2.Bölüm

2136 Words
 15 Aralık Kar yağışı şiddetini arttırırken, uyuşan vücudumdaki son güç kalıntıları bedenimi ağır ağır terk etmeye koyulmuştu, fakat sürekli olarak kendime artık tek canlı olmadığımı, bencil olmamam gerektiğini hatırlatıyor, düştüğüm yerden daha sağlam biçimde ayaklanıyordum. Sen ne duydun, ne gördün ama ben seni kendi içimde çok affettim. Rüzgâr bir kılıç misali kesiyordu tenimi usulca, önce küçük çizikler, daha sonra büyük yarıklar. Ayaklarım artık bedenimden ayrıydı sanki, hissedemiyordum. Bir insan can havliyle kaç kilometre koşabilirdi? Üstelik buna iki canlı olması, yalın olması ve soğuktan donmak, açlıktan ölmek üzere olduğunu da ekleyelim. İşte ben bu sorunun cevabını bulmakta ısrarcıydım. Küçük aralıklarla kaç kilometre koştuğumu bilmiyordum ancak nihayet gözüme ormanın içindeki bir kulübe sataşmıştı. Ağaçlarla örtülü bu harabenin dumanının tütüyor oluşu bile bakınca içimi ısıtmaya yetmişti. Ne de garip birisin sen, Renat? Varlık içerisinde fakir, tokluk içerisinde aç, yanındayken bile yalnız hissettirmişsin bana. Şimdi hatırlayınca, sen beni hiç sevmemişsin ki diyorum kendi kendime. Ne sen beni, ne ben beni, biz bizi hiç sevmemişiz ki... Parmaklarım kulübenin eskimiş küllü kahve rengi kapısının üzerine kondu fakat parmaklarım diğer tüm uzuvlarım gibi soğuktan donduğu için hissedemedim. Dirseğim boyunca kapıya yaydığım kolumla birlikte omzumla iterek kapıyı içeriye doğru açtım ve bir adım atarak dikkatli şekilde içeriye baktım. Dışarının soğuğundan buraya girdiğim anda kendimi cennette gibi hissetmeye başlamıştım. Soğuktan kaçıp, sıcağa sığınmak. Burada biri yaşıyordu. Bir an burada yalnız şekilde yaşayan insanı düşündüm. Şanssız ve aynı zamanda zeki. İnsanlardan hayır görmemiş demek ki, tıpkı benim gibi. İçeriye geçip arkamı dönerek bu bir oda büyüklüğündeki evi soğutmamak adına kapıyı kapattım. Sırılsıklamdım ve bu yüzden ilk istikametim sobanın yanı olmuştu. Orta kısımdan biraz yana, pencereye doğru kurulmuş sobanın üzerine kestaneler vardı. Yemek istedim ama izin almadan dokunmak da istemedim. Sandalyeyi çekip sobanın yanında oturdum ve tahta gibi dimdik duran, bükülmeyen parmaklarımı sobaya doğru uzattım. Burnumu çekiyordum ve muhtemelen hastalanmıştım. Gerçi iyi bile dayandım sayılır. Kendime iyi bakmam gerekiyordu. Bencil biriydim şimdiye dek, ancak bundan sonra olabileceğimi sanmıyordum. Bebeğim şanslı mı bilemiyorum. Annesi çok da iyi bir kadın değil ama güçlü. Bir süre bekledim. Hiç kimse yoktu. Soba tütüyordu, kestaneler yanmak üzereyken son anda bir tabağı bulup içine doldurduktan sonra köşede duran tahtadan iki kişilik masanın üzerine bırakmıştım. Gelen giden yoktu. Gerçi saat çok geçti. Gecenin bu saatinde burada yaşayan biri, neden dışarıda bu kadar uzun süre kalsın ki?... Belki de odun toplamak için çıkmıştı, sobayı odunla yakmıştı. Özendiğim hayat hep sessiz, sakin bir hayattı. Fazla arkadaş, gürültülü ortamlar, başarılar, ödüller bana bir zaman sonra çok sıkıcı gelmeye başladı. Bir nevi içime kapandım. Nedenini bende anlayamamıştım ama şu an çok iyi anlıyorum... Her şeyin fazlası zararmış. Sevince kaybederim diye korkuyordum. Kaybetmedim, o beni kendi elleriyle kaybetti. Öldürdü. Hem bedenimi, hem ruhumu. Ama onun beni ölü bilmesine gerek yok. Ona en büyük ceza çocuğunu öldürdüğünü düşünmesi olur. Çünkü, benim canımın yanıp yanmaması umrunda değil, onu buradan vurmak saçma olur. Zaten kendi elleriyle öldürdü, neden canı yansın? Düşünceler beynimin içini kemirirken, bakışlarım duvardaki çividen asılmış olan siyah gömleğe kaydı. Erkek gömleğiydi ve işimi görecek gibi görünüyordu. Üzerimdeki kıyafetleri kurutmam gerekiyordu, yoksa ateşim çıkacaktı ve ben kendime bakamayacak hâle gelmeyi göze alamazdım. Ayağa kalkıp ağır adımlarla duvara yaklaştım ve gömleği alarak köşeye koyulmuş olan küçük çekyatın yanına yaklaştım. Gömleği çekyatın üzerine bırakıp, üzerimdeki her şeyi çıkardım. Gömleği üzerime giydiğimde bayağı iri bir beden olduğu için üzerimde bir elbise gibi durmuştu. Islak elbisemi ve iç çamaşırlarımı sandalyenin tepesine atıp, sandalyenin sırtını sobaya doğru çevirdim. Vücudum iyice ısındıktan sonra çekyatın üzerine oturup, küçük pencereden dışarıya bakarak karanlıkta güçlükle seçilen kar tanelerini izlemeye başladım. Bakışlarımı pencereden ayırmadan yavaşça sağa doğru kayarak çekyata uzandım ve bir elimi yanağımın altına koydum. Birkaç kez esnedikten sonra yorgunluktan âdeta çığlık atan göz kapaklarım izne gerek duymadan usulca kapandı. ☁️ Küçük tıkırtılar ilişti kulağıma. Anında gözlerimi açıp doğrularak oturdum ve bu ani refleksim sonucunda karnıma giren sancıyla beraber elimi karnımın üzerine koyup, küçük bir çığlık savurdum. Acıdan gerilen yüzümü bana doğru yaklaşan karanlık gölgeye çevirip, bacaklarımı kendime çekerek çekyatın bir ucuna sığındım. Başımı iki yana sallayıp ellerimle dur işareti yaptım. Sanki lâl olmuştum ve konuşamıyordum. Korkuyla gerilen bedenime karnıma kıymık batıyormuş gibi anbean yükselen acı da eşlik ederken, yanıma ulaşan karanlıkta iri bir canavarı andıran gölgeye dili tutulmuş, felç geçirmişcesine dehşet içinde kalmış bakışlarımla bakıyordum. Yanıma ulaştığında eğildi ve buz gibi elini karnımın üzerine bastırdığım elimin üzerine koydu. "İyi misin?" diye sordu. Sesi bayağı kalındı, tanıdık biri değildi ve sanırım bu kadar korkmama da gerek yoktu. "Ben...iyiyim." diye mırıldandım, elimi çekerek. Doğrulup oturdum ve gömleği aşağıya çekip bacaklarımı karanlık olmasına rağmen kapatmaya çalıştım. Geri çekilip arkasını dönerek sobanın yanından geçti ve duvarın dibine doğru ilerledi. Karanlığa alışan gözlerim artık onu net şekilde seçebiliyordu. Duvar gibinde yukarıdaki çıkıntıdan asılmış olan fenerin camını çıkardı ve zipposunu yakarak feneri yakıp, ortalığın biraz olsun aydınlanmasını sağladı. Gümüş renk, üzerinde kartal işlemeli zipposunu elinin içinde çevirerek arkasını döndüğünde, siyaha çalan gözleri gözlerimle buluştu. Zipposu bana bir yerden tanıdıktı... Hafif sarıya dönük saçları olan kumral bir adamdı. Üzerinde siyah balıkçı yaka bir kazak, altında siyah kot pantolon vardı. Saçları hafif kıvırcık ve dağınıktı. Ama çekik kara gözleri... gözleri bir yerden tanıdıktı. Kısa bir göz temasından hemen sonra bakışlarını kaçırdı. Sobanın yanına bıraktığım sandalyeyi hiç çevirmeden ters şekilde oturdu ve kollarını elbisemin üzerinden aşağıya sarkıttı. Bakışları hâlâ sobadaydı. "Üzgünüm," diye mırıldandım, kısık bir sesle. "Buraya sığınmak zorunda kaldım ama gideceğim." dedim. Ona güvenemezdim. Gidecek kimsemin olmadığını bilmemeliydi. "Sorun değil," diye konuştu net bir sesle. "Çekyatın altında üzerine uyacak kıyafetler, telefon ve bir cüzdan var." diyerek bakışlarını gözlerime çevirdi. "Kulübenin arka tarafında bir araba bulacaksın." dedi ve cebinden çıkardığı araba anahtarını bana doğru attı. Anahtarı havada yakalayıp, kaşlarımı derinden çatarak ona bakmaya devam ettim. Ne demek istediğini anlamıyordum. Ya da o açık konuşuyordu ama ben uyku sersemi ve tedirgindim. "Anlamadım?" dedim, kesik kesik çıkan sesimle. Bakışlarını gözlerimden alıp sobaya çevirdi ve yüzünde kısa bir tebessüm yayıldı. "Alparslan bey seni bekliyor." dedi. Dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken, kaşlarım havalandı. Düşünceli bakışlarımı üzerinde gezdirip tekrar gözlerine kenetledim. Hatırlamıştım. Bu O'ydu. "Akbaba?" dedim neşeli bir sesle. Bakışlarını gözlerime çevirip, başını bir kez eğdi ve beni onayladı. Sevinçten havalara uçmak üzereydim. Beni kaçıran da oydu. O'ydu işte. Alparslan'ın adamıydı ve beni sürekli takip ediyorlardı. Belki de Alparslan Renat'ın bana zarar vereceğini bile biliyordu... "O kadar garip bir durum içerisindeyim ki, bir zamanlar beni kaçırmış olan adamı gördüğüm için sevindim..." dedim hayıflanarak. Aynı zamanda başımı iki yana sallayarak dudaklarımı kıvırdım. Cevap vermedi. Uzun bir sessizlik oldu. Sessizliği bozan ben oldum. "Nereye gideceğim?" "Telefonuna bir konum gelecek, oraya gideceksin. Plakan özel, kimse durdurmayacak. Camlar filmli, güvende olacaksın." dedi seri şekilde ve tekrar suskunluğunu korumaya devam etti. İçimi bir anda güven duygusu sarmıştı. Elim yine karnımın üzerine gitti ve yüzümde sevinçten yoksun, üzüntüye âşık bir tebessüm oluştu. Derdim boyumu aşıyordu ama ben o adamı kimseye şikayet etmedim. Edemedim. Onunki sahteydi belki ama benimki gerçekti. Ben sevdim. Sevmedi. Sevse kıyamazdı, sevmedi. Sen sevme, ben sevmeye devam edeceğim. Ama seni değil, senin bana verdiğin en güzel şeyi... ☁️ 16 Aralık. Sabahın ilk ışıklarıyla uyanmış, çekyatı açarak içindeki kıyafetlere bakıyordum. Hepsi siyahtı. Tıpkı bir ajan gibi giyinmem isteniyordu. Kendimi korumam için küçük bir tabanca ve küçük bir bıçak da bulunuyordu. Siyah tayt pantolon ve siyah kazağı üzerime giyinir giyinmez, verdiği sıcaklıkla bile huzur dolmuştum. Saçlarımı bulduğum lastikle tepeden at kuyruğu toplayıp, siyah paltoyu üzerime geçirdim. Silahı belime taktıktan sonra, bıçağı katlayıp paltomun cebine attım. Telefon, anahtar ve cüzdanı aldıktan sonra kulübeden çıkıp, dışarıda beni bekleyen Akbaba'nın yanına doğru yürüdüm. Adını bilmiyordum ve bu lakabın neden ona verildiğini merak ediyordum. Akbabalar leş yiyen kuşlardır. Acaba onun timdeki görevi neydi de, ona böyle bir ad verilmişti? "Hazırım." dedim. Konuşmadan eliyle kulübenin arkasını gösterdi. Başımı onaylar anlamda sallayıp yanından geçerek kulübenin arkasına doğru yürüdüm. Ormanın içine girip arabayı aramaya başladım. Önüme çıkan büyük bir çalılık gözüme ilişen siyahlıkla beraber doğru iz üstüne olduğumu anlamamı sağladı. Yeşil bir örtüyü arabanın üzerine atmış, onun da üzerini çalılarla kapatmışlardı. Eğilip örtüyü kavrayarak çektim ve arabayı tabiri caizse soydum. Karşımda katran karası bir Chevrolet Corvette görmekle birlikte, "Vay canına..." diye fısıldadım. Dudağım uçuklamış şekilde elimi arabanın kaputu boyunca süzerek, kapının üzerine getirdim ve kapıyı açarak sürücü koltuğuna yerleştim.   Arabayı çalıştırdığımdaki motor sesinden zevk alarak gözlerimi kapatıp dinledim ve bu an derin bir nefes aldığımda, burnuma nefis bir koku ilişti. Gözlerimi açıp yüzümü yan tarafa çevirdim. Koltuğun üzerinde duran poşeti görüp, elime aldım ve kucağıma koyarak açtım. Karşılaştığım sıcak poğaçalarla birlikte dudağımı ısırarak başımı geriye yatırdım ve gülümsedim. Kurt gibi açıkmıştım. Acıkmıştık. Poğaçalardan iki tanesini hızlıca mideye indirdikten sonra arabayı kulübenin arkasından dikkatli şekilde çıkardım. Gözlerim bir an Akbaba'yı arasa da yine göremedim. Hayalet gibi bir görünüp, bir kayboluyordu. Renat gibi sessizdi. Orman yolunda yavaşça ilerlerken telefona gelen bildirim sesi arabanın içini doldurdu. Elime alıp ekranı açtığımda, ekrana düşen bildirim heyecanlanımı katladı. Ekranı yukarıya doğru kaydırıp bildirime tıkladım ve gelen konuma baktım. Telefonu direksiyonun yanındaki tutacağın üzerine yerleştirip, konuma bakarak ilerlemeye başladım. Sol elimi direksiyondan ayırmadan sağ elimi karnıma götürdüm ve şefkatle okşadım. Birgün bir bebeğim olmasını bu kadar isteyeceğim aklımın ucundan bile geçmezdi ama şimdi onu deli gibi istiyor, ona bir zarar gelmesinden korkuyordum.   Her birliktelik sonrası kanama yaşayınca araştırmalarıma göre bunun rahim kanseri belirtisi olduğunu öğrenmiştim. Renat zaten öldüreceği birini neden doktora götürsün ki? Şimdi anlıyordum, şimdi her şey netti. Tüm ihtiyaçlarımı aldırırken araya hamilelik testini de sıkıştırmıştım. Bu benim için bir umut, bir ihtimaldi. Ve o ihtimalin gerçek olduğunu öğrendiğim an, bulutların ötesine fırlatılmış gibi heyecan sarmıştı her yanımı. Parmaklarımı karnımda gezdirirken, "Anan baban manyak, sen bize çekme olur mu?" dedim gülümseyerek. Aklıma Renat düştüğü anda gözlerimi sinirle devirip, sıkıntılı bir soluk verdim. "Beni de kendine benzetti." diye mırıldanarak elimi karnımdan çekip direksiyonun üzerine koydum. "Ruh hastası..."   ☁️   Renat odasına inerken gömleğinin kol düğmelerini açmaya başladı. Sırılsıklamdı ve her zamanki gibi durgundu... Banyoya geçip üzerindeki ıslak kıyafetleri çıkardı ve kendini duşun altına attı. Sıcak su buz gibi bedenine dokunurken, teni her an buharlanacak gibi dumanlar çıkarıyordu. Zümrüt gözlerini kapatmış, suyun altında kıpırtısızca bekliyordu.   Dakikalarca yaptığı duşun ardından belinin altına bağladığı havluyla beraber banyodan çıktı ve duvarda asılı olan plaklarından birini alıp, gramofona taktı ve çalıştırdı. Parmaklarını saçlarının arasından geçirip siyah ıslak saçlarımı geriye doğru itti ve gramofondan uzaklaşarak dolabına doğru yürüdü. Dolabından aldığı eşofmanı ve tişörtünü üzerine geçirip, kendini yatağa attı. Bakışları tavandaki aynadan ona yansıyan yüze kaydığında, elin kaburgasının üzerine kaydı. Parmaklarıyla tişörtün altındaki dövmeye dokundu. Cennet'in dövmesini öptüğünü, daha sonra başını kaburgasının üzerine koyarak uykuya daldığını ve o an aynadan onu izlediği anı hatırladı. O an yüzünde yaranan sindi gülümseme yine yarandı ve lambayı kapattıktan sonra gözlerini kapatıp, uykunun derinliklerine daldı... ☁️ Asya kıtasından Avrupa kıtasında geçmiş, bir buçuk saatlik yolun ardından konumda belirtilen yere ulaşmıştım. Hiçbir çevirme durdurmamış, güvenli bir şekilde varmam gereken noktaya gelmiş bulunmaktaydım. Arabayı durdurup etrafıma baktım. Burası ağaçlarla kaplı, saklı bir parktı. Buraları çok iyi tanımıyordum ancak kimsenin olmamasından sebep, kimsesizler parkı olduğunu düşünmeye başlamıştım. Benim gibi kimsesizler için park varmış ya lan! Akbaba'nın söylediği ve az kalsın unuttuğum bir şey daha vardı. "Yüzünü TİM'deki kimse görmemeli." "Ama sen gördün, Alparslan bey de gördü." "TİM'i kuran biziz, biz tanırız, onlar bizi tanımaz."   Cebimdeki siyah kar maskesini çıkarıp başımdan aşağıya geçirdim ve aynada kendime bakarak düzelttikten sonra artık hazırdım. Arabadan inip kapıları kilitledikten sonra anahtarı cebime attım. Yerde yaklaşık iki, üç santim kar vardı ve azar azar yağmaya da devam ediyordu. Parkın girişindeki dar yoldan geçerek, kuş kadar hafif adımlarla ilerledim. Heyecanlıydım. Tedirgindim. Ama korkmuyordum. Paltonun önünü kapattım, sanki açık kalsa Eftelya üşütecekti. Ağır adımlarla ilerleyerek parkın ortasında durdum. Daire şekilde olan bu parkın kenarları ağaçlarla kaplıydı ve iki üç metrelik aralıklarla banklar bulunuyordu. Kendi eksenimde dönerek etrafıma baktım. Küçük bir tar tanesi yine burun ucuma dokundu. Gülümseyerek başımı kaldırıp gök yüzüne baktım.   Başımı aşağıya indirdiğimde parkın girişinde durup bana bakan iki kar maskeli ve siyah giyimli adamla karşılaştım. Yan tarafa baktım üç kişi de orada duruyordu. Diğer tarafa baktığımda, iri bir adamın da orada durmuş olduğunu gördüm. "Aramıza hoşgeldin..." Yavaşça arkamı dönüp sesin geldiği yöne baktım. Bu boğuk ses ve bu masmavi gözler tanıdıktı. Bana doğru adımladı ve tam karşımda dikilerek, elini bana uzattı. Hafifçe kısa bir tebessüm savurdum ve elini sıkarak tokalaştım. "Hoşbuldum." dedim, sert bir sesle. Elimi bırakıp yanımdan geçtiğinde arkasında duran adamla göz göze geldim. Gözlerinden tanıdım. Akbaba'ydı. "Burada herkesin bir ismi vardır, kimse kimsenin gerçek ismini bilmez ve bizler gerçek hayatta, birbirimizi görürsek tanımayız..." dedi Alparslan. "Akbaba," diyerek Akbaba'yı gösterdi. "Şahin," diyerek yan taraftaki adamlardan birini işaret etti ve aynı anda adam bir asker gibi öne doğru bir adım atıp, daha sonra geri çekildi. "Kartal," dedi ve o adamın yanındaki iri adamı gösterdi. Gözleri bile bir kartal gibi ürkütücüydü. Arkasını döndü ve diğer taraftaki üç kişiyi gösterdi. "Potoo.., Tukan ve Albatros..." Ve bu da, "Karga." diyerek tek duran iri adamı gösterdi. "Peki sen?" diye sordum. "Karabatak," diye yanıtladı. Daha sonra yüzünü bana çevirdi ve gözlerini gözlerime dikti. "Adını seç."dedi boğuk sesiyle. Hepsi kendine farklı bir kuş türünün ismini vermişti ve şimdi benden de bir seçim yapmamı istiyordu. Ben haber akışını sağlayacak iki kişiden biriydim. "Anka." dedim. Benim yeniden doğdum, adım Anka...
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD