bıraktı. 'Tunalı köşküne gidiyorum, Mehmet'i göreceğim. Gelişmelerden seni haberdar ederim. Beni merak etme.' Arasa onu vaz geçireceğini biliyordu. Mesajı gönderip telefonunu kapattı ve bütün hissizliği ile kontağı çevirdi. O yolu nasıl geldi, köşkün kapısından nasıl girdi hatırlamıyordu bile. Kapıdaki güvenliğe adını söylemiş, güvenlik de içeri bilgi verince Narin'e dönüp "Turan bey sizi bekliyor" demişti.
Duruşunu düzeltti ve emin adımlarla güvenlik kulübesinin olduğu alandan köşkün kapısına doğru ilerledi. Kapıyı genç bir hizmetçi açtı.
- Turan bey beni bekliyor.
Dedi
Kız kibar bir reverans ile Narin'i girişe davet etti. Giriş oldukça büyük ve gün ışığı ile aydınlanan, yüksek camların olduğu, beyaz mermerle kaplı bir alandı. Ellerini nereye koyacağını bilemez halde adımlıyor, birinin gelip onu gideceği yere götürmesini bekliyordu. Sonra ön otopsi raporundaki bir detay aklına takıldı. "7 metre yükseklikten mermer zemine düşmek suretiyle" gözleri yerde çakılıp kaldı.
O esnada ellerini arka cebine koymuş, siyahlar içindeki kadını üst salonun korkulukarı üzerinden bir çift göz seyre dalmıştı. Turan Tunalı.
Narin yüksekliği göz kararı ölçmek istercesine başını kaldırdığında Turan'la göz göze geldi. O esnada duyduğu bir sesle irkildi.
- Narin hanım buyrun. Turan bey sizi çalışma odasında bekliyor.
Tekrar baktığında orda değildi artık. Kendine yol gösteren adamı takip etti ve korkulukların başına geldiğinde durup aşağı baktı. Kahya bu hareketlere anlam veremiyor, tanımadığı bu kadının daha önce eve gelen polislerden biri olduğunu düşünüyordu. Bakışları dikkatli, sorgular ve sertti. Hali tavrı, kılık kıyafeti de bu düşüncesini desteklemişti. Çift kanatlı kapının önünde durup kapıyı çalan adam, içerden gelen onayla Narin'i içeri buyur etti. Genç kadın nefesini toplayıp, kendine bir korkusuzluk maskesi taktı ve odaya girdi. Oda boğazı en güzel yerden gören köşkün belki de en manzaralı odasıydı. 'Saçma' dedi kendi kendine. İnsan neden böyle bir odayı çalışma odası yapar ki? Dikkati dağılmaz mı? Sonrasında manzarayı kapatmak ya da sadece kendisi tatmak istercesine arkasını misafirine dönmüş, camdan dışarıyı seyreden, kendisi gibi siyahlar içindeki adama baktı ve kısa bir öksürükle varlığını duyurmak istedi.
Yavaşça arkasını dönen adam;
-Demek Şirin'in kardeşi sensin.
Dedi.
Narin afallamıştı. Bu ailenin onun varlığından haberi olmadığını söylemişti Serdar. Narin'in yüzündeki şaşkın ifadeyi gören Turan sözüne devam etti.
-Abim bana her şeyi anlattı. Senin haberinin olmadığını biliyorum. Şirin'le birlikte sizi korumak için böyle bir plan yapmışlar.
Narin zorlukla öğreneceğini düşündüğü ayrıntıların bu kadar kolayca önüne dökülmesine olan şaşkınlığını gizleyemedi. Kısa bir suskunluktan sonra.
-Ablamın yıllarca bizi ezerek terk ettiğini düşündük. Ona çok kırgındık. Babam ona kırgın öldü. Ablam öldüğünde ben ona kırgındım. Bütün bunların mantıklı bir açıklaması vardır umarım. Ve ben bunu öğrenmeden hiç bir yere gitmeyeceğim.
Turan sesi titreyen ama üzgün olmaktan çok sinirlerine hakim olmaya çalışan kızı usulca süzdü. Mezarlıktan ayrıldıktan sonra Kemal'e kızın ismini vermiş ve araştırmasını istemişti. Kızın mesleği, Şirin'in ölümünden nasıl haberdar olduğu, cenazede yanındaki adamın kimliği, ona dair ne varsa hepsini öğrenmişti.
Bakışlarını tekrar kızın yüzüne dikip;
- Mehmet ile tanışmak ister misin?
Diye sordu.
Narin saatlerdir tuttuğu göz yaşlarını dizlerinin üstüne çökerek akıtmaya başladı. İstemsizce titreyip ağlıyor, düştüğü hale kızıp daha çok ağlıyordu. Turan yanına yaklaşıp kolundan tuttu ve onu kaldırdı. Camın önündeki koltuklardan birine oturttu ve bir bardak su verdi.
-Bunu iç ve biraz sakinleş. Mehmet seni bu halde görmesin. Senin varlığından henüz haberi yok. Ona uygun bir açıklama yapmalıyız. Sonrasında asıl meseleye geliriz.
'Asıl mesele?' Narin'in kafasında anlamsız bir korku oluşmasına sebep olmuştu.
- Ne demek istiyorsun, açık konuş.
- Şimdi sırası değil.
Narin daha fazla ısrar etmedi.
- Ben iyim, sadece Mehmet'i görmek istiyorum.
- Emin misin? Yüzün hiç öyle söylemiyor.
- Yüzümün ifadesini bir çocuk karşısında yumuşatmayı biliyorum, merak etme.
- O zaman bu asık ifadeyi üstüme mi alınmalıyım?
- Nasıl düşünmek istersen.
Bıyık altı gülümseyen adamın ifadesi Narin'in dikkatinden kaçmamıştı. İçinden sadece kendinin duyabileceği okkalı bir küfür savurdu.
Turan eliyle kapıyı gösterdi ve beraber odadan çıktılar. Sağdaki ilk kapıyı açtı adam. Bir çocuk odasıydı gördüğü. Her şey beş yaşındaki çocuğun mental yaşına uygun olarak düşünülmüştü. Çocuğu görmek için odaklandı ama oda boştu. Birden dibinde duran adama dönerek burun buruna geldi.
-Nerde Mehmet?
-Mehmet bey yine Şirin hanımın odasında.
Gelen, kendine eşlik eden kâhyaydı. Turan başıyla onay verdikten sonra eliyle gidecekleri yönü işaret etti. Ürkek adımlarla Turan'ı takip eden Narin, odanın kapısına geldiklerinde bir mıh gibi çakıldı olduğu yere. Hem ablasının hatıralarına hem de o hatıraların acısına gömülmüş olan çocuğa bakıyordu. Hiç bir hissizlik hali bu kadar acı vermemişti...